BULLET TRAIN VE DİĞERLERİ
Bu hafta, yine vizyonda ve online platformlarda izlediğim bir grup film için yaptığım yorumları toparladım. Fazla vakit kaybetmeden filmlere geçelim.
Bullet Train (Suikast Treni):
Kâğıt üstünde, şu filmi epey sevmiş olmam lazımdı. Hatta bir film stüdyosunda, karar verici bir pozisyonda olsam, proje aşamasında yeşil ışığı yakmıştım. Ama olmadı. Çoğunlukla, bitse de gitsek diye izledim. Çoğu yorumda da gördüğüm gibi, belirgin şekilde Ritchie ve Tarantino izleri var filmde. Ama onların üzerine bir şey katamadığı gibi, yıllar önce yaptıkları önemli yenilikleri, hala çok yeniymiş gibi sunmaya çalışıyor. Asıl önemlisi bir renkli karakterler geçidi sunmaya çalışırken, karşımıza getirdiği karakterlerin çoğu, hiç de renkli değil. Mesela, Limon ve Mandalina'ya, çok fazla zaman ayırıyor. Hatta bir ara, Brad Pitt'i bile ikinci plana atacak kadar çok. Ama ikisi de o kadar ilgi çekici değiller. Ya da, çok büyük bir planı var gibi gözüken Joey King'in karakterinin gizemi ve planı ortaya çıktığında, koca bir meeeeh çekiyorsunuz. Hiroyuki Sanada abimizin karakteri, karizmayı çizdirmeden finale kadar giden, ender karakterlerden biri.
İşin aksiyon tarafı da çok tatmin etmedi açıkçası. Kötü değildi belki ama yine benzerlerini görmüştük dedirtti. Bir de, tamam bu tarz bir filmde, aksiyon çok gerçekçi olsun demeyeceğim ama, yine de bu kadar hızlı bir trenin üzerinde durulabileceğine de inandırmaya çalışmayın arkadaş.
Filmin en iyi yanı ise cameo'lardı. Telefondaki sesin kimin olduğunu zaten biliyordum da diğerleri hem eğlendirdi hem de şaşırttı. Hatta, Beyaz Ölüm'ü oynayan aktör bile şaşırttı. Önceden kast listesine bakmamakta fayda var.
Un Divan à Tunis (Arab Blues):
Yıllarca Fransa'da yaşadıktan sonra, ülkesi Tunus'a dönüp, mesleğine orada devam etmek isteyen bir psikoloğun öyküsü. Artık bir Tunusludan çok Fransız sayılabilecek Selma karakteri üzerinden, komedi kalıplarında bir kültür çatışması anlatıyor. Başta, biz Araplar, zaten kuaförde, hamamda, kahvede birbirimizle konuşup dertleşiyoruz, bunun için niye sana ayrıca para verelim diyorlar ama müşterisi de eksik olmuyor. Bir yandan da bu işi yapmak için, resmi izin almaya çalışıyor. Öyle çok önemli bir film değil ama keyifli, kafa dağıtmalık bir film olarak izlenebilir. Golshifteh Farahani de taaa Farhadi zamanlarından beri izlemekten keyif aldığım bir oyuncu zaten.
Shadow in the Cloud (Buluttaki Gölge):
Chloë Grace Moretz, kariyerinin ilk dönemlerinde epey ümit bağladığım bir oyuncuydu. Genç yaşta çok iyi filmlerde oynadı, geleceği parlak, Oscarlara yürür diyordum. Çok sağlam yanılmışım. Böyle giderse, Sharknado'da falan oynayacak korkarım. Yine yanılmayı, kariyerini toparlamasını isterim açıkçası.
Shadow in the Cloud, 2. Dünya Savaşı sırasında, gizemli bir paket taşıyan bir kadın pilotun, tümüyle erkeklerden oluşan bir uçağa binmesi sonrası gelişen olayları anlatıyor. Fakat hikâye o kadar saçma sapan noktalara gidiyor ki, inanılır gibi değil. Olayın fantastiğe bağlanmasına karşı değilim, B sınıfı filmlerden de keyif alırım ama şu filmin, o saçmalığın farkında olup, onunla dalga geçmesi lazımdı. Büyük çoğunluğunda, gayet ciddi bir hikâye anlatıyorum havasında. Sonlara doğru, artık bunu da ciddi anlatamam noktasına geliyor ama iş işten geçmiş oluyor.
Bir yandan da kadın karakter üzerinden, cinsiyetçilik eleştirisi yapmaya çalışıyor ama o da olmamış, çok yüzeysel kalmış. Bir de, sanki o döneme dair gerçek bir hikaye anlatmış gibi, finale 2. Dünya Savaşı'nda hava kuvvetlerinde görev alan kadınların gerçek görüntüleri serpiştirilmiş. Sonuç olarak, nereden tutsanız elinizde kalan bir film olmuş. Hayal kırıklığı.
Sibyl:
Zamanında popüler olan bir kitap yazan ama sonra psikoterapistlik ile hayatına devam eden bir kadının, tekrar kitap yazmaya dönmesini ama bunun için de bir hastasının özel hayatını kullanması anlatan bir film. Psikoterapistin kendi psikolojik ve etik sıkıntılarını anlatırken, sinema dünyasına da giriyor. Hatta, film içindeki filmin yönetmeni ve oyuncuları arasında bir aşk üçgeni kuruyor. Hatta denkleme psikoterapisti de katarsak, aşk dörtgeni. İzlemekten keyif aldığım oyuncular var. Özellikle Sandra Hüller, diğerlerine göre daha kısa olan rolünde, her zamanki gibi yine parlamış. Gaspard Ulliel'i son rollerinden birinde görmek de hüzünlüydü açıkçası.
Ama hikâyenin altının çok doldurulduğunu söylemek zor. Olaylar, çok beklendik manevralar yaparak ilerliyor. İzlerken sıkmıyor belki ama iz bırakacak bir film de değil. 2019'da Cannes'da Altın Palmiye için yarıştığını görünce şaşırdım açıkçası. Fransız filmi kontenjanından sızmış gibi gözüküyor.
Öksüz Kız:
Külkedisi masalının bu topraklara uyarlanmış hali. 66 dakikalık süresi ve animasyon kalitesi ile TRT ya da Kanal 7'de yayınlanan bir televizyon dizisinin bir bölümü olsa itiraz etmezdim ama sinema filmi olmak için biraz yetersiz kalmış. Aslında animasyon kalitesini de kabul ederim de 2022'de yapılmış bir filmde, bir genç kızın nihai hedefinin evlilik, babasının evlilikten tek beklediğini şeyin de ev işlerine yardım edecek bir kadın olması, çok eski kafa. İşin o kısmına da bir güncelleme lazımmış.
Filmden, yönetmen Ali Osman Emirosmanoğlu'nun muhafazakâr cenahtan olduğu anlaşılıyordu da, meğerse Ensar Vakfı'nın kurucu üyelerinden biriymiş. Hatta biyografisinde şöyle bir cümle var: "Ensar Vakfı'nın kuruluşundan beri bir nefer gibi hizmetten hizmete koştu.". Yönetmenin Ensar Vakfı'nın kurucu üyelerinden olması ile filmin Kültür Bakanlığı'ndan destek almasının bir bağlantısı olabilir mi? Bu soruyu, ucu açık olarak bırakayım.
Bu arada, yönetmenin hiç öyle bir niyeti olmadığından eminim ama bir sahnede, cinsellik çağrışımları da yakaladım. Benim kötü niyetim diyelim ama müstakbel üvey anne, baba ile tanışmaya giderken, "Ayağı büyük olanııın ....... kısmeti de büyük olurmuş" cümlesini kurup, bir de eliyle büyüklük tarifi yapınca… Neyse…
Bir Türk Masalı:
Sinemalara geri dönüşümde, afişiyle cümle alemin konuştuğu şu filmi izlemeden yapamazdım. Toprak Sergen'in, eş-dost-akraba kimi bulduysa oynattığı filmi, ilk anda akla geldiği kadar kötü değil aslında. Öksüz Kız filmi için yazdığım, bu film için de geçerli. Televizyonda, Cumartesi sabahı yayınlanan bir çocuk filmi olarak karşıma çıksa itiraz etmezdim de sinema filmi olmak için yetersiz.
Tüm konsept, iyi ve kötü, bir arada var olmalı üzerine kurulu gibi ama onun da altı pek dolmamış. Çocukların keyif alabileceği 3-5 yer var ama ben çoğunlukla bakalım şu oyuncu ne zaman çıkacak diye izledim. Yine de güldüğüm 1-2 espri de oldu. Özellikle Ege Aydan ve Burak Sergen'in sahnelerinde, yıllar önce beraber oynadıkları filme yapılan atıfa, cidden hazırlıksız yakalandım. O filmi de bugün kaç kişi hatırlıyor acaba, çok emin değilim? Zamanında fırtınalar koparmıştı halbuki.
Her neyse, sonuçta gidin sinemada izleyin diyebileceğim bir film değil de (zaten vizyondan kalktı), ilerde televizyonda denk gelirseniz, çocuğunuza izletebilirsiniz diyeyim.
Ankara’dan Etkinlikler:
Bu hafta yine, Cermodern ve Mülkiyeliler Birliği’nin açık hava filmlerinin programlarını verelim.
CerModern:
16 Ağustos Salı: Karanlık Kız (The Lost Daughter)
18 Ağustos Perşembe: Harry Potter ve Azkaban Tutsağı
19 Ağustos Cuma: Figli (Çocuklar)
21 Ağustos Pazar: Birdman
Mülkiyeliler Birliği:
14 Ağustos Pazar: Milou en mai
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN