BERLINALE 2023 İZLENİMLERİ 3 – PANORAMA, FORUM, KLASİKLER VE DİĞERLERİ
Geçtiğimiz haftalarda Berlin Film Festivali (Berlinale) izlenimlerine başlamıştık. Bu hafta, kalan bölümlerle festival turumuzu tamamlayalım.
PANORAMA:
Panorama bölümü, festivalin seyirci ödülü verilen ve en kalabalık jürinin ödül verdiği bölüm şeklinde lanse edilen bölümü. Bu bölümde biraz daha seyirci dostu filmlerin olduğu söylenebilir.
La Bête dans la jungle (The Beast in the Jungle):
Yönetmen Patric Chiha, Henry James’in 1903 yılında yazdığı öyküyü, 1900’lerin sonu, 2000’lerin başını arka planına alan bir anlatıya dönüştürmüş. Birbirlerine saplantılı bir şekilde bağlı ve hayatlarını değiştirecek bir olayı bekleyen çiftimiz May ve John’un bir gece kulübünde geçirdikleri yılları izliyoruz. Bu arada aslında dünyada pek çok kişiyi etkileyen büyük olaylar da oluyor. Bunların bazıları onları da etkiliyor, bazıları teğet geçiyor ama onlar beklemeye devam ediyorlar. Yönetmen Chiha, çiftimizin beklemesini ve gece kulübündeki müziğin değişimini ön planda önümüze getirirken, 1970’lerden 2010’lara kadar dünyada gelişen önemli olayları da anlatıyor.
Aslında fikri ilginç buldum. Anaïs Demoustier ve Tom Mercier de zıt kutupların birbirini çektiği durumlara örnek, iyi bir ikili olmuşlar (itiraf edeyim, filmi seçme nedenim Anaïs Demoustier idi). Gece kulübünün sahibini canlandıran Béatrice Dalle ise her zamanki gibi, bu dünyanın dışından gelen karizmasını filme taşıyor. Ama film çok da içine çekemedi beni. Belki de daha önce Disco Boy’da da yazdığım gibi, filme ağırlığını koyan müziği çok fazla sevmediğim için. Belki de bir rock bar’da geçse, çok daha fazla severdim.
Femme:
İngiltere yapımı Femme filmi, bizi önce bir gece kulübünde Afrodit adıyla drag queen olarak sahneye çıkan Jules ile tanıştırıyor. Sonra onu uzaktan gizlice izleyen bir adamı, onunla birlikte fark ediyoruz ve sonrasında Jules sigara almaya çıktığında, onu uzaktan izleyen bu adam, homofobik arkadaşlarının da gazıyla, onu öldüresiye dövüyor. Jules aylar boyu travma içinde yaşadıktan sonra, bir gün tesadüf eseri, kendisine saldıran adamı bir gay saunasında görüyor. Kostümsüz ve makyajsız olunca, tanınmayan Jules, bir intikam planı ile saldırganına yaklaşıyor ve onu kendine aşık ediyor. Cinsel kimlikler ve homofobi/transfobi üzerine bir film Femme. Eşcinsellere ve translara çok sert tepki gösterenlerin, sürekli “erkek” olduğunu vurgulayanların içinde, aslında çevreden gizlemeye çalıştıkları bir taraf olabileceğinin de altını çiziyor (hepsi böyledir demiyor elbette).
İki başrol oyuncusu da çok başarılı. Çok ana akım bir film olmamakla birlikte, tanıtımı doğru yapılırsa, önümüzdeki dönem, Nathan Stewart-Jarrett ve yıldızı adım adım yükselen George MacKay’in adlarını, bazı oyuncu ödüllerinde görebiliriz.
Hello Dankness:
Festivalin en keyif aldığım filmlerinden biri. Kendilerine Soda Jerk ismini veren, Avustralyalı iki kız kardeşten oluşan yazar, yönetmen, kurgu vs. ekibi (evet, filmin neredeyse her şeyini kendileri yapmışlar), 2016’dan pandemi dönemine kadar geçen Amerikan siyaseti üzerine güzel bir taşlama yapmışlar. Bunu yaparken de aslında hiç yeni görüntü kullanmamışlar. Sinema tarihinden (çoğunlukla 80’ler ve 90’lar Amerikan sineması) örneklere gömülmüşler. Harika bir kurgu ile bu görüntülerden bir anlatı kurmuşlar. Görüntüleri bazen manipüle etmişler, içlerine başka şeyler eklemişler, ses bandını değiştirmişler ama zaten var olan materyalleri kullanarak bunu yapmışlar. Bu sayede filmin başrollerinde, hiç haberleri olmadığı halde, Tom Hanks, Annette Bening, Mike Myers gibi isimler var.
Filmdeki eleştiri oklarının çoğunlukla Trump’ı hedeflemesi beklenen bir durum ama Hillary Clinton’dan Bernie Sanders’a kadar pek çok isim de eleştirilerden nasibini alıyor. Bazı yerlerde mizahının biraz fazla kaba olduğunu söyleyebiliriz. O kısımları çok sevmedim ama onlarca, hatta yüzlerce farklı filmden kurgu yapıp, bir hikâye oluşturmak cidden deli işi. Filmin sonunda, hangi filmlerden görüntüler kullanıldığını, Amerikan başkanlarının dönemine göre listelemişler. Trump dönemini en iyi anlatan filmlerin, Reagan döneminden gelmiş olması da güzel bir detaydı. Bu arada film sonunda yönetmenlere, kaçınılmaz olarak, telif haklarının nasıl halledildiği sorusu geldi. Benim de aklımdaki ilk soru buydu. Hiç kimseye sormadık ki benzeri bir cevap verdiler.
Inside:
Çok lüks bir binanın, daha da lüks çatı katı dairesine, pahalı bir tabloyu çalmak için giren bir hırsız, alarm sisteminin beklenmedik bir şekilde çalışması ve daireden tüm çıkışların otomatik olarak kapanması üzerine, içeride hapis kalır ve olaylar gelişir. Aslında tipik bir tek mekân filmi ama içinde hapis kalınan mekân çok konforlu ve büyük. İlk başta, Willem Dafoe’nun canlandırdığı karakterin ev sahipleri geri dönmeden dışarı çıkmak zorunda olduğu için, zamana karşı bir yarış izleyeceğimizi düşünüyoruz. Ama ev sahipleri uzun süreli bir yolculuğa çıktıkları için asıl sorun, susuzluk, açlık ile klimadaki sorun nedeniyle evin fazlasıyla sıcak ya da soğuk olması, hatta su olmayınca tuvalet meselesi gibi durumlar oluyor. Willem Dafoe, fiziksel rollerde kendisini zorlamayı seven bir aktör. Burada da tam böyle bir rolde. Karakterin mekanla tüm mücadelesini seyirciye hissettirmeyi başarıyor.
Yönetmen Vasilis Katsoupis, mekânı iyi kullanmayı başarmış ama ortada kısıtlı bir konsept olunca, olay bir yerden sonra tekrara düşüyor. Ayrıca senaryoyu da çok sağlam bulmadım. Örneğin, filmin en başında dışardan hırsıza yardım eden eleman, bağlantıları kesildikten sonra ne yapıyor, belli değil. En azından, ben yakalayamadım. Yine de tam bir one-man-show olan filmi, Dafoe hayranlarına, gönül rahatlığı ile önerebilirim.
FORUM:
Festivalin Forum bölümü, yeni anlatılar yakalamaya niyetli sinemacıların filmlerine yer veriyor. Özellikle bu bölüm için festivali takip edenler olduğunu biliyorum.
Dearest Fiona:
Yönetmen Fiona Tan, yıllar önce (gençlere not: Internet olmayan tarih öncesi zamanlar) okumaya gittiğinde babasının ona yazdığı mektupları toparlayıp, karşımıza getirmiş. Film boyunca bir dış ses, bize mektupları okuyor. Bu mektuplar başlarda, memleketten haberler ve kendine iyi bak şeklinde iken, giderek hüzünlü bir hikâye anlatımına dönüyor. Peki, yönetmen açısından çok kişisel bir tarafı olan bu filmde, görüntü olarak ne izliyoruz? Çok önemli bir arşiv çalışması sonucunda bulunmuş, Hollanda’nın yüzyılın başından gelen görüntüleri. Bu görüntülerin, okunan mektuplarla bir ilgisi var mı? Hayır. En azından ben bulamadım.
Filmin her iki aksı da izlemeye değer aslında. Mektuplardaki içten hikâye de Hollanda’nın geçmişinden gelen görüntüler de farklı açılardan merak uyandırıcı. Ancak bu iki aksın birleşmesinden ortaya bir sinerji çıkıyor mu, emin değilim. Belli ki yönetmen, böyle bir seyir deneyimini hedeflemiş. Farklı sinema anlayışlarından hoşlananlara diyeyim.
Unutma Biçimleri (Forms of Forgetting):
Burak Çevik’in filmleri, Berlinale’de kendisine yer bulmaya devam ediyor. Gerçekten de Forum bölümüne çok yakışan filmler çekiyor zaten. Yine bildik hikâye anlatım kalıplarının dışına çıkan Çevik, bu sefer Erdem Şenocak ve Nesrin Uçarlar’ın aralarındaki sohbeti, dış ses olarak dinlediğimiz ve bu sohbetle bir şekilde ilgili görüntüleri izlediğimiz bir film yapmış. Film, isminden de anlaşılabileceği gibi, insanların herhangi bir olayı, mekânı ya da hayali nasıl hatırladıkları, bunu çevreye nasıl aktardıkları üzerinden ilerliyor. Filmin birkaç farklı bölümden oluştuğu söylenebilir. Benim en beğendiğim kısım, Erdem Şenocak ve Nesrin Uçarlar’ın kendilerinin de perdede göründüğü bölümdü. Perdede gördüğümüz Erdem ve Nesrin, tanışmaları, ilişkileri ve ayrılmaları üzerine konuşuyor ve o günleri, bazen aynı, bazen farklı şekillerde hatırlıyorlar. Ama bu kadarla kalmıyor, dış ses olarak duyduğumuz Erdem ve Nesrin de iki sene önce çekilmiş bu görüntüler üzerine konuşuyorlar ve ilişkileri ile birlikte, söz konusu görüntülerin çekildiği zamanı da hatırlıyorlar. Böylece, birkaç katmanın iç içe girdiği bir anlatı izliyoruz. Erdem Şenocak ve Nesrin Uçarlar eskiden gerçekten sevgili miydi (zamanında aynı tiyatro ekibinde oldukları dışında bir magazin bilgim yok), bu sahnede dinlediklerimiz gerçek konuşmaları mıydı, Burak Çevik’in metinleri miydi bilmiyorum ama her iki durumda da, aslında filme bir katman daha ekleniyor.
Bu bölüm dışında da ilgi çekici yerler olsa da bazı kısımları da Felsefe 101 tadında buldum. Mesela, Theseus'un gemisi paradoksu ile ilgili konuşma. Bu ve benzeri kısımlar, bildiğimiz kavramların tekrarlanması gibi geldi. Sonuçta, sevdiğim ve sevmediğim bölümleri ile yine izlediğime memnun olduğum bir Burak Çevik filmi oldu.
GENERATION 14PLUS:
Bu bölümde 14 yaş üstü gençlere seslenen filmler gösteriliyor. Buradan sadece bir film izleyebildim.
Mutt:
Son yıllarda trans bireylerin hikayelerinin filmlerde daha görünür olması sevdirici. Hem Sundance hem de Berlinale’de gösterilen bu film, New York’da yaşayan ve geçmişi ile bağlarını koparmaya çalışan, genç bir trans erkeğin, bir gününü anlatıyor. Filmin hem yönetmen/senaryo yazarının, hem de başrol oyucusunun trans erkekler olduğunu düşünürsek, karakterin yaşadıklarını iyi anladıklarını düşünebilir. Lío Mehiel’in canlandırdığı Feña karakteri, bu 24 saat içinde, geçmişinden üç farklı karakterle, eski sevgilisiyle, küçük kız kardeşiyle ve babasıyla karşı karşıya geliyor ve aslında geçmişi silemeyeceğini, geçmişiyle barışarak ya da hesaplaşarak hayatına devam etmesi gerektiğini anlıyor. 24 saat içinde bu üç kişi ile birden karşılaşmanın ve başlarına gelen bazı olayların tesadüflerin sınırlarını zorladığı söylenebilir ama bu karşılaşmalar daha uzun bir zaman dilimine de yayılsa, çok fark etmezdi zaten. Filmin dertlerinde değişen bir şey olmazdı.
Feña’nın tüm bu karakterlere kurduğu iletişim, çekinceleri, utandığı şeyler ve rahat davrandığı konular çok doğal yazılmış. Zaten filmin en büyük artısı da bu bence. Karakterlerin hepsi çok doğal ve gerçekler ve bize kendilerini inandırabiliyorlar. Bu da hem senaryonun hem de oyuncuların başarısı. Hem yönetmen hem oyuncular, çok genç isimler (baba hariç tabii ki). Umarım yolları açık olur.
PERSPEKTIVE DEUTSCHES KINO:
Bu bölümde, diğer bölümlerde kendine yer bulmamış Alman filmleri gösteriliyor. Buradan da sadece bir film izleyebildim.
Nomades du nucléaire (Nuclear Nomads):
Festivallerde bazen çok aklınızda olmayan ama programınıza uygun olduğu için izlediğiniz filmler oluyor. Açıkçası bu film de onlardan biriydi ama etkili bir yapımdı. Fransa’daki nükleer reaktörlerde çalışan işçilerin hayatlarına odaklanan bu belgesel, her şeyin kurallara uygun şekilde yürüdüğü ülkelerde bile, nükleer santralde çalışmanın ne kadar zorlu ve tehlikeli bir iş olduğunu ve bunu işi yapanların toplumun gelir düzeyi alt seviyelerinde olan insanlar olduğunu gösteriyordu. Firmalar bu elemanları, dönemsel işçi olarak alıyorlar. Çünkü yıllar boyu çalışılacak bir iş değil ve sınırların üzerinden radyasyona maruz kalırlarsa ayrılıyorlar. Benzerlerine göre iyi ücret alıyorlar ama aldıkları sağlık riskine değer mi, tartışılır. Bazı işçiler eşlerini ve çocuklarını geride bırakıp, yılın belli bir bölümünü nükleer santrallerde geçirirken, bazıları da karı-koca olarak çalışıp birkaç yıl içinde belli bir para biriktirip, sonrasında daha stabil bir hayat sürme peşinde.
Yönetmenler, bizi bu işçilerin hayatlarına ortak ederken, nükleer santralleri de uzaktan, korkutucu birer canavar gibi resmetmişler. Çok yerde karşınıza çıkacak bir film değil muhtemelen ama ben en azından İşçi Filmleri Festivali’ni düzenleyenlere, bir bakın diyeyim.
HOMAGE / RETROSPECTIVE / BERLINALE CLASSICS:
Berlinale’de her sene çok fazla klasik film de gösteriliyor. Bunlar temel olarak 3 farklı bölüm altında toplanmış durumda. Bir kısmını daha önce izlemiş olsam da bazı filmleri tekrar tekrar izlemek ve sinema perdesinde izlemek, apayrı bir duygu. Festivallerin bu tarz gösterimlerini destekliyorum. Bu üç bölümdeki filmlerden izlediğim beş filme toplu olarak bir göz atayım.
Homage bölümünde, her yıl bir sinemacıya onur ödülü veriliyor ve onun filmlerinden bir toplu gösteri yapılıyor. Onur ödülünün bu yılki sahibi, benim de çok sevdiğim bir yönetmen olan Steven Spielberg idi. Her zaman söylediğim gibi, sinema sevgimi oluşturan yönetmenlerden biri. Özellikle E.T., üzerimde inanılmaz bir etki bırakmıştı. Bu nedenle, onur ödülü aldığı törene gitmek, onu canlı olarak görebilmek, aramızda metrelerce uzaklık olsa da aynı mekânda olabilmek, benim için çok önemliydi. Ödülü alırken de harika bir konuşma yaptı ve aynı hızla çalışmaya devam edeceğinin sinyallerini de verdi. Ödülü takdim eden konuşmayı neden Bono’nun yaptığı (evet, U2-Bono), bir muammaydı bu arada. Ödülü bir müzisyen takdim edecek dediklerinde, acaba John Williams mı demiştim ama sahnenin arkasından Bono çıktı. O da, John Williams’ı beklemiştiniz değil mi, dedi zaten. Bono, başka bir film için Berlin’deydi. Hazır buradayken, ödülü de o takdim etsin mi dediler, nedir?
Ödül töreninin sonrasında, The Fabelmans filmi gösterildi. Daha çok yeni izlediğim için, daha eski filmlerinden birinin gösterilmesini tercih ederdim ama yaşam boyu başarı ödülü alırken gösterilen filmin de kendi gençliğine ve sinema sevdasına baktığı film olması da çok uygundu aslında. Tekrar izlerken de çok keyif aldım ama yakın zamanda bol bol övdüğüm için tekrarlamayayım.
Spielberg’ün bu bölümde gösterilen sekiz filmi içinden diğer izlediklerim de Jaws ve Raiders of the Lost Ark (Kutsal Hazine Avcıları) oldu. Her ikisini de ezbere biliyorum ama ilk kez sinema perdesinde izlemek çok güzeldi. Özellikle Jaws, Spielberg’ün ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu, gerilim kurmayı da karakterlerini seyirci ile özdeşleştirmeyi de ne kadar iyi becerdiğini en iyi gösteren filmlerden biri. Filmde tek bir boş an, ustalıkla kurulmamış tek bir kadraj bile yok neredeyse. Kutsal Hazine Avcıları ise eğlence sineması dediğimiz kavramın en iyi örneklerinden biri. Bu filmlerin üzerinden 45-50 yıl geçmiş ama hala tıkır tıkır işliyor, günümüz seyircisini de yakalıyor. Tamam, bazı efektler günümüz için eski kalmış ama filmler o kadar iyi ki, o efektler de rahatsız etmiyor.
Gelelim Retrospective bölümüne. Bu bölümde her yıl belli bir tema seçiliyor ve ona uygun filmler gösteriliyor. Bu yıl, coming-of-age filmleri seçildi (büyüme hikayeleri diyebiliriz). Filmleri de önemli sinemacılar seçmişti. Aslında bu bölümdeki her filmi izlemek isterdim ama sırf bu bölümde, 28 film vardı. Sadece birini izleyebildim, o da: Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü). Bu filmi System Crasher filmiyle tanıdığımız Nora Fingscheidt seçmişti ve filmden önce bir sunum konuşması da yaptı. Filmi ne kadar sevdiğinden ve her ne kadar baş karakteri, yetişkin bir erkek olsa da, film sürecinde aslında adeta ergenlikten yetişkinliğe geçiş benzeri bir süreç yaşadığından bahsetti. Groundhog Day, zamanında sinemada izlemediğim bir filmdi. Çok ilgimi çekmemişti sanırım. Sonradan çevresindeki beğeni halkası yükselince televizyonda izlemiş ve beğenmiştim ama galiba hep Türkçe dublajlı izlemiştim. İlk kez sinemada ve ilk kez orijinal sesiyle izlemek çok güzeldi. Bill Murray, zaten her zaman harika diyor ve bu klasik film hakkında ne diyeyim ki diyerek geçiyorum.
Retrospective bölümü ile ilgili ufak bir not düşmeden geçemeyeceğim. Juliette Binoche, bu bölüm için Trois couleurs: Bleu (Üç Renk: Mavi) filmini seçmiş. Binoche’a delice hayran olduğumu bilen bilir ama kendi oynadığı filmi de seçmeseydi iyiymiş. Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olsa bile.
Berlinale Classics bölümünde ise, adından anlaşılabileceği gibi, daha önceki yıllarda festivalde gösterilmiş filmlerden bir seçki oluyor. Bu bölümden de sadece bir film izleyebildim: 1990, Macar yapımı Szürkület (Twilight). Dürrenmatt’ın kısa bir öyküsünden serbestçe uyarlanan filmde, küçük bir kız çocuğuna tecavüz edilip öldürülmesi vakasını araştıran bir dedektifi takip ediyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse temposu ile beni çok zorlayan bir film oldu. Hayatımda izlediğim en yavaş filmlerden biri olabilir. Film sonunda, katıda bulunanlar arasında Béla Tarr’ın adını görünce, tamam dedim, anlaşıldı. Tarr’ın filmleri genelde severim gerçi ama onların da çok yavaş olduğunu inkâr edemeyiz. Bu filmi Tarr’ın filmleri seviyesinde bulmadım ama siyah-beyaz görselliği çok başarılıydı. Festival temposuna girilmeyen bir zamanda, daha sakin bir kafa ile tekrar izlenebilir.
BERLINALE SHORTS:
Festivalin kısa filmler bölümünde, sadece 4 film izleme şansım oldu. Onlardan da kısaca bahsedeyim.
The Waiting (Das Warten):
Kimi kurbağa türlerinin yok olmasını araştıran bir belgesel-animasyon. Yönetmen filmi, bir suç filmi gibi kurmuş ve bu durumun arkasında ne olduğunu araştırıyordu. Hem anlattığı konu hem de kullandığı animasyon teknikleri ilgi çekiciydi. İzlediğim kısa filmler içinde, en sevdiğim oldu.
Mwanamke Makueni (A Woman in Makueni):
Kenya’da bir kadınlar hapishanesinde yatan karısını görmek için uzun yollardan gelen bir adam, ziyaret saatini kaçırır ve ne kadar ısrar ederse etsin, içeri giremez. Ama o karısını görmek, onunla konuşmak, hasret gidermekte kararlıdır. Öyle ya da böyle. Beklemediğiniz bir finale ilerleyen, duygusal bir kısa filmdi ve kısa süresinde derdini anlatabiliyordu.
Back:
Kendisi de 2016 yılında, Suriye’den Hollanda’ya kaçmış olan yönetmen Yazan Rabee, 7 dakikalık bu kısa belgeselde, ülkesinin geçirdiği yıllara kişisel bir bakış atıyordu. Yönetmenin kişisel duyguları, filmi benzerlerinden ayıran noktaydı.
Marungka tjalatjunu (Dipped in Black):
Festivalde jüri ödülü ve Teddy ödülü alan bu kısa film, Avustralya’dan geliyordu. Avustalya yerlilerinden olan Derik Lynch’in yönetmen olarak kendi hayatına baktığı ve aynı zamanda kamera önüne geçtiği bu filmde hem yerli olarak, hem queer olarak ötekileştirilmiş bir kişinin kendi köklerine dönerek özgürleşmesini anlatıyordu. Filmin, muhtemelen ilk kez duyduğumuz Yankunytjatjara dilinde olduğunu da not olarak düşelim. Dünyadaki en eski kültürlerden biri olduğu belirtiliyor.
Haftaya, umarım artık vizyon filmlerinde, görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN