DİRLİK DÜZENLİK, FANTASTİK CANAVARLAR VE BAZI KORKULAR
Vizyon takvimi, haftada 9-10 filmle devam ediyor. Doğrusu gerçekten izlenmeye değer filmlerin sayısı, son derece az. Bu hafta yine vizyonda yer alan filmlerden bir kısmı hakkında ufak görüşlerle devam edelim. Ankara’daki sinemaseverler için, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin biletlerinin satışa çıktığını da hatırlatmış olalım.
Dirlik Düzenlik:
İlk 3 gün hasılatının her şey olduğu günümüz vizyon koşullarında, Dirlik Düzenlik vizyondaki ikinci haftasında çok az sinemada gösterimine devam ediyor. Bence ıskalamayın. Pandemi döneminde küçük ekranda izleme fırsatım olan bu filmi, vizyonda tekrar izledim. Aynı evde kalan, daha doğrusu kalmak zorunda kalan üç kadının (anne ve iki kız kardeş) hikayesi, başarılı karakter yaratımları ve çok iyi oyunculuklar ile anlatılmış. Çoğunlukla oyuncu performansları ile öne çıkartılan bir film oldu ama dar kadraj, yakın planlar ve camların arkasından gelen görüntüleri kullanarak kurulan tarz, filmin anlatısına da oturuyor. Evde izlerken, sinema perdesinde bu yakın planlar fazla yorucu olabilir demiştim ama öyle olmadı.
Oyuncu performansları dedik. Asiye Dinçsoy her zaman iyi zaten. Şaşırtıcı değil. Keşke daha fazla görsek dediğim Betül Esener de öyle (bu arada Nesimi Yetik'in Cassavetes sevgisini çok eskiden beri bilen biri olarak, ikiliden John Cassavetes-Gena Rowlands vibe'ı almaktayım). Filmin asıl keşfi ise, yönetmenin annesi Dudu Yetik. Gerçi biz, yıllar önce yine oğlunun bir kısa filminde keşfetmiştik kendisini ama yine de 40 yıllık oyuncu gibi bir performans göstermesi şaşırtıcı. Nesimi, annesinin doğallığını çok iyi kullanmış.
Film üç kadını anlatırken, perdede hiç görünmeyen ya da çok az görünen erkeklerle ilgili yaptığı saptamalar da güzeldi. Annenin ölmüş kocasından bahsederken, keşke geri gelip sizi görse dedikten sonra söyledikleri mesela. Senaryo tarafında, filmin finaline dair bazı çekincelerim var. Çok detay vermeden, o ana kadar gelen doğallığı biraz bozmuş gibi geldi bana diyeyim sadece.
Filmi iki kız kardeş açısından Kusursuzlar'a benzetenler olmuş. Doğrudur ama bana yakın zamanda festivallerde izlediğimiz başka bir filmi de hatırlattı: Koridor. Sanki, o filmde, bir anlamda buradaki kız kardeşlerin yaşlılık hallerini anlatıyordu.
Fantastic Beasts: The Secrets of Dumbledore (Fantastik Canavarlar: Dumbledore'un Sırları):
Harry Potter dünyasında geçen ama o filmlerden yıllar önce geçen olayları anlatan Fantastik Canavarlar serisi, hiçbir zaman çok ilgimi çekmedi, doğrusunu isterseniz. Aslında Harry Potter filmleri bile, takdir etmekle beraber, hiçbir zaman favori film serilerim arasına girememişti. O filmlerle ve kitaplarla büyüyenler üzerindeki etkisi çok bana fazladır mutlaka.
Harry Potter serisinin son filmlerini ve Fantastik Canavarlar serisinin tüm filmlerini yöneten David Yates ise, tüm serinin en düz yönetmeni bence. Üzerine düşeni yapan ama seriye kendi dokunuşlarını katamayan bir isim. Bu filmde de fazlasını veremiyor bana kalırsa. Serinin bu üçüncü ve belki de son filminde Dumbledore ve Grindelwald arasındaki kapışmaya tanık oluyoruz nihayet. Asıl önemlisi aralarındaki aşkın da ilk kez net bir şekilde dile getirildiğini duyuyoruz. Yine de sözlere dökülen bu aşk, perdeden bize pek geçemiyor. Sanki, eşcinsel bir aşk hikayesini dile getirelim ama çok da altını çizmeyelim gibi bir düşünce varmış. Yine de bu kadar büyük bütçeli bir filmde, iki ana karakterin bu şekilde çizilmiş olması, olumlu bir adım.
Filmde Dumbledore ve Grindelwald öne çıkınca, aslında bu serinin ana karakteri olan Eddie Redmayne’in canlandırdığı Newt Scamander ve filmlerin mizah tarafını güçlü bir şekilde üstlenen Jacob Kowalski karakterleri, neredeyse yardımcı karakterler olarak kalmışlar. Katherine Waterston’un Tina’sı ise neredeyse tamamen unutulmuş. J.K. Rowling’in trans bireyler ile ilgili yaptığı bazı açıklamalara gösterdiği tepkilerin bunda etkili olduğu söyleniyor. Ben de hem sevilen hem de filmin duygusal hikayesini taşıyan bir karakterin bu kadar kenara atılmasında, bunun dışında bir açıklama bulamıyorum doğrusu.
Johnny Depp’in malum davadan dolayı, filmden çıkartılıp, yerine Mads Mikkelsen’in getirildiğini biliyorduk. Mikkelsen, iyi ve karizmatik bir oyuncu olarak, başarılı bir Grindelwald portresi çizmiş ama diğer filmlerdeki Grindelwald’dan farklı bir yorum. Sanki, oynayan kişi değişince, karakter de değişmiş. Ezra Miller’in karakteri ise yine kıyıya atılan karakterlerden biri olmuş. Gerçi oyuncunun özel hayatındaki sıkıntılardan dolayı, seri devam ederse, onu da kadronun dışında bırakmak isteyeceklerdir büyük ihtimalle.
En başta Fantastik Canavarlar serisinin 5 film olacağı açıklanmıştı ama her geçen filmde seyirci ilgisi düşüyor. Bu film de devam filmlerine kapı aralayan ama üç filme noktayı da koyan bir final yapıyor. İçimden bir ses, bir süre için bu dünyadaki filmlere bir ara verip, HBOMax dizisine yöneleceklerini söylüyor.
Zebun:
Artık her hafta ikişer ikişer gösterime giren yerli korkular arasında, görece iyi olanlardan biri. Fakat yerli korkular giderek daha da kötüye giderken, bu çok da büyük bir başarı sayılmaz. Ailesiyle mutlu mesut yaşayan bir adamın, bir iş seyahati sonrası yaşadıklarını anlatan film, benzerlerinin yanında, teknik özellikleri ve iyi kurulan mizansenleri ile öne çıkıyor. Oyunculuk performansları da başarılı sayılabilir. Ancak tüm filmin tek bir fikir üzerine kurulması ve film boyunca korkuyu sürekli olarak, bu gördüğümüz gerçek mi, değil mi üzerine kurup, bunu aynı şekillerde tekrarlaması bir yerden sonra sıkıcı oluyor. Yerli korku filmlerini seven kitleye önerilebilecek bir yapım ama artık bu türde de birkaç ufak başarıdan daha iyi filmlere ihtiyacı var sektörün.
Ancak, filmi başka bir yönden takdir ettiğimi söyleyebilirim. Son dönemde yerli korkularda sık sık, çocuk oyuncuların oynatıldığını, onların korkutucu sahnelerde kullanıldığını görüyoruz. Aslında, korku filmlerinde çocukların kullanılması, çok eskiden beri karşılaştığımız bir motif. Ama yabancı filmlerde hep, sette çocukla ilgilenen ve bu sahnelerden kötü etkilenmemesini sağlayacak bir doktor olduğunu duyardık. Yerli korkuların çoğunun bütçesinin çok çok düşük olmasından ve genel özensizlikten dolayı, Türkiye’de pek öyle olduğunu sanmıyorum. Bu konuyu bir ara gündeme getirmeyi düşünürken, bu filmin son jeneriğinde, filmin arka plandaki kadrosu içinde bir pedagog olduğunu da gördük. Demek ki, filmin genel prodüksiyon kalitesi, işin bu yönüne de etki etmiş. Doğaüstü olayları algılamakta zorluk çekecek ve oyun-gerçek ilişkisi konusunda sorunlar yaşayabilecek yaş grubundaki çocukların oynadığı bu tip filmlerde, bu yönde bir destek alınması gereğini vurgulamış olalım.
The Twin (İkiz):
İkiz çocuklarından biri ölünce, travma ile baş etmek için başka bir ülkeye taşınan bir aile. Acaba ölen çocuk kötücül bir şekilde geri mi dönmektedir, işin içinde daha büyük planlar var mıdır, yoksa her şey annenin kâbusları mıdır üzerinden giden bir korku. Biraz Rosemary's Baby, hafiften Midsommar esintileri var ama onların yanına bile yaklaşamayan, standart numaraları kullanan, bu tip filmlerin muhtemel iki finalinden birine doğru erişen, orta karar bir korku filmi. Biraz zorlarsak Teresa Palmer'ın performansını ve mekân kullanımını övmek mümkün ama onlar da filmi kısa sürede unutulacak bir yapım olmaktan çıkartamıyor. Yukarıda yerli korkuları eleştirdik ama bu da prodüksiyon kalitesi biraz daha iyi olsa da onların çok da ötesine geçemeyen bir yapım.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN