ESKİYE DÖNEN YENİ CRONENBERG VE COVID'Lİ FİLMLER
Geçen hafta yazılarımıza zorunlu bir Covid arası vermiştik. Aslında, sinema ve tiyatro gibi kapalı ortamlara çok sık girip çıkan biri olarak, şimdiye kadar iyi dayandığımı da söyleyebiliriz. Ama çok yakın zamana kadar, maske konusunda çok titiz olduğumu, salonda benden başka bir kişi bile olsa, hemen maskemi taktığımı belirtmek isterim. Son iki ayda maske olayını biraz saldıktan sonra, hastalığın gelip beni de yakalaması, tesadüf değildir diye düşünüyorum. Bu hastalığı geçiren pek çok kişinin söylediği gibi, öyle çok da rahat geçmiyor bilgisini de vermeli. Özellikle hastalığın ilk döneminde yakalananalar ya da yüksek yaş grubu kadar ağır geçirmemişimdir mutlaka ama, bir gül bahçesi de değil. Aşımıza ve önlemlerimize dikkat etmeye devam edelim uyarısını yaptıktan sonra, hastalık döneminin hemen öncesinde sinemalarda ve hastalık sırasında evde izlediğim filmlerden bir karma olan bu haftaki film notlarımıza geçelim.
Crimes of the Future (Müstakbel Suçlar):
Cronenberg'in yeni filmi, Müstakbel Suçlar’ı (ilk duyduğumdan beri ısınamadığım bir çeviri) sinema salonunda izleyebildik. Şu anda MUBİ’de gösterimde ama ben öncesindeki özel gösterimlerde sinemada izlemiştim ve sinemada izlediğime memnun olduğum filmlerden biri oldu. Açıkçası umduğum kadar çarpılmadım ama old school bir Cronenberg görmek, onun eski temaları ile dans edişini izlemek yine de güzeldi. Cronenberg'in 2000 öncesi dönemini bilenler bu filmde tüm o filmografinin esintilerini, tema olarak devamını, 2020'lerden o temalara bakışı bulacaklar. İzlerken bir kez daha, o dönemdeki filmlerinin, ne kadar zamanının ötesinde olduğunu düşündüm.
Yönetmenin insan bedeni üzerine dertleri devam ediyor. İnsanın kendi bedeni ile ilişkisi, haz almanın farklı yolları, beden üzerinde iktidarın kurduğu tahakküm, insanın kendi bedenini bir meta haline getirmesi gibi temalar yanında, sanatın ne olduğunu ve sınırlarını da sorguluyor. Elbette bunlar normal nedir, çoğunluktan farklı olan anormal midir sorularını da yanında getiriyor.
1-2 konsantrasyon problemi dışında (telefon ışıkları ve belki de filmin atmosferini bambaşka bir noktaya taşıyan, dışarıdan gelen ezan sesi), filmi ilgiyle izledim aslında. Umduğum kadar çarpılmadım dememin bir nedeni, yaratılan beklenti. Cannes öncesi, daha ilk 10 dakikada, salonun yarısı çıkacak gibi cümleler üzerinden tanıtım yapıldı. Hiç alakası yok. Günümüz seyircisini çok fazla rahatsız edecek bir durum yok filmde. Diğer bir nedeni de arkada yazılmış çok daha büyük bir dünya, perdede kısa kısa gördüğümüz karakterlerin bile daha derin hikayeleri var gibi hissettim. Bu dünyada daha çok zaman geçirmek isterdim. 107 dakikalık süresi, bana 60 dakika falan gibi geldi. Bittiğinde, bir tatminsizlik hissi vardı yani.
Filmin teknik ekibinden, yıllardır Cronenberg ile çalışan yapım tasarımcısı Carol Spier ve besteci Howard Shore'u özellikle övmeliyiz. Filmdeki Cronenberg damgasının arkasındaki önemli isimler. Eski tarzda yapılan görsel efektler de iyiydi ama bilgisayar efektleri çok göze batıyordu. Ya elde yeterli bütçe yokmuş ya da bu efektleri yapan ekip, zayıf kalmış.
Viggo Mortensen de zaten artık Cronenberg dünyasını çok iyi bilen bir oyuncu. Léa Seydoux da çok iyi uyum sağlamış, hatta Scott Speedman bile iyi ama filmdeki en büyük hayal kırıklığım Kristen Stewart'dan geldi. Uzun zamandır iyi oyuncu olduğunda ısrarcıyım fakat buradaki tarzı, diğer oyunculardan o kadar farklı ve uyumsuz duruyor ki. Filmin sonunda, karakteri uzaylı çıkmış olsa şaşırmazdım sanırım. Cronenberg, bu tarza neden müdahale etmemiş, yoksa kendisi mi böyle olmasını istemiş, bilemiyorum gerçekten. Ama her durumda yanlış tercih bence.
Son olarak finale dair bir yorum. Spoiler vermeyeceğim ama isteyen pas geçebilir. Biraz fazla hızlı bağlandı ama ben o şekilde biteceğinden, daha filmi izlemeden emin gibiydim. Cronenberg temalarına o kadar uygun bir final ki. Belki oraya gelişin altı daha dolu olabilirdi ama başka bir final olamazdı.
Cosmos:
1996 yapımı bu Kanada filmi, o dönemin 6 genç yönetmeninin, ortak bir karakter üzerinden yola çıkarak çektikleri 6 kısa filmden oluşan bir yapım. O yönetmenlerden biri Denis Villeneuve olduğu için radarıma girmişti. Genel olarak memnun kaldığımı söyleyebilirim. İşin ilginci, Villeneuve'ün bölümü, en az beğendiğim bölümlerden biri oldu. Ama o, diğer yönetmenler yanında çok daha başarılı bir kariyer çizmiş sonradan. Diğerleri neredeyse kaybolmuş gitmiş. Biri (André Turpin), kariyerine görüntü yönetmeni olarak devam etmiş zaten. Hatta önce Villeneuve'ün sonra Dolan'ın filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapmış.
Oyuncular arasında da beğendiğim isimler oldu ama onlar da sonrasında pek ün kazanamamışlar. Geriye dönüp bakınca, filmdeki pek çok ismin, ellerindeki şansı iyi kullanamadıklarını söyleyebiliriz sanırım.
En sevdiğim bölüm, Jennifer Alleyn'in Aurore & Crépuscule hikayesi oldu sanırım. 20. yaş günündeki genç bir kadının, erkek arkadaşı tarafından ekilince, yaşlı bir adamla geçirdiği geceyi anlatan film, hem duygusal, hem eğlenceliydi.
André Turpin'in Jules & Fanny hikayesi de sevdiklerimden biri oldu. Tesadüfen karşılaşan iki eski sevgilinin hikayesinde, kadının göğüslerini büyüttüğünü öğrenen adamın, bunu takıntı haline getirip, yeni hallerini mutlaka görmeliyim kafasına girmesi çok komikti gerçekten. Komik olmasının nedeni, çok da gerçek olmasıydı aslında. İtiraf edelim, anlatılan konu, tipik bir erkeklerde beyine kan gitmeme hali. Filmde Fanny'nin Jules ile oynaması gibi, yönetmenin de seyirci beklentisi ile oynaması da güzeldi.
Tüm filmin ana karakteri denebilecek, taksi şoförü Cosmos'un, arkadaşı ile birlikte arabasını çalanların peşine takıldığı bölüm de diyalogları ile dikkat çekiyordu. Film 96 yapımı olduğuna göre, Tarantino'nun ilk döneminden etkilendiğini düşünmek yanlış olmaz sanırım.
Kalan üç hikâyeyi daha zayıf bulduğumu söyleyebilirim. Aslında HIV sonucunu bekleyen adamın hikayesinde, Varda'nın Cléo'sunun izlerini hissettim ama o kadar etkili olamadı.
Tito e os Pássaros (Tito and the Birds):
2018 yapımı bir Brezilya animasyonu. Zamanında daha popüler olsaymış, pandemiyi önceden tahmin eden filmler listelerine girermiş aslında. Buradaki salgın, bir korku salgını. Bir salgın şeklinde yayılan korku, insanların gözlerinin büyümesi ile başlayıp, vücutlarının biçimsiz hale gelmesi ile devam ediyor ve bedenlerinin taşlaşması ile bitiyor. Kahramanımız Tito, bir bilim insanı olan babasının izini sürerek, bu salgını durduracak bir cihaz yapmaya çalışıyor. Babası yıllarca, kadim bir uygarlık olan kuşların, bu konuda insanlara yardım edeceğini düşünmüş. Oğlu da bunun peşinde.
Hikâyenin bir de kötü adamı var. Salgının arkasındaki kişi değil belki ama salgını paraya çevirebilen bir kapitalist (Şaşırdık mı? Hayır). Hatta mini bir spoiler vereyim. Bir çocuk filmi olarak, hikâyenin mutlu sona doğru gittiğini görmek çok kolay zaten. Finalde kötü adamımız da dersini alıyor belki ama yeni ortamda yine de paraya çevirecek bir şeyler buluyor. Çok altı çizilmeden yapılan, hoş bir düzen eleştirisi aslında.
Filmin ilk dikkat çeken yanı, afişinde de fark edilen çizim tarzı. Artık çok sıkıldığımız, o kusursuz bilgisayar animasyonlarından değil. Yani, mutlaka bilgisayar kullanılmıştır ama tümüyle bir el çizimi havası var. Hatta, fırça izlerini bile görüyoruz.
Upstream Color:
Hastayken rahat izlenen filmler tercih etmiştim genellikle ama Primer ile beynimi yakarken çok da keyif aldığım bir filme imza atan Shane Carruth'un sonraki filmi, MUBİ’de karşıma çıkınca dayanamadım. Açıkçası, o mental kapasite ile pek doğru bir tercih değilmiş. Yine ilginç bir film olduğuna şüphe yok ama bu kadın nasıl manipüle ediliyor, domuzlu adamın olayı ne, daha da önemlisi domuzların olayı ne, ana karakterlerimizin daha önce bir ilişkisi var mıymış gibi ve benzeri pek çok soru ile filmi bitirdim. Daha sonra filmin wiki sayfasını okuyunca bir aydınlanma geldi ama açıkçası yine de Primer kadar zekice ve üzerine düşündükçe açılan bir film gibi de gelmedi. Belki daha açık bir zihinle tekrar izlemek gerekir ama o çabaya değer mi, ondan da çok emin değilim.
Italian Studies (İtalyanca Dersleri):
Başka Sinema, yaz boyunca çok güzel filmlerden oluşan toplu gösteriler yapıyor. Muhtemelen bu film, bu seçkiler arasında en az ilgi çekenlerden biri oldu. Muhtelif yerlerde de çok kötü puanlar almış ama "unpopular opinion"ım ile geliyorum. Ben filmi beğendim. Beğenmeyenleri de anlıyorum ama.
Son zamanlarda hafıza ile ilgili pek çok film izledik. Bu da onlardan biri. Ana karakterimizin hafızasını kaybetmesi ve kendini bulma çabası ile birlikte, bir yaratıcılık süreci üzerinden ilerleyen filmde her şey belirsiz, anlatıcının kendisi dahil, hiçbir şeyden emin değiliz. Filmin temel beğenilmeme sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum ama bence bu belirsizlik, hafızanın muğlaklığı ile birlikte, filmin lehine çalışıyor. Vanessa Kirby de bu belirsizlik halini, oyunculuğuna çok iyi yedirmiş. Filmin farklı yerlerdeki özetlerinde, çoğunlukla ana karakterin yazar olduğundan bahsediliyor ama bence ondan bile emin değiliz. Ama en azından, kafasında öyküler kuran biri olduğunu söyleyebiliriz. Ve gördüklerimizin bir kısmı da onun kafasındakiler olmalı. Hafızanın muğlaklığı ile ilgili Kirby'nin filmde giydiği kıyafetler üzerinden de yola çıkarak cümleler kurabiliriz. Aynı gece içinde, kıyafetini değiştirmesi mümkün olmayan bir durumda olduğu halde, sürekli kıyafeti değişiyor. Başka bir filmde olsa, devamlılık hatası derdik. Daha da güzeli, o kıyafetlerden birini, konuştuğu gençlerden birinin üzerinde de görüyoruz. Belki de hiç var olmayan, sadece ana karakterimizin kafasında olan gençlerden birinde yani.
Eğer yanlış anlamadıysam (dijital platformlara geldiğinde bunu kontrol etmem lazım), bir sahnede, film bunun üzerine bir katman daha çıkıyor ve kendi gerçekliğini kırıyor. Oyunculardan birinin gerçek adı ve soyadını da filmde kullanıyor.
Bayağı sevdiğim ve üzerine düşündüğüm bir film olduğu anlaşıldı sanırım. Ben de fikirlerimi düzgün bir çizgide anlatamadım belki ama filmin yapısıyla da uyumlu oldu. Bırakın dağınık kalsın, belki böyle daha iyidir.
Black Site (Çıkış Yok):
Aslında üzerine yazacak çok fazla bir şey olmayan filmlerden biri. B sınıfı bir aksiyon filmi ama İstanbul'da bir patlama ile açılıp, bin defa Ankara lafı geçen bir filmde, bari bir zahmet edip Türkiye'nin ve İstanbul'un yerine baksaydınız sevgili yazar, yönetmen ve yapımcı kardeşlerim. Patlamanın İstanbul'da olmadığı çok açık da hadi buraya gelip bir genel plan çekecek kadar bütçeleri yokmuş, yediririz demişler, onu anladık da patlamadan zoom out yapan kameranın Suudi Arabistan'da bir yerlerden çıkmasına ne demeli? Belli ki çekenler için, oralarda bir yerdeyiz.
Filmin geri kalanı zaten tamamen kapalı bir mekânda geçiyor. Söz konusu patlamadan sorumlu bir terörist, "teröre terörle karşılık verme" amacı ile, dünyanın 5 büyük demokrasisi(!) tarafından kurulan, gizli bir üsse getiriliyor ve buradaki herkesi tek tek öldürmeye başlıyor. Buradaki terör analistlerinin ve ciddi bir elemeden geçirilerek seçildiğini varsayabileceğimiz askerlerin aşırı acemice yaptıkları hataları görmesek bile, filmde epeyce mantık hatası var. Bunları boşverip, aksiyona odaklanmamız isteniyor sanırım. İşin o tarafı da çok iç açıcı değil ama az-çok kendini izlettiriyor. Oyunculardan Jason Clarke ve Jai Courtney'den zaten çok hazzetmiyorum ama Michelle Monaghan'a yazık olmuş. Bundan sonra, daha iyi rollerde görürüz umarım.
Ankara’dan Etkinlikler:
Ankara’da hafiften yağmurlar ve açık hava gösterimlerinde ertelemeler başladı ama ben yine de takip ettiğim iki açık hava sinemasındaki yakın zamandaki programı vereyim. Gitmeden önce hava durumunu kontrol ediniz:
CerModern:
7 Ağustos Pazar: Harry Potter ve Felsefe Taşı
8 Ağustos Pazartesi: Fantastik Canavarlar: Dumbledore'un Sırları
10 Ağustos Çarşamba: Yukarı Bak (Up)
12 Ağustos Cuma: I Predatori (Yağmacılar)
13 Ağustos Cumartesi: Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel)
Mülkiyeliler Birliği:
7 Ağustos Pazar: Papicha
14 Ağustos Pazar: Milou en mai
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN