SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

DC'NİN EN YENİSİ, BLOMKAMP'IN YARIŞ FİLMİ, BİR KEZ DAHA DRAKULA VE DİĞERLERİ

10 Eylül 2023 Pazar 11:12
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen haftayı, ufak sağlık problemleri nedeniyle boş geçmiştik. O halde bu hafta, irili ufaklı, daha fazla sayıda filmle devam edelim. Bu hafta menümüzde dokuz film var. Neill Blomkamp'ın yeni filmi, DC’nin yeni süper kahraman filmi, yeni bir Drakula uyarlaması, sezonun çok sayıda izleyiciyi hedefleyen ama çok da başarılı olamayan filmleriydi. Bunlar dışında, şaşırtıcı bir seri katil filmine, Mısır’dan bir popüler sinema örneğine ve yılın en az izlenen filmlerinden olacak üç filme bir göz atalım. Ayrıca, Ankaralı seyirciler olarak, yaz boyunca, Cermodern’in açık hava sinemasında, çok sayıda film izlemiştik. Onlardan da birine bakalım.

Gran Turismo:
Neill Blomkamp'ın her yeni filminde, District 9'la verdiği ümidi nasıl yerle bir ettiğinden bahsetmekten yoruldum ama söylemeden de geçemiyorum. Neyse, en azından önceki filmi Demonic kadar feci değil bu kez. Çok tipik bir film olsa da vakit geçirmek için izlenebilir.
Aslında sadece Gran Turismo oyununda çok başarılı oldukları için, gerçek yarışlara alınan gençlere dayanan proje epey ilginçmiş. Buradan gerçekten iyi yarışçıların çıkmış olması da öyle. Ama hikâye bir yerden sonra, standart bir yarış filmine dönüyor. Karakterler ve aralarındaki çatışmalar da, benzer filmlerde binlerce kez gördüğümüz şekilde gelişiyor. Ama hakkını verelim, yarış sahneleri iyi çekilmiş. Sonucu tahmin etseniz de heyecanla izliyorsunuz. Hatta gittiğim seanstaki bir ufaklık, gerçek yarış izler gibi tepkiler verdi.
Öyle büyük oyunculuklar vaat eden bir film değil. Zaten onlar da ortalama bir standartta oynuyor. Yine de David Harbour'un diğerleri yanında biraz daha öne çıktığı söylenebilir. Sert ama altın kalpli eğitmen klişesini gerçek kılmayı başarıyor. Beni en şaşırtan isim ise, ana karakterin annesini oynayan oyuncu oldu. Hayır, oyunculuğu ile değil, kim olduğu ile. İzlerken kesinlikle kim olduğunu anlamamıştım, filmin sonunda adını görünce, vay be yıllar geçmiş gerçekten dedim.
Bu arada, en başta ilginç olduğunu söylediğim, GT Academy adındaki proje, 2008-2016 yılında aktif haldeymiş, sonra kapatılmış. Filmde lanse edildiği kadar etkili bir proje değilmiş anladığım kadarıyla.

Blue Beetle:
DC'nin gişede çakılan süper kahraman filmlerinden biri daha. Flash bile çakılmışken, bunun çok izlenmesi mucize olurdu zaten. Pek çok yönü ile standart bir süper kahraman doğuş hikayesi ama dikkat çekici birkaç noktası da var. Ama yeterli olmuyor.
Film özellikle Amerika'da, bir Latin süper kahraman hikayesi olarak tanıtıldı ki, doğru bir yaklaşım aslında. Latin bir yönetmen, senaryo yazarı, kamera önü ve kamera arkası kadrosu bu anlamda etkili olmuş. Kendi kültürlerine özgü pek çok detay var. Ama hem DC, hem de Marvel (ama özellikle DC) karakterlerini bu anlamda çeşitlendirmekte çok gecikti. Bir de bunu artık kabak tadı veren bir hikâyede kullanınca, pek faydası olmamış. Yine de izlerken, Ali Kemal Çınar, Genco'yu DC için çekse ne olurdu diye düşünmedim değil.
Bir diğer ilginç nokta da, son yıllarda gişe filmlerinde bile sıkça görmeye başladığımız sınıf çatışması. Filmde bariz bir şekilde, zenginler ve yoksullar ayırımı var, hatta çok altını çizmeden Guatemala'ya Amerika'nın müdahaleleri olaylarına bile giriyor. Bu konularda elini korkak alıştırmayıp, daha sert olmayı tercih etseler, film çok ilginç yerlere gidebilirmiş. Yönetmen ve yazarın da içinden gelmiş ama, büyük bir stüdyo filmi olunca, pek yapamamışlar sanki. Sonuçta olayı -mini SPOILER- sistemsel bir sorundan çok, kötü zenginler olduğu gibi, iyi zenginler de var, şirketlerin başında da bunlar olursa, her şey çözülür noktasına getiriyor ki, filmin başındaki tavırdan epey farklı.
10-15 yıl önce izlesek, daha ilginç bulabileceğimiz bir filmmiş. Bugün farklı bulabileceğimiz unsurlara ise teğet geçip, kötü değil ama iyi de sayılmaz noktasında kalıyor.

The Last Voyage of the Demeter (Drakula: Son Yolculuk):
Yine bu yaz gişede çakılan ama benim belli ölçüde sevdiğim bir film. Drakula'yı Londra'ya getiren gemide yaşananları, yani romandaki kısa bir bölümü genişleterek bize anlatıyor. Türe yeni bir şey katmasa da keyifle izledim. Drakula mitine de yeni bir açılım getirmiyor aslında. Hatta onun insan formunu tamamen yok sayıp, bize sadece yarasaya benzer, yaratık formunu gösteriyor. Yönetmenin de dediği gibi, temel olarak gemide geçen bir Alien filmi zaten. Öyle bakmak lazım.
Filmin bir derdi varsa, o da ana karakteri üzerinden ırkçılık meselesine gönderme yapmak. Geminin kaçak yolcusu, genç kadının da bir öteki olduğunu ve Drakula'ya karşı en etkili mücadeleyi gösterenlerin de bu iki karakter olduğunu düşünürsek, ötekilerin yanında bir film nitelemesi yapabiliriz. Gerçi bunu da en bildik yollarla yapıyor. Genç kadını gördüğümüz anda, tayfadan birinin "gemide kadın olması, uğursuzluk getirir" diyeceğinden emindim. Nitekim şaşırtmadı.
Filmin başarılı olduğu taraf, finalini bildiğimiz ve karakterleri ilk bakışta tanıdığımız bir hikâyede, gerilim ve merak duygusunu kurabilmesi. Herkesin birer birer öleceğini biliyoruz ama yine de saldırının nereden, nasıl geleceğini merak ediyoruz. Drakula'nın tasarımını da gayet başarılı buldum. Bilgisayar efektlerinden çok, geleneksel efektler ve makyaj kullanılmış gibiydi. Senaryoda oturmayan yerler vardı ama filmin güçlü tarafı da o değil zaten.
Vampir filmlerini ama geleneksel gotik vampir filmlerini sevenlere, tavsiye edebilirim. Ama çok büyük bir yenilik beklemeden izlenecek, türün kurallarını iyi işleten filmlerden biri.

To Catch a Killer (Katili Yakalamak):
Yine tahmin ettiğimden daha çok sevdiğim bir film. Daha da iyi olurmuş da özellikle finale doğru attığı adımlar, değerini düşürüyor. Damián Szifron bu ilk İngilizce filminde, belirgin bir şekilde, türün önemli filmlerini model olarak almış.
Deneyimli ajan ve acemi ajanın birlikte bir soruşturma yürütmesi olayı, binlerce kez gördüğümüz bir klişe. Ama katilin filmin son bölümünde ortaya çıkması ve farklı bir motivasyonu olması Se7en'ı, erkekler arasında bir kadın teması da Kuzuların Sessizliği'ni akla getiriyor. Acemi ajanın, kendi geçmişinden ve zayıflıklarından yola çıkarak katille bağlantı kurması da yine Kuzuların Sessizliği'ni akla getiren unsurlardan biri. Bu iki modern klasiğe benzemesi, filmi belli bir seviyeye getirse de onlar kadar iyi olmak için yeterli de değil.
Önce olumlu yanları. Bir defa merak duygusunu son bölüme kadar ayakta tutmayı başarıyor. Kahramanlarımız ile birlikte, katil kim, motivasyonu ne sorularının cevaplarını biz de arıyoruz. Yönetmen bunu yaparken, güçlü bir şehir atmosferi kurmayı da başarıyor. AVM'de geçen sekans başta olmak üzere, pek çok yerde, arka planlarda büyük markaların logolarını/isimlerini görüyoruz. Başta bunun bir sponsorluk anlaşması olduğunu düşündüm ama sanmıyorum. Filmde bu büyük markalar, olumlu bir yerde durmuyorlar. Yönetmenin David Fincher sevdiği açık olduğuna göre, büyük markaların gösterilmesini, biraz zorlayarak da olsa, Fight Club ile aynı motivasyona bağlayabiliriz. Zodiac'a benzeteceğim yer de, soruşturmanın, daha "sıkıcı", bürokratik tarafını da yok saymaması.
Ortada kaldığım yerlerden biri diyaloglar, diğeri de oyuncular. Bazı sahnelerde, altı dolu diyaloglar yazılmışken, bazen aceleye gelmiş gibi duruyor. Oyunculuklar açısından da Ben Mendelsohn harikayken, ilk tanıdığımızda çok şey beklediğimiz Shailene Woodley, o kadar iyi değil.
Filmin zayıf tarafı ise senaryodaki sıkıntılar. Acemi ajanımızın kendisinden umulmayacak kadar zeki olduğunu kabul edebiliriz. Ama FBI'ın A takımı diyebileceğimiz bir ekibin, çok çok basit bazı şeyleri görmemesine ikna olamadım mesela. Ve final sekansı. Tam anlamıyla klişelere saplanmıyor belki ama yine de ana akım bir polisiyeden beklenebilecek bir yola kayıyor. Çok daha ilginç olan, finalden hemen önce, karakterlerden birinin ağzından, adeta bir alternatif final dinliyoruz ki, mevcut finalden daha iyi bence. Tamamen komplo teorisi olacak ama, yönetmen bu final için yapımcıları ikna edemeyince, bari karakterlerden birine bu alternatifi de anlattırayım demişse, hiç şaşırmam.
Netice olarak, Se7en ya da Kuzuların Sessizliği beklemeden, sağlam bir polisiye izlemek isteyenlere tavsiye edilir.

El Ruby House (Rubinin Ailesi):
Bu film gösterime girdiği hafta, salonlarda ek seans açılmasına bakıp, galiba beklenmedik bir gişe yapacak demiştim. 20 bin sınırına gelmiş ki, 33 salonda gösterime giren ve uluslararası bir başarısı olmayan bir Mısır filmi için bayağı iyi. Bir tanıtımı falan da yapılmadı ama Türkiye'de yaşayan ve anadili Arapça olan kitleyi mi yakaladı, merak ediyorum. Ben Ankara'nın merkeze en uzak sinemalarından birinde, tek başıma izlediğim için, bu konuda bir gözlem yapamadım. Ama ikinci haftasında merkezi bir salona gelmişti.
Filme gelince, çok önemli olmasa da Mısır'ın ana akım sinemasından hoş bir film. Sevimli ve sıcak bir aile filmi olarak başlayıp, geçmişteki bir olay nedeniyle daha hüzünlü yerlere gidiyor. Sosyal medya bağımlılığı ve sosyal medyadaki linç kültürü üzerine de sözleri var. Özellikle finale doğru çok ders verici bir hale bürünüyor. Oralarda seyirciye biraz daha güvense daha iyi olabilirmiş ama ana akım filmlerin, her ülkedeki benzer zaaflarından biri bu.
Oyuncuları tanımıyorum ama filmografilerinden anladığım kadarıyla, onlar da Mısır sinemasının çok popüler oyuncuları arasında. Rollerine de çok iyi oturmuşlar doğrusu. Genel olarak, ana akım sinemada ortalamayı tutturan bir film diyebiliriz.

Ten: Vzyat Gordeya (Gölge Ajan: İstanbul'da Ölümcül Hesaplaşma):
Vizyonda 526 kişinin izlediği bir filmle daha karşınızdayım. Rusya sinemasından orta karar bir casus filmi ve bizim dağıtımcıların uygun gördüğü "İstanbul'da Ölümcül Hesaplaşma" adı, aşırı abartı. Şöyle diyeyim, evet, filmde İstanbul'da geçen bir sekans var ama en fazla 10 dakika falan ve o kısımda da hesaplaşma falan yok. İstanbul'daki olay, bir karakterin otel odasındaki ilişkisinin, şantaj amacıyla kameraya kaydedilmesi sadece. Bu sekans dışında, tüm film Moskova'da geçiyor.
Gizli bir proje içindeki köstebeği bulmaya çalışan bir ajanı anlatan, standart bir casus filmi diyebiliriz. Ama, hoş yerleri de var. Başladığı gibi, bir James Bond parodisi gibi devam etse, çok daha iyi olabilirdi. Ara ara, oraya dönüyor ama genelde daha ciddi bir yapıda.
Hoş yerlerinden biri de hikâyeyi bize bir dış ses olarak anlatan kişi, zaman zaman yanıldığı için, biz de köstebeği farklı formlarda görüyoruz. Bazen yakışıklı, atletik ve kadınların ilgisini çeken bir adam, bazen de göbekli, orta yaşlı, kendine güvensiz bir adam. Güvenilmez anlatıcı olayı, ilk defa karşımıza çıkmıyor elbette ama bu filme yakışmış. Genel olarak ortalamanın altında seyreden filmi, bir derece yükseltmeyi başarıyor.
Vizyondan zaten kalktı da, bir yerlerde karşınıza çıkarsa izlenir mi? Eeeeh, belki.

Para Avı (Kill Shot) / Para Konuşur:
Aynı hafta vizyona giren, isimleri benzeyen, afişleri birbirini andıran, çok az izlenen, hangisinin daha kötü olduğuna karar veremediğim, biri yerli, diğeri yabancı bu iki filmi beraberce ele alayım. Çeşitli ortak noktaları var çünkü.
Aslında her ikisi de tam olarak "direct-to-video" denen kategoriye girecek filmler. Hatta, o kategorinin bile kötülerinden. Para Avı (kaynaklarda hem Hunted, hem de Kill Shot isimleri ile geçiyor), ev sineması piyasasının ölmediği ülkelerde, hiç vizyona girmeden, doğrudan Blu-Ray olarak çıkmış zaten.
Her iki film de birkaç aksiyon sahnesi çekebilmek için, o sahnelerinin etrafına, inanılmaz zayıf senaryolar ve diyaloglar yazarak ortaya çıkmış. Ne yazık ki, o aksiyon sahneleri de dekmancılık oynuyor gibi çekilmiş.
Oyunculuklar yerlerde. Gerçi karşılaştırmak gerekirse, yerli yapım Para Konuşur biraz daha iyi. En azından Kubilay Penbeklioğlu ve Cansu Fırıncı bir şeyler yapmaya çalışıyor ama o senaryoyla filmi kurtarmaları mümkün değil. Görüntü yönetimi olarak da Para Avı biraz daha iyi. Orada da en azından açık alanda çekilmiş 1-2 güzel sahne var. Ama yine kötüler arasında iyi tadında.
İki filmin ortak noktalarından bir diğeri ise, kadın oyuncularını, tabir yerindeyse, az giyimli olarak göstermeye çalışmaları. Bu konuda Para Avı'nın akıllara zarar iki sahnesi var. Biri, kovalamaca sahnesinde kadın karakteri pantolonsuz göstermek için bulduğu bahane. Diğeri de çatışmada yaralanan kadının, bacağındaki yarayı göstermek için yine pantolonu komple çıkarması. Hatta bu sahnede olanlar, çok net bir şekilde, bir porno sahnesi girişi gibi. Yara izine bakmak için kadının bacakları arasına eğilen erkek, iyice yaklaşır ve...
Yo, yo. Merak etmeyin, bu kadarla kalıyor filmde. Ama cidden, filmin alternatif bir porno versiyonu varmış deseler şaşırmazdım. Bir de aldatma sahnesi var mesela, orada görüntü yok, ses var.
Neyse, bu iki film için fazla bile yazdım. İkisi de sinema salonlarında başka filmlerden seans koparmayı hak edecek filmler değiller. Ama işte, ev sineması piyasamız yaşıyor olsa, orada ucuzluk rafından alıp, arkadaşlarınızla eğlenmek için izleyebilirsiniz derdim.

Il Primo Giorno Della Mia Vita (Hayatımın İlk Günü):
Yaz boyunca, Cermodern'de İtalya Büyükelçiliği katkıları ile epey film izledik. Arada onlardan da bahsedeyim. Bunlar genelde, bizde vizyona girmemiş, İtalyan sinemasının önemli oyuncularını barındıran, seyirci dostu filmlerdi.
Hayatımın İlk Günü için, modern bir It's a Wonderful Life uyarlaması diyebiliriz. Toni Servillo'nun canlandırdığı meleğimiz (tam melek değil de, o kısmı filme kalsın), intihar eden 4 kişiyi, tam o anda alarak, bir hafta boyunca, onlarsız bir hayatın nasıl olacağını gösteriyor. Olası geleceklerinden birer fragman da sunuyor hatta. Bu şekilde, onları hayata dönmeye ikna etmeye çalışıyor. Gördüğünüz gibi, yapı olarak It's a Wonderful Life'a çok benziyor. Burada temel fark, 4 farklı karakterin beraberce bu yola çıkmaları ve birbirlerini etkileyerek gelişmeleri.
Karakterleri tanıyıp, intihar nedenlerini öğrendikten sonra, film hemen hemen beklediğiniz gibi ilerliyor. Ama film, çok başarılı oyuncularının da katkısıyla, sizi içine çekiyor ve kendinizden de bir şeyler bulacağınız anlar yaratmayı başarıyor. Yönetmen Paolo Genovese'nin daha önce izlediğimiz filmlerindeki tarzını devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Geniş kadrolu, sıcak, hayat üstüne bir şeyler söyleyen ve her türden seyirciye hitap edebilecek bir film. İyi bir popüler sinema örneği.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar