ENGELSİZ FİLMLER FESTİVALİ-2024 İZLENİMLERİ
Oniki yıl önce, “Bir arada film izlemek mümkün” mottosuyla yolculuğuna başlayan Engelsiz Filmler Festivali, bu yıl 7-13 Haziran tarihleri arasında, Ankaralı sinemaseverler ile buluştu. Geçtiğimiz yıl, Ekim ayında gerçekleştirilen festival, aradan bir yıl geçmeden yeni programını oluşturdu. Bundan sonra, farklı bir gelişme olmazsa, Mayıs sonu-Haziran başına sabitlemeyi planlıyorlar. Bir süredir festival de olumlu bir değişim yaşıyor. Bu seneki programda, neredeyse tüm filmler, Ankara prömiyerini yapan filmlerden oluşuyordu. Yerli filmlere seyirci ilgisi iyiydi ama yabancı filmlere ilginin biraz düşük olduğunu gözlemledik. Başka festivallerde salonları doldurabilecek filmler, fazla seyirci çekmedi. Önümüzdeki yıllarda, ilginin artacağını umuyorum.
Her zaman olduğu gibi, başka festivallerde izleyip yorum yazdığım, İmparatorluk, Bir Ailenin Kısa Hikayesi gibi filmlerden bu yazıda bahsetmeyeceğimi hatırlatayım. Ayrıca bu yıl, festivalin kısa film ön jürisinde yer alıyordum. O filmleri de pas geçeceğim. Gerçi, kişisel favorimi eski yazılarıma bakarak tahmin etmeniz mümkün. Daha fazla vakit kaybetmeden, festivalde izlediğim filmlere geçelim.
Songs of Earth (Toprağın Şarkıları):
Yönetmen Margreth Olin'in anne ve babasının yaşadığı bölgenin güzelliklerini, dört mevsim boyunca belgeleyip, gözlerimizin önüne serdiği bir belgesel. Klişe bir tabir ama gerçekten tam bir görsel şölen.
Ailenin kuşaklar boyu burada yaşaması, yönetmenin anne-babası ile ilişkileri ve onların yıllar boyu süren sevgileri de filmin temaları arasında ama görsellik o kadar baskın ki, geri kalan unsurlar, gölgede kalıyor. Hayatımın sonuna kadar, burada yaşayabilirim diyorsunuz. Dağın başında yaşamanın zorluklarından hiç bahsetmediğini düşünebiliriz tabii ki.
Bu arada, salonların görüntü kalitesinin kötü olduğundan dert yanıyoruz ya, çok uzun zamandır izlediğim en kaliteli görüntü vardı burada. Belli ki, film çok yüksek çözünürlüklü ve kaliteli bir ekipmanla çekilmiş ama salon da, o kalitenin hakkını veriyordu. Böyle canlı renkler ve pürüzsüz bir görüntüyü özlemişiz.
Stars and Watercarriers (Yıldızlar ve Su Taşıyıcıları):
Engelsiz Film Festivali’nin bu yıl özel bir bölüm ayırdığı Jørgen Leth belgesellerinden, sadece bunu programıma uydurabildim. Film, 1973 yılının İtalya Bisiklet Turu'nu anlatıyor. Bu spora çok ilgim olmadığından da olabilir, beni pek sarmadı. Bir de, bir spor belgeselinden, rekabet duygusunu daha fazla vermesini, bize kimin kazanacağını da merak ettirmesini bekledim sanırım. Son derece sakin bir dış ses eşliğinde, yarışı da aynı sakinlikte takip edince, o merak duygusu da olmadı. Zaten sporcuları da tanımıyorum.
Günümüzde rekabet duygusunun, çok daha acımasızca olduğu şeklinde de yorumlanabilir bu durum. Yine de, en azından bisiklet sporunu sevenlerin beğeneceği bir film olabilir. Bu arada Leth'in Cehennemde Bir Pazar filmi, çok daha fazla övülüyor. Bir ara, onu da izlemek lazım.
32 Sounds (32 Ses):
Son zamanlarda, bir sinema salonunda yaşadığım en müthiş deneyimlerden biri. Ses üzerine bir belgesel diye tanımlayacağım ama filmin sesi kullanışını, yazarak tarif etmem çok zor. Deneyimlemek, gerçekten ses sistemi iyi bir salonda deneyimlemek lazım. Bir de o salonda, seyirciden çıt çıkmaması lazım (ben tam film başlarken, arkamda açılan bir cips paketi nedeniyle, yerimi değiştirdim). Çünkü filmi, sesle ilgili duyularınızı açmış şekilde izliyorsunuz ve kimi zaman çok yüksek olsa da bazen de çok düşük sesler duyuyorsunuz. Ayrıca, sessizliğin de bir ses olduğunu unutmayalım.
Yönetmen Sam Green ve müzisyen JD Samson, bu ortak çalışmalarında, anne karnında ilk duyduğumuz sesten başlayarak, 32 adet ses üzerinden bir anlatı kuruyor. Başta bunları madde madde numaralandıracaklar diye düşünmüştüm ama öyle olmuyor. Daha bütünsel bir anlatım kurmuşlar.
Filmde sesin insan üzerinde uyandırdığı duygular, hafızamızla bağlantısı, sesin kayıt edilmesinin tarihsel önemi, gerçeğe en yakın ses kaydı ve deneysel müzikler gibi pek çok konuya giriliyor. Aslında bunların bir kısmı, ayrı birer belgesel olabilirdi. Bu yüzden, bazı konularda çok derine inmediği eleştirisi yapılabilir. Ama işte filmin derdi, bu konuları ele alırken, aynı zamanda bir de ses demosu yapmak. Bunda da çok başarılı oluyor.
Death Is a Problem for the Living (Ölüm Yaşayanların Sorunudur):
Kumar bağımlısı, düzenbaz bir adamla, beyinsiz bir adamın (beyinsiz derken, aptal anlamında değil, fiziksel olarak beyni yok denecek kadar küçük) para bulma çabalarını anlatan bir kara komedi. Tam bir Kuzey Avrupa mizahı.
Her ikisi de evliliklerinde sorunlar yaşayan, maddi açıdan çıkmazda olan bu karakterlerimiz, temel olarak ölüleri nakletme işiyle uğraşıyorlar. Başta legal, film ilerledikçe illegal olarak. Böyle olunca da film, aslında gayet dramatik olaylar içinden mizah çıkartmaya çalışıyor. Bunda da başarılı oluyor. Zaten Kuzey Avrupa sinemasının usta olduğu yer de böyle bir mizah kurmak. Ama seyirci de sanki, bu kara mizah karşısında, burada gülmeli miyim diye, arada kaldı. Bence en komik kısmı olan "beyinsiz" esprileri bile, az reaksiyon aldı.
Türünün iyi örneklerinden biri diyebiliriz. Gayet keyifli ama çok da yeni bir şey sunmuyor. Mesela finalde karakterlerimizin bulundukları açmazdan çıkış planlarını çok önceden tahmin etmek mümkündü. Bu tarz filmlere hâkim olanlar için sürpriz değildi. Yine de, yurtdışı festivallerde biraz daha ön plana çıkmış olsa, gayet rahatlıkla Başka Sinema programına girip, seyirci çekebilecek bir yapımdı.
Other Ways of Listening (Başka Dinleme Biçimleri):
Festivalin ses ve müzikle ilgili Oditoryum bölümünde yer alan bu film, deneysel müzik üzerine, daha doğrusu, Fransa'da devlet desteği ile kurulmuş "La Muse en Circuit" bünyesinde üretilen müziklerle ilgili bir belgesel. Aynı bölümde yer alan 32 Ses filminden bahsederken, orada kısaca değinilen deneysel müziğin, ayrı bir belgesel olabileceğini söylemiştim. Bir anlamda, bu film, o film.
Müzik enstrümanları kullanmadan, ya da onları amaçlarından farklı şekillerde kullanarak oluşturulan müzikler bunlar. Bazen çok ilginç, bazen merakla dinlenen, bazen dinleyiciyi çok zorlayan müzikler. Filmle ilgili genel hissim de böyle aslında. Bazı kısımlarını merakla izlerken, bazı kısımlarında da epey zorlandım. Ama sevmeseniz bile, böyle zihin açıcı sanat çalışmalarına kesinlikle ihtiyaç var. Ve seyirci kitlesi çok düşük olduğu için bir destek de gerekli.
Belki de bizim açımızdan tartışılması gereken konulardan biri de bu. Ülkemizde sanata verilen destek zaten kısıtlı. Bu filmde gördüğümüz tarzda projelere destek verilse, nasıl eleştiriler gelebileceğini tahmin ediyorum ama uzun vadede sanatı geliştiren de bu tip denemeler.
Black Box (Kara Kutu):
Aslı Özge'nin adını bu sene daha çok Faruk'la anmıştık ama çok ses getirmeyen Kara Kutu filmi de gayet iyiymiş. Berlin'in göbeğinde bir sitenin, polisler tarafından ablukaya alınması sonrası yaşananları anlatıyor. Aslı Özge, gerilim duygusunu çok iyi kurarken, siteyi de bir ülkenin metaforu olarak konumlandırıyor. Mikro bir Almanya ya da Türkiye olarak da bakmak mümkün, herhangi bir büyükşehir olarak da.
Filmde yabancı düşmanlığından, önyargılara, kentsel dönüşümden, insanların ikiyüzlü tavırlarına ve birbirlerinin kuyularını kazmasına kadar pek çok konuya değiniliyor. Özellikle kentsel dönüşümle ilgili konu üzerinden, Faruk ile benzer dertleri olduğu da söylenebilir. Gerçi Almanya'da da bu durum kentsel dönüşüm olarak mı adlandırılıyor bilmiyorum ama benzer bir olgu olduğu gözüküyor. Filmin önemli dertlerinden biri de baskıcı ve korku iklimi kuran bir iktidar.
Aslı Özge bunları anlatırken, hikâyeye pek çok yan karakteri de sokuyor. Ana karakterler dışındaki karakterlere alan açması güzel ama bazı anlarda, filmin fazla uzamasına neden olduğu söylenebilir. Luise Heyer-Felix Kramer-Christian Berkel üçlüsü üzerinden kurulan gerilim son derece başarılı ama. Üç oyuncu da çok iyi.
Emre Erkmen'in bizi dar alana sıkıştıran sinematografisini ve Patricia Rommel'in kurgusunu da övmeliyiz. Ayrıca Dardenne kardeşlerin, filmin yapımcıları arasında yer aldığını da bir not olarak düşelim.
Gereksiz trivia: Dark'tan en az üç oyuncu yakaladım. Daha da fazla olabilir.
Beraber:
Sinemamızda, hemen hemen tüm karakterleri gençlerden oluşan, onların sorunlarına odaklanan, gerçek anlamda bir gençlik filmine pek fazla şahit olamıyoruz. Beraber bu anlamda, ilgi çekici bir deneme. Ümit verici başlangıcını, sonuna kadar devam ettiremiyor belki. Yine de dinamik anlatımı ve ana karakterin yaptığı sporu (freerun) kullanışı ile belli bir seyir zevki sunuyor.
Karakterin duygu durumunu bize daha iyi geçirebilse, daha başarılı bir film olurmuş. Aslında ortada iyi bir malzeme var. Kültür şoku, yas ve sınıf çatışması gibi konular için altyapı hazırlayan bir hikâye kurulmuş. Fakat bunlar derinleştirilememiş. Alt sınıftan gelen bir gencin, hırsızlık için girdiği zengin sitede sıkışıp kaldığı bir sekans var ki, buradan çok gerilimli anlar çıkabilirmiş. Fakat bu açmazdan öyle basit bir çözümle çıkıyor ki, kaçırılmış bir fırsat dedim.
Filmin başrol dışındaki hemen her genç oyuncusu (Hayat Van Eck, Mina Demirtaş, Lorin Merhart, Eylül Ersöz vb.), başka rollerde görüp gelecek vaat ediyor dediğimiz isimler. Buradaki rolleri kısıtlı olsa da yine de oyunculuk ışıkları hissediliyordu. Başroldeki Alihan Şahin'se temelde, fiziksel özellikleri nedeniyle seçilmiş gibiydi. Gerçekten freerun ile uğraşıyor olmalı ve bu sahnelerde, perdeye yakışıyordu. Ama oyunculuk açısından çok güçlü diyemem.
Filmin teknik açıdan gayet temiz olduğunu da söylemek lazım. Çoğu yabancı olan teknik ekip, işlerini bildiklerini hissettiriyordu. Aslında genel olarak yukarıda bahsettiğim sahneye dair cümlemi, tüm film için de kurabilirim. Fena değil ama kaçırılmış bir fırsat.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN