BIG FISH'İ İZLEMEK VE VİZYONDAN SEÇMELER
Güz festivalleri yavaş yavaş başlarken, vizyon da büyük ölçüde, ay sonundaki Kuru Otlar Üstüne filmine odaklanmışken, gösterimdeki filmlerin pek de parlak olmadığını, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi serilerinin, tekrar gösterime sokulmasından ve iyi seyirci çekmelerinden anlayabiliriz. Bu hafta, ana akım sinemadan bir aksiyon ve bir korku filmine bakalım, Cage’in delice performanslarından birini daha övelim ve 20 yıl öncesinden bir modern klasiği analım.
The Equalizer 3 (Adalet 3: Son):
Yeni bir Equalizer filmine ihtiyacımız var mıydı, emin değilim ama aşırı klişe hikayesine karşın, Denzel'in karizması sayesinde, keyifle izleniyor, akıp gidiyor. Antoine Fuqua'nın kurduğu atmosfer de hiç fena değil.
Bir tek kişilik ordu hikayesi olsa da, aksiyon sahneleri çok da abartılı değil. Kahramanımız bu sahneden nasıl sağ çıktı demiyorsunuz. Bu anlamda, iyi kurulmuş sekanslar var. Kahramanımız ya deneyimiyle, ya sürpriz etkisiyle, ya da karanlıkları kullanarak işleri hallediyor. Ama işte hikâye o kadar klişe ki, her adımını tahmin ediyorsunuz ve türün akılda kalacak filmlerinden biri olmayı başaramıyor.
Denzel Washington ve Dakota Fanning'i, yıllar sonra beraberce görmek güzeldi. Bunu aynı zamanda, Tony Scott'a bir selam çakma olarak da okumak istiyorum. Hatta ben fragmandan, nedense Dakota'nın rolünün cameo tadında olacağı sonucunu çıkarmışım kafamda. Beklediğimden daha uzun bir rol olması da güzeldi. Gerçi o acemi ajan karakteri de binlerce kez gördüğümüz bir klişe ama olsun.
Neticede, önceki filmleri sevenler için, doyurucu bir final ama tadı da uzun süre damağınızda kalmayacaktır.
The Nun II (Dehşetin Yüzü 2):
Bu film için de söze, yeni bir Nun filmine ihtiyacımız var mıydı, emin değilim diye başlayabilirim. Ki bence, ilkine de çok ihtiyacımız yoktu ama neyse. Yine de bu film için, ilkine göre daha iyi kurulmuş sahneler barındırıyor diyebilirim. Ama yine çoğunlukla jump scare’lere dayanan bir film. Aslına bakarsanız, Valak adı verilen, kötücül rahibe için bulunan imge ve karanlıklarda bu imgenin belli belirsiz görülerek tedirginlik yaratması olayı iyi düşünülmüş ama iki filmdir olayı sadece bunun üzerine kuruyorlar ve bu da iyi bir film için, tek başına yeterli olmuyor. Finalde, işin içine doğaüstü bir varlık daha eklemişler ama o sahneler de işi korkudan ziyade aksiyona taşımış.
Yine de ilk bölümdeki kimi tedirgin edici anlar ve özellikle fragmanda da görülen, bir dergi reyonunda, dergilerin üzerindeki resimlerin yavaş yavaş Valak’a dönüştüğü sahne (filmin en iyi sahnesi) sayesinde, ilk filmin bir tık üzerine çıkabiliyor. Yine de sadece türün sadık hayranlarına tavsiye edebilirim.
Bu arada, Narnia Günlükleri’nden sonra ortadan kaybolan, Anna Popplewell’i tekrar görmek de güzeldi. Aslında, bu süreçte kariyerine devam etmiş ama öne çıkan bir filmde yer almamış. Eh, aradan geçen zamanda da artık anne rollerine çıkmaya başlamış.
Sympathy for the Devil (Şeytana Sempati):
İşte tam olarak, Nicolas Cage olmazsa, olmazdı diyeceğiniz bir film. Büyük ölçüde iki kişi arasında geçen ve sıkıcı olabilecek bu filmin ihtiyacı olan şey, Cage’in abartılı ve manyağa bağlayan performansı imiş. 90 dakikalık süresine rağmen, uzadığı her anda, Cage’in devreye girişleri ile film de enerjisini tekrar toparlıyor.
Karısının doğumuna yetişmeye çalışan bir adamın arabasına binen ve onu kaçıran bir kötü adamın hikayesini anlatan film, ahlaki ikilem açısından tüm yatırımını finaldeki sürprize göre yapmış ama o sürprizi yeteri kadar etkili kılamadığı için, seyirciden karşılığını da alamıyor. Senaryonun ve diyalogların da çok güçlü olduğunu söylemek mümkün değil. Ama işte Cage faktörü tek başına, filmin seviyesini yukarı çekiyor. Karşısında Joel Kinnaman da benzer bir performans sergileyebilse, ortaya daha da iyi bir film çıkabilirmiş.
Big Fish (Büyük Balık):
Her sinemaseverin, izlemediği büyük filmler vardır. İtiraf ediyorum, Big Fish de benim için bunlardan biriydi. Her nedense buralarda vizyona girmemişti, sonradan DVD'sini aldım, galiba Blu-Ray'ini de aldım, Netflix'de karşıma çıktı ama kısmet Cermodern açık hava sinemasınaymış.
Şimdiye kadar duyduğum tüm övgülere hak veriyorum, harika filmmiş. Böylece Tim Burton filmografisindeki, tek eksiğimi de tamamlamış oldum. 2000'lerdeki en iyi filmi olduğu konusunda çok netim de, toplamda da en iyi 3-4 filmi içine çok rahat girer.
İnanamadığım bir şekilde, film çıkalı 20 yıl olmuş ama filmin hikayesini çok da öğrenmemişim. Bir baba-oğul hikayesi olduğu ve Burton'ın fantastik dokunuşlarını içerdiğini biliyordum ama detaylar konusunda çok fikrim yoktu.
Gerçekten de Burton'ın dünyasının, gerçekle en iyi uyum sağladığı filmlerden biri ve onun böyle hikayeleri sevmesi ve anlatması ile ilgili de çok şey söylüyor. 20 yıl önceki hallerini görüp, sürekli olarak, ne kadar gençmişler diye düşündüğüm oyuncuların hepsi çok iyi. Bu arada Alison Lohman'ı, Jessica Lange'in gençliği olarak seçmek ne kadar da doğruymuş. Bir an gençleştirme efekti mi kullandılar acaba dedim.
Bir itiraf daha. Filmin nereye gittiği belliydi ama yine de gözyaşları içinde bitirdim. Yaş almamla ilgili diyeceğim ama sanırım 20 yıl önce izlesem daha da kötü olurdum. Babamı kaybettiğim zamana daha yakındı çünkü. Neyse, ben de şimdi olayı duygusala bağlamayayım, 20 yıllık filmi de daha fazla övmeyeyim. Sadece benim gibi halen izlemeyen varsa, yarından tezi yok, izlesin diyeyim.
Haftaya, kısmetse Adana Altın Koza izlenimlerinde, görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN