DUNE'UN İKİNCİ BÖLÜMÜ, REHA ERDEM'İN YENİ FİLMİ VE DİĞERLERİ
Berlin Film Festivali izlenimlerinden sonra, yazılarımıza biraz ara vermek durumunda kalmıştık. Bu arada vizyona giren bir grup filmle yorumlarımıza devam edelim. Senenin şu ana kadar en çok ses getiren filmi olarak Dune’un ikinci bölümünü atlamayalım, onunla başlayalım. Vizyonda çok ses getirmese de Reha Erdem’in yeni filmine ve Demir Pençe’ye de bir göz atalım. Sonra da Köylüler’e, Hayalet Avcıları serisinin yeni filmine bakarak devam edelim. Menümüzde, birkaç yıldır vizyon sırasını bekleyen Eflatun ve enteresan bir yabancı korku filmi de var.
Dune: Part Two:
Yılın flaş filmi karşımızda nihayet. İlk filmden kesinlikle iyi. Ama yeni kuşağın Star Wars'u, Matrix'i, LOTR'u yorumlarını biraz abartılı buldum. Gerçi, yeni kuşak değilim. Benim için, türünün iyi bir örneği ama izlerken kendimden geçtiğim bir film de olmadı.
Önce en başarılı taraflarına bakalım. İlk filmdeki gibi, set tasarımları, kostümler, ses kullanımı, müzikler çok çok iyi. Hatta muhtemelen, ilk filmden de iyi. Grev nedeniyle ertelenmese, bu kategorilerdeki tüm Oscarları toplardı. Bakalım, seneye ne kadar hatırlanacak?
Geçtiğimiz aylarda IMAX'de bir kez daha izlediğimiz ilk bölümü, çok uzun bir giriş olarak bulmuştum. Bu filmde de araya çıktığımızda (Paul solucana binmeden hemen önce ara verildi), e ama hala bir şey olmadı, halen giriş devam ediyor diye düşündüm. Neyse ki, sonra işler hızlandı, hatta fazla hızlandı. Eminim ki, hikâyenin nereden bölüneceği konusu, çok uzun tartışılmıştır ama bence önceki bazı olaylar biraz hızlandırılıp, Paul'un solucana binmesi ile ilk film bitmeli, devamındaki olaylar, ikinci filmi oluşturup, biraz daha detaylandırılmalıydı.
Başta adını andığım diğer serilere dönüşemeyeceğini düşünmemin bir nedeni de, ana karakterin seyirciyi sürükleyecek yapıda olmaması. En azından benim için öyle oldu. Final aksına kadar, Paul'un hikayesini son derece sıkıcı buldum. Finalde, daha ilginç bir karaktere dönüşüyor ama bu sefer de hiç seyircinin özdeşleşebileceği, onaylayacağı hareketler yapmıyor. Bunun yanında Harkonnen'ler çok daha ilginç ve izlemeye değer karakterler. Bene Gesserit'ler ve onların komploları da öyle.
Tüm oyuncular, rollerine iyi uymuşlar. Ama sanırım kadın oyuncular, çok daha etkileyiciydi. Rebecca Ferguson ve Florence Pugh, her göründüklerinde perdeden taştılar. Küçücük rolüne rağmen Léa Seydoux bile, çok etkileyiciydi. Hepsinin Bene Gesserit olması tesadüf değil tabii. Austin Butler da iyi bir psikopat olmuş. Ama filmin gizli yıldızı, Javier Bardem. Daha ilk günde bütün sosyal medya, Stilgar göndermeleri ile doldu. Köktendinciliğin, ne kadar saçma bir şey olduğunu, mizah yoluyla, o kadar güzel göstermiş ki. Anlayana...
Filmin ilk vizyon günlerinde, üçüncü filme daha karar verilmedi gibi bir tanıtım dönüyordu ama film öyle bir yerde bitiyor ki, devamının gelmemesi mümkün değildi. Zaten çok kısa bir süre sonra, üçüncü filme yeşil ışık yakıldı haberleri geldi.
Neandria:
2010'da (Kosmos'un hemen sonrasında yani), Türkiye sinemasının halen film çeken en iyi yönetmeni kim diye sorsanız, Reha Erdem derdim. Üst üste harika filmler çekmişti o dönem. Sonra bir düşüşe girdi. Pandemi dönemi çektiği filmle de dibi buldu bence. Neandria'nın yer yer çok sevdiğim yerleri oldu ama toplamda bir olmamışlık hissi var yine.
Ana karakterin çıkış noktası ve ikilemi gayet başarılı. Koşmak isteyen ama yarışmak istemeyen bir sporcu, güzel bir fikir. İzlerken, acaba Reha Erdem de artık filmlerini, festivallerde yarışmaya sokmak istemiyor mu diye düşündüm. Yapılamayan Altın Portakal'da yarışma dışı gösterilecekti çünkü. Gerçi belli de olmaz, önümüzdeki günlerde, başka festivallerde, yarışmalarda görürüz belki.
Reha Erdem, her zaman genç kuşağın hislerini yakalayabilmiş bir yönetmen. Bu sefer de hem ana karakterimiz Suna, hem de Youtuber olmak isteyen ufaklık üzerinden, bunu kurabiliyor. Her ikisi de iyi yazılmış, iyi oynanmış karakterler. Rapçi gencimize ise, pek ısınamadığımı söylemeliyim. Yine de Erdem'in onun üzerinden de bir çıkışsızlık duygusu yaratmak istediğini anlıyorum.
Ama yetişkin karakterlerin, bu sefer zayıf kaldığını düşündüm. Özellikle imam karakteri. Şarkı Söyleyen Kadınlar için hep söylediğim bir şey var. Sanki Reha Erdem hayranı, genç bir yönetmenin, onu taklit ettiği bir film gibi diyorum. Buradaki sürekli aforizma kasan imam karakteri de Kosmos filmini çok seven bir yönetmenin, oradan copy-paste yaptığı bir karakter gibi. Ama bu defa karakter, delilikle dahilik arasında bir yerde, gizemli bir karakter olmaktan çok, film ilerledikçe düpedüz komik oluyor ne yazık ki. Bunun Ahmet Rıfat Şungar'ın oyunculuğu ile bir ilgisi yok bu arada. Karakteri mümkün olduğunca doğal kılmaya çalışmış ama olmamış.
Sürekli tekrarlayan müziği de bir noktadan sonra çok fazla buldum. Bunun yanında Florent Herry'nin görüntüleri tabii ki, yine çok iyi. Reha Erdem'in bizzat üzerinde çalıştığı ses tasarımı da öyle. Ama bunlar Erdem sinemasının olmazsa olmazları zaten (pandemi filmi hariç).
Sonuç olarak, Hayat Var gibi, sinemamızın en iyi filmlerinden birini olduğunu düşündüğüm bir yapıma imza atan Reha Erdem'in bendeki kredisi bitmez. Her yeni filmini izlemek isterim ama heyecanın dozunun azaldığını da itiraf etmeliyim.
The Iron Claw (Demir Pençe):
Sean Durkin, yaşanmış bir hikâyeden yola çıkarak, bir aile trajedisi getiriyor karşımıza. Kendisinin başaramadıklarını oğullarından bekleyen, bu yolda onları felakete sürükleyen baba Von Erich ve oğullarının hikayesi. İşin ilginci, olaylar farklı gelişse, Williams kardeşler tarzı bir başarı öyküsüne de dönüşebilirmiş ama Von Erich laneti olmuş.
Hikâye temel olarak Zac Efron'un canlandırdığı Kevin Von Erich üzerinden gitse de, zaman zaman diğer karakterlere de odaklanmayı ve onların ruh dünyalarına girmeyi de başarıyor. Yönetmenin hüzünlü sahnelerde, duygu sömürüsü yapmayışı da takdir edilmesi gereken bir konu. Bizde de biyografi filmleri çok arttı ya, bu hikâyeyi bizden bir yönetmen çekse, iki saatlik süresinin bir buçuk saatinde seyircinin ağlatılmaya çalışılacağından çok eminim. Oysa burada, trajik olayların önemli bir kısmını görmüyoruz, etkilerine şahit oluyoruz. Hatta, gerçekte bir kardeş daha varmış ve onun da başına hemen hemen aynı şeyler gelmiş. Muhtemelen tekrara düşüleceği düşünülerek, onu filmden tamamen çıkarmışlar.
Oyuncuların fiziksel olarak çok çalıştıkları belli oluyor zaten. İyi performanslar da sergilemişler. Zac Efron'u pek sevmem ama hakkını yemeyelim, burada kariyer performansını çıkarmış. Kariyerinin bu döneminde çok doğru bir adım aslında ama ödüllerde pek karşılığını bulamadı. Sinemalardan da sessiz sedasız geçti gitti ama daha fazla izlenmeyi hak eden filmlerden biriydi. Belki birkaç Oscar adaylığı alsa, durum farklı olabilirdi.
The Peasants (Köylüler):
Loving Vincent'in yönetmenleri yine çok etkileyici bir filme karşımızda. Aynı animasyon tekniğini, bu sefer Nobel ödüllü bir romanı sinemalaştırmak için kullanmışlar. Bu film, diğeri kadar çok sevilmedi gördüğüm kadarıyla ama ben yine yukarılara koyarım.
Loving Vincent'ın avantajı, kullandıkları animasyon tekniğinin, filmin anlatısı ile çok uyumlu olmasıydı. Burada bir süre, bir yabancılaştırma efekti gibi işlese de hikâyeye kapıldıktan sonra, o etki geçiyor. Hikâye çok güçlü bir defa. Romanı okumadım ama film, ataerkil bir düzende kadına bakışı, tüm günahların ona yüklenmesini çok iyi vermiş. Filmde gördüğümüz hemen her karakterin yanlışları var, hatta bazıları düpedüz kötücül ama işte her şey tek bir kadına yükleniyor. En çarpıcı olan noktalardan biri, kadınların diğer kadınlara yaptıkları. Destek olmak bir yana, kıvılcımı ateşleyenler onlar oluyor. Diğer bir çarpıcı nokta ise, yeri geldiğinde, kendisini sömürenlere kafa tutacak kadar adaletten yana olan köylülerin, söz konusu bir kadın olunca, gösterdikleri yaklaşım.
Her ne kadar bir anlamda, bir renk filtresinin arkasından izliyor gibi olsak da, oyuncu performanslarını da gayet başarılı buldum.
Bence şu ana kadar 2024 vizyonunun en iyilerinden biri. Gösterildiği salon sayısı da epey azalmış ama bence sinemada görülmeli.
Ghostbusters: Frozen Empire (Hayalet Avcıları: Ürperti):
Serinin önceki filmini epey başarılı bulmuştum. Yeni karakterleri ve onların uyumunu, eski karakterleri hikâyeye yedirişini ve özellikle nostalji duygusunu yerli yerinde kullanmasını sevmiştim. Ama bu sefer olmadı.
Özellikle verilmek istenen nostalji hissi bu sefer bana hiç geçmedi ve yapay geldi. Önceki filmde Ivan Reitman'a yapılan harika vedadan sonra, eski kadroya tekrar dönmeye gerek yokmuş. Yeni karakterler ile yola devam edilebilirmiş. Zaten bu filmde ekibe yeni eklemeler de oluyor ve karakter sayısı iyice artıyor. Böyle olunca, kişisel hikayelere hiç zaman kalmıyor. Bir tek Phoebe'nin (Mckenna Grace) hikayesi biraz gelişiyor. Ama mesela ilk filmde, Paul Rudd ve Carrie Coon arasındaki dinamikleri de sevmiştim. Oralara girmeye hiç vakit kalmamış.
Ana hikâye de hiç ilgimi çekmedi doğrusu. Ghostbusters dizisi izliyor olsak, haftanın canavarı kıvamında bir kötüydü. Ne bir heyecan, ne de ciddi bir tehdit duygusu verdi.
Önceki filmin başarısını, kamera arkasında Jason Reitman'ın olmasına bağlayasım var ama burada yönetmenliği bırakmış olsa bile yine yazar ve yapımcı. Seri devam edecek gibi duruyor. Umarım sonraki film, daha başarılı olur.
Eflâtun:
İki yıldır vizyon sırasını bekleyen Eflâtun, başarılı bir giriş sahnesi ile açılıyor. Görme engelli bir kadının, dünyayı algılama biçimi, iyi bir ses tasarımı ve zaman geçişi, iyi bir film geliyor dedirtmişti. Ama bu başarıyı sonuna kadar taşıyamadı. Ara ara iyi sahneleri var ama sanat filmleri klişelerine dalıp, aslında çok derin bir şey anlatıyorum derken, bir yandan da popüler romantik bir film izlemek isteyenleri de memnun edeyim diyor ama iki tarafın da iyi bir örneği olmayı başaramıyor.
Filme en fazla zarar verense, başıma bir şey gelmeyecekse, Kerem Bürsin. Bakın ne kadar yakışıklı ve karizmatiğim şekilde rol kesmekten, doğal bir oyunculuk sergileyemiyor. Çok tipik bir tv dizisi oyunculuğu. Yakışıklı ve karizmatik olduğu doğru gerçi, ona lafım yok.
Yönetmen Cüneyt Karakuş açısından yer yer umut veren anlar var. Daha iyi bir senaryo ile yola çıkarsa, ileride daha başarılı filmler görebiliriz kendisinden.
Haunting of the Queen Mary (Queen Mary'nin Laneti):
İyi ki geçen haftaların film bolluğunda, elediğim filmlerden biri olmamış. Hiç beklemiyordum ama güzel bir sürpriz oldu, keyifle izledim. Harika bir film demeyeceğim elbette ama B sınıfı bir korku filminden beklediğimi fazlasıyla verdi.
Şöyle diyeyim. Aynı filmin içinde, Fred Astaire'li tap dance sahnesi var, perdeden seyircinin suratına fışkıracak hissi verecek şekilde, oluk oluk akan kan var, geçmişin sırlarını anlatan bir animasyon sekansı da var. Tamamdır, benim için yeterli. Geri kalan her türlü zayıflığını, oyunculukların çoğunun kötü olmasını, bazı özel efektlerin yetersizliğini, bitmesi gereken yerden sonra gereksizce, 15-20 dakika daha uzamasını, bazen kendisini çok ciddiye almasını görmezden gelebilirim.
Kendini bazen ciddiye alıyor dedim, zaten bunu yapmadığı, farkında olarak olayları abarttığı zamanlarda, çok daha iyi. Ayrıca 1938 ve günümüzü giderek iç içe geçirmesi de gayet başarılı. Görüntü yönetimini de beğendim. Ayrıca, iyi mi olacak, kötü mü olacak demeden farklı numaralar denemesini de sevdim. Bazen iyi, bazen kötü sonuç vermiş ama deneme iyidir. Son jenerikte bile, şimdiye kadar izlediğim filmlerde gördüğümü hiç hatırlamadığım bir numara yapmış. O bile, keyiflendirdi beni.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN