DEADPOOL, WOLVERINE VE DİĞERLERİ
Bu yaz, sinema salonlarını mutlu eden filmlere Deadpool & Wolverine de eklendi. Bu hafta, önce bu filme bir göz atalım. Sonra yaz aylarında onlarcasını izlediğimiz korku filmlerinin iyi örneklerinden birine, Lord of Misrule’a bakalım. Menümüzde iki başarısız korku filmi ve John Wick’i anımsatan ama yanına bile yaklaşamayan, bir de aksiyon filmi var.
Deadpool & Wolverine:
Bu filmdeki konuk oyuncular konusunda spoiler yememek için, vizyondaki ilk gününde, sabah 9.15 seansına gittim. Çok eğlendiğim yerler oldu, kabul. Ama toplamda o beklediğim hissi alamadım. Hikâyenin giriş bölümü çok uzun sürdüğü gibi, ara ara çok uzun ve sıkıcı açıklama kısımları var. İlk filmdeki mizah yoğunluğu yok. Mizahın ve seyirciyi etkilemenin yolunu da çoğunlukla cameo'lar üzerinden kurmuş. Bunların çoğu da işliyordu aslında. Spoiler vermeyeceğim ama özellikle ters köşe yapan bir cameo'ya bayıldım. Filmde en fazla güldüğüm yer olabilir. Birkaç tanesine de işte budur dedim. Salonda yanımdakilerin heyecanını da hissettim. Onları açık etmeyeceğim ama birkaçını açıklamışlardı zaten. Keşke resmi olarak hiçbirini önceden açıklamasalardı.
Hikâye, son dönem Marvel filmlerinden daha iyi sayılmaz. Öyle çok kaptıracağımız, merak edeceğimiz bir yapısı yok. Zaten filmin derdi o değil diyerek geçebiliriz. Yalnız bence aksiyon sahnelerinin bir kısmında da sorun var. Girişteki aksiyon sahnesi gayet iyi. Ama finale doğru iki büyük aksiyon sahnesi daha var ki, özellikle birinde, büyük bir fırsat kaçmış bence. Spoiler vermeden şöyle söylemeye çalışayım. Avengers filmlerinde (özellikle ilkinde) kahramanların birlikte olduğu, combo yaptıkları aksiyon sahnelerinde mest olmuştuk. Burada, onunla karşılaştırılabilecek bir sahne var ve hiç iyi çekilmemiş bence. Karambole gitmiş. Neredeyse, tek plan olan bir diğer aksiyon sahnesi ise daha iyi ama, yine de çok içime sinmedi.
Ryan Reynolds iyi, Hugh Jackman harika. Onlara hiç lafım yok. Ama ikisi de ölmüyor esprisine yaslanıp, kapıştıkları sahneler biraz fazla uzamıştı bence. Kötü karakter, maalesef son dönem Marvel işlerindeki gibi zayıftı. Cameo karakterler, çok büyük oyunculuk gerektirmiyordu ama belli ki keyif almışlar. Eh, güzel para da almışlardır kesin. Helal olsun. Geçen hafta tanıtım materyallerinde gözüktüğü için adını anacağım. Lady Deadpool'u tek bir kişi oynuyor olabilir diye düşünmüştüm. Film sırasında yüzünü görmüyoruz ama son jenerikte adı yazdı. Haklıymışım.
Netice olarak, keyifli bir film. Ama MCU'yu kurtaracak film de değil. Hikâye olarak MCU için dönüm noktası olacak hamleler yapılacağı gibi bir beklenti de vardı. Öyle bir durum da yok. Ama özellikle sağlam Marvel hayranlarına öneririm. Sağlam Marvel hayranları derken, sadece çekilen filmleri değil, yıllarca çekilemeyen, proje halinde kalan filmleri de takip edenleri kastediyorum. Diyerek, anlayana minik bir spoiler da vermiş olayım. Evet, en çok güldüğüm ikinci yer de orasıydı galiba.
Lord of Misrule (Son Ayin):
Sinemalarımızda, yerli-yabancı korku filmlerinin, sayı olarak rekor kırdığı bir senede olabiliriz. Sadece son 2 haftada, 10 korku filmi var mesela. Kaliteleri ise, fena halde tartışmalı. Lord of Misrule, bunların içinde iyi örneklerden biri. Aslında çok da ümidim yoktu ama iyi bir "folk horror" filmi çıktı karşıma.
Pagan gelenekleri olan bir kasabadaki kiliseye atanan kadın rahip ve ailesinin başına gelenleri anlatıyor film. Her yıl düzenlenen bir hasat festivalinde, kızları ortadan kayboluyor ve olaylar gelişiyor. Başta, daha farklı amaçlarla gerçekleştirilen bir çocuk kaçırma olayı var gibi gözükürken, film ilerledikçe, yüzyıllar öncesinden gelen bir efsaneye dayanan bir olay olduğu anlaşılıyor ve film, Hristiyanlık ve Paganlığın sembollerini karşı karşıya getiriyor.
Filmin en tedirgin edici tarafı, olayın gizemleri çözülmeye başladıkça, giderek ailenin güvenecek kimsesinin kalmayışı. Bu tip filmleri sevenler için, çok şaşırtıcı bir şey değil ama yönetmen, buraya doğru giden hikâyeyi iyi kurmuş. Korku yaratmak için kullandığı şey de, çoğunlukla jump scare'ler değil. İyi bir atmosfer ve tekinsiz karakterler kurup, bunların üzerinden ilerliyor. Merak duygusunu yavaş yavaş arttırıp, finale doğru yükselen bir film.
Günümüzün sürekli zıplatan filmlerine alışkın seyirciye, biraz yavaş gelebilir. Ama ben 4 günlük hikayesini adım adım kurmasını, her adımda bir katman daha eklemesini sevdim. Önerilir.
Horror in the Forest (Korku Ormanı):
Bu filmin yapımcı ve yönetmenlerine bir bilgi vermek istiyorum. Hocam, bunu 25 yıl önce yaptılar. Çok büyük de para kazandılar. Biraz geciktiniz. Gerçekten de film, Blair Witch Project'in aynısı. Daha doğrusu, kötü versiyonu. Yine gizemli bir ormana film çekmek için giden, üç arkadaşın başına gelenleri izliyoruz. Gerçi Blair Witch'den beri, bizim sinemamız da dahil, bu konseptte bin tane film çıktı ama ticari açıdan, aynı başarıyı sağlayabilen olmadı. Ayrıca o film, çevresinde kurulan tanıtımın da etkisiyle, o gerçekçilik hissini, sinir bozucu bir seviyede kurmayı başarıyordu. Bu tip filmlerde kritik olan da o hissi yaratmak zaten. Bu filmde ufak bazı anlar hariç, o hissi bulmak mümkün değil.
Yine de bazı jump scare sahnelerinin başarılı olduğunu söylemek lazım. Fakat, oyunculuklar o kadar sırıtıyor ki, filme kendimizi kaptırmamız mümkün olmuyor. Olmamış diyor, geçiyoruz.
Ruthless (Acımasız):
Fragman ve afişten, John Wick tuttu, hadi bir tane de biz yapalım filmi diye düşünmüştüm ama pek öyle değilmiş. Daha doğrusu, çıkış noktası o olsa da, pek becerememişler. Çünkü aksiyon sahneleri, karşımdakini döveyim, kolunu kırayımdan ibaret. Yönetmen Art Camacho, dublörlükten geliyor ama öyle göz alıcı aksiyon sahneleri çekememiş.
Hikâye desen, zaten elle tutulur bir tarafı yok. Kızını trajik şekilde kaybeden bir baba, öğrencisinin de aynı kaderi paylaşmaması için, kötü adamlara karşı tek kişilik ordu moduna giriyor. Tamam, hikayeyi önemsemeyelim ama ana karakterimiz bir noktada gizli polis gibi, kötü adamların içine giriyor ki, orası hiç inandırıcı değil.
Dermot Mulroney, yılların oyuncusu olarak durumu kurtarıyor, filme belli bir izlenirlik katıyor ama diğer oyuncular da ona ayak uyduramıyorlar. Hele polis dedektifi bir abi var ki, Flash tv oyunculuğu seviyesinde, maalesef. Vasat haftanın iyilerinden olabilir mi diyordum ama olmadı. En fazla gece saatlerinde tv'de izlenebilecek bir B filmi.
Don’t Turn Out the Lights (Işıkları Söndürme):
Fragmanı ümit vermişti. Ama neredeyse tüm iyi sahneleri fragmana doldurup, gerisini koyvermişler. Hatta o sahnelerin başı-sonu bile yok neredeyse. Tipik bir, gençler ormanda kaybolur ve tek tek ölürler filmi. Bunda sorun yok. Korku sinemasının büyük kısmı, belli kalıplara dayanır zaten. Bu çıkış noktasından da iyi bir film çıkarmak mümkün. Aslına bakarsanız, iyi sahneler de var. Belli bir süre hikâyenin nereye gideceğini de merak ettiriyor ama anlamlı bir yere bağlanmıyor. İyi sahneler de birbirinden bağımsız olarak, ortada kalıyor.
Tamam, ortaya attığınız her soruya cevap vermek zorunda değilsiniz ama olayların, filmin kendi mantığında bir yere oturması lazım. Doğaüstü bir güç var, o da insanların algıları ile oynuyor demek, yeterli olmuyor. Diyaloglar da iyi yazılmamış. Hele bir yerde, karakterlerin şu anda bize şaka yapıyorlar diye birbirlerini inandırdıkları bir sahne var ki, çok fena. Oyunculuk olarak da bir tek başroldeki, Bella DeLong'u beğendim. Diğerleri yetersizdi.
Yönetmen Andy Fickman, uzun süredir sektörde olan ama adı pek duyulmamış bir isim. Bu filmin senaryosunu da kendisi yazmış. Bu film özelinde, bir yönetmenlik kumaşı var ama daha iyi bir senaristle çalışsa, güzel olurmuş diyebilirim.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN