SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

ÇOK KANLI BİR HİNT AKSİYON SİNEMASI ÖRNEĞİ VE DİĞERLERİ

07 Ağustos 2024 Çarşamba 21:26
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Yavaş yavaş, yaz sezonunun sonuna doğru yaklaşırken, sinemalarımız yine belli başlı bazı filmler dışında, boş salonlara oynayan filmlerle devam ediyor. Toplamda geçen seneye göre, seyirci sayısı olarak daha iyi durumdayız ama bu seyirciler, belli filmlere kümelenmiş durumda. Umalım ki, sonbaharda durum daha iyiye gider. Bu hafta vizyondaki iyi ama çok kanlı aksiyon filmlerinden biriyle notlarımıza başlayacağız. Sonra, İtalyan sinemasının eski günlerine bir bakış atalım. Woody Allen’ın Fransa’da çektiği yeni ve muhtemelen son filmine değindikten sonra, bu sene vizyona girmiş filmlerden en kötülerinden ama aynı zamanda o kötülüğün farkında olarak izlerseniz, en eğlencelilerinden biriyle yazımızı bitirelim.

 

Kill (Geber!):
Tek kişilik ordu filmleri, uzun zamandır var ama son yıllarda, seviyeyi arttırdılar. Hem dövüş koreografileri iyileşti hem de aksiyonu nefes almaksızcasına tüm filme yaydılar. Burada da karakterleri tanıdığımız ilk 5-10 dakika dışında, aksiyonun içine atıyor bizi. Yine türde son yıllarda daha sık gördüğümüz gibi, bir de tüm aksiyonu tek bir mekâna sıkıştırmışlar. Bu sefer, neredeyse tümüyle trende geçiyor hikâye. Bir komando olan baş karakterimiz, sevdiği kadını trendeki haydutlardan korumak için, büyük bir mücadeleye girişiyor.
Afişte, "Hayatınızın En Kanlı Yolcuğu" demişler ya, cidden öyle. Aldığı 18+ sınırını da sonuna kadar hak ediyor. İlk 40 dakika civarında standart bir dövüş filmi şiddet seviyesi var ama sonrasında olay çığırından çıkıyor. Pek çok seyirciyi, çok rahatsız edebilir. Şiddet seviyesine şöyle bir örnek vereyim. Irréversible'da meşhur bir şiddet sahnesi vardır. Burada, hemen hemen aynısı, onlarca kanlı sahneden biri olarak kalıyor (Irréversible'ın genel rahatsızlık seviyesi apayrı tabii de).
Filmi, hikâye açısından falan değerlendirmek yanlış olur. Hikâye gibi bir derdi yok çünkü. Bize bilmemiz gereken temel bilgileri verip, aksiyona girişiyor. Karakterler de çok tek taraflı. İyiler iyi, kötüler abartılı derecede kötü. Gerçi baş karakterimizin durumu, biraz tartışmalı. Ama zaten filmi, aksiyon tarafı ile değerlendirmek lazım. O konuda çok iyi.
Son tahlilde şöyle diyelim. Dövüş filmleri sevenler, şiddetten rahatsız olmayanlar kaçırmasın, gerisi salonun kapısından içeri bile bakmasın.

 

Finalmente L'alba (Şafak Sökerken):
Yaz sezonunun, sessiz sedasız vizyondan geçen filmlerinden biri daha. 2. Dünya Savaşı'nın sonrasında, İtalya'da CineCitta stüdyolarında çekilen dev bir prodüksiyonda figüran seçmelerine katılan bir genç kızın hikayesini izliyoruz.
Aslında afiş ve fragmandan, başrolde Lily James var gibi duruyordu. Daha ünlü olduğu için, adı ilk sırada yazılmış ama başrol o değil. Hatta başta, iki kardeşten daha gösterişli olanını takip edecek gibiyiz ama öyle de olmuyor. Diğer kardeş olan Mimosa'nın hikayesini izliyoruz.
Mimosa, film yıldızlarına karşı koşulsuz bir hayranlığı olan, muhtemelen en büyük hayali, sadece bir film setinde onları görmek olan bir karakter. Hayattan beklentisi de mahallesindeki kendisi gibi sıradan bir gençle evlenmek. Ama seçmeler için gittiği film setinde, dönemin en ünlü yıldızının dikkatini çekince, işler değişiyor. Filmde de Mimosa'yı, hayran olduğu film yıldızları ile geçirdiği ve onların gerçek yüzünü gördüğü, bir gece boyunca takip ediyoruz.
Yönetmen, o parlak dünyanın altını kazımak istemiş. Bunda beli ölçüde başarılı da oluyor. Onların ne kadar yapay ve bazen ne kadar kötücül olduklarını anlatabilmiş. Ama bunu biraz fazla eski usül bir sinemayla yapıyor. Anlatılan bir yandan da Mimosa'nın büyüme hikayesi. Film, orada daha başarılı. Çekingen ve güvensiz bir karakterken, finalde tüm karakterler içinde en güçlüsü haline geliyor belki de. Hayatı değişmese de, o artık baştaki karakter değil.
Bu arada, filmin anne ve ablayı tamamen unutması da bir eksiklik. Tamam, izlediğimiz onların hikayesi değil de kız ortadan kaybolunca ne yaptılar, polise mi gittiler, film setinde arıza mı çıkardılar, hiç belli değil. Hikâyeden buharlaşıyorlar adeta.
Mimosa'yı canlandıran Rebecca Antonaci çok iyi ama aynı şeyi Lily James için söyleyemeyeceğim. Film içindeki filmde, abartılı oynaması kasıtlı muhtemelen ama filmin kendi gerçekliğinde de çok iyi değil. Oynadığı karakter, artık yaşlılığın ilk izlerini hisseden bir karakter. Lily James, o duyguyu veremiyor. Willem Dafoe, her zamanki gibi iyi ama biraz otomatiğe bağlamış olduğunu da kabul edelim. Belli bir yerden sonra kaybolmuş olsa da, anneyi canlandıran oyuncuyu da beğendim. Tam olarak, bir Anna Magnani havası verdi bana.
Sonuç olarak fena film değil ama mutlaka izleyin de demem. Ki, zaten ilk hafta sadece 538 kişi izlemiş ve çok az salonda kalmış. Bu kadar azını da hak etmiyor. Daha önce de yazmıştım ama Başka Sinema da, o kemik seyircisini kaybetmiş gibi gözüküyor. Üzücü.

 

Coup de Chance (Şans Eseri):
Yıl olmuş 2024, halen Woody Allen filmi övüyorsun demezseniz, yeni ve muhtemelen son filmine, hiç fena değil diyeceğim. Eskiden Allen filmleri için, eski bir dostla buluşmak gibi derdim. Artık dost diyemiyorum ama o ilk anda karşımıza çıkan yazı fontundan itibaren, tanıdıklık hissi yine var.
Bu kez, önce bir aşk üçgeni olarak başlayan hikâye, belli bir yerden sonra bir dedektiflik hikayesine dönüyor. Her iki taraf da Allen'ın farklı filmlerini hatırlatıyor aslında. Özellikle suç hikayesi kısmı, Match Point'i andırıyor.
Fransa'da Fransızca çekmiş olsa da, karakterleri yine Allen karakterleri. Arka planda neredeyse filmin tümünde dinlediğimiz caz müzikleri de tipik Allen temaları. Hikâyenin suç kısmı ön plana çıktıktan sonra, o ana kadar yan karakter gibi görünen anne, asıl karakter haline geliyor. O da güzel bir hamleydi. Final çok beklendik ve basit gözüktü ama daha filmin adından itibaren olayı şansa bağlayacağı belli olduğu için, itiraz edemiyorum.
Hoş filmdi ama dediğim gibi, filmi izlerken Allen'ın durumlarından ötürü insan keyifle de izleyemiyor. Keşke 88 yaşında bu filmi çektiği için, içimiz rahat övebilseydik.

 

Alien Invasion (Galaktik Saldırı: Uzaylı İstilası):
Alien Romulus öncesi, Z sınıfı bir Alien filmi izlemek istemez misiniz? İstemezsiniz muhtemelen de, ben anlatayım. Doğrusunu söylemek gerekirse, ciddi bir bilim-kurgu gerilim diye izlerseniz, tam bir rezillik, komedi diye izlerseniz, çok eğlenceli.
Bir defa, uzaylı yaratığımız, resmen Alien cosplay'i yapan bir abimiz adeta. Arada hızlı çekimle, insan üstü bir gücü olduğunu göstermeye çalışmışlar. Filmimiz, bir göktaşı ile gelen Alien yumurtasını evinde saklayan bir bilim insanı ile başlıyor. Çünkü, neden olmasın!
Bu adamın komşusunun doğum günü partisinde, gençler önce adamın havuzuna, sonra evine giriyorlar. Peki "son teknolojiyle" korunan bu eve nasıl giriyorlar? Ekibin en embesil elemanı, askerde öğrendiği fail-safe kodunu, kapıya şifre olarak giriyor çünkü. Meğerse, tüm askeri güvenlik sistemlerinde, bu kod işlermiş. Ve, bizim eleman, askerliğini muhtemelen er olarak yaptığı halde, bu kodu biliyor. Muhteşem. Ha, bu arada, bu güvenlik sisteminin olduğu kapı, nasıl bir kapı? Tahta! (çok ciddiyim)
Daha da iyisi var. (Buraya kadar da nasılsa kimse izlemez diye spoiler'dan kaçmadım ama buradan sonrası bayağı final kısmı, uyarayım). Finale doğru, yaratığımız ile karakterlerden birinin babası olan rahip, yumruk yumruğa kavga ediyorlar! Çünkü rahip, eski bir boksörmüş! Uzaylı yaratık, bu karşımdaki geri zekalı tip ne yapıyor demeden, yumruk kavgasına girişiyor. Hala, daha iyisi var. Yaratığa neyle zarar veriyorlar? Kilisedeki kutsal suyla. Şeytan çıkarma filmlerinde, şeytanın üzerine atarlar ya, hah işte o su.
Film tüm bunları bir parodi niyetiyle yapmıyor bu arada. Son derece ciddi. Ki, parodi niyetiyle yapsa, bu kadar komik olmazdı muhtemelen. Oyuncuların, özel efektlerin, atmosferin kötü olduğunu söylememe gerek yok diye düşünüyorum. Kısaca, çok kötü film, kesinlikle öneriyorum!
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar