BERLINALE 2023 İZLENİMLERİ 2–ENCOUNTERS VE BERLINALE SPECIAL
Geçtiğimiz hafta, Berlin Film Festivali (Berlinale) izlenimlerine, ana yarışmadaki filmlerle başlamıştık. Bu hafta Encounters ve Berlinale Special bölümleri ile devam edelim. Haftaya da bir terslik olmazsa, diğer bölümlerdeki filmlere bir göz atarız.
ENCOUNTERS:
Encounters, festivalin birkaç yıl önce programına eklediği, yarışmalı bir bölüm. Daha farklı, yenilikçi sinema anlayışlarına yer veren Forum bölümü ile ana yarışma arasında konumlanan bir bölüm olduğu söylenebilir. Gerçi ilk yıllarında, ana yarışmadan daha heyecan verici bir seçkisi olduğunu düşünmüştüm. Bu yılki seçki, en azından izlediğim filmler, o kadar heyecan verici gelmedi. Bu bölümdeki 16 filmden, 7’sini izlemişim. Yanlış filmler de seçmiş olabilirim elbette. Yine alfabetik sırayla, izlediğim filmlere bir göz atalım.
The Adults:
Dustin Guy Defa yeni filminde, doğup büyüdüğü bir kasabaya geri dönen Eric karakterini merkezine alıyor. Aslında Eric’in başta, hiç orada kalmak gibi bir niyeti yok. Hatta ziyaretini saatlerle kısıtlı tutmak niyetinde. Gelip eski arkadaşının bebeğini görecek, belki kız kardeşleri ile bir merhabalaşacak ve geri dönecek. Fakat saatler saatleri, günler günleri kovalıyor, Eric bir türlü geri dönemiyor. The Adults için, bir karakter draması diyebiliriz. Temel olarak Eric ve annelerinin ölümü sonrası bağları kopan kız kardeşlerinin tekrar bir araya gelmelerini, aralarındaki bağları tekrar kurma çabalarını anlatıyor. Elbette filmin adından da tahmin edilebileceği gibi, bir türlü büyüyemeyen erkek karakterin büyüme öyküsü bir yandan da.
Amerikan bağımsızlarının temel özelliklerini taşıyan bir film. İyi bir senaryo ve sağlam oyunculuklara dayanıyor. Bir yönüyle “mumblecore” alt türüne de dâhil edebiliriz. Michael Cera, Hannah Gross ve Sophia Lillis çok iyi bir uyum yakalamışlar. Özellikle kardeşlerin ya da yakın arkadaşların o başkalarının içine giremediği iletişim biçimlerini yansıtmakta iyiler. It filminden gençlerin en iyisi Sophia Lillis, burada da doğru adımları atarsa, geleceğin önemli oyuncularından biri olabileceğini gösteriyor.
Here:
Encounters bölümünün, en iyi film ödülünü ve Fipresci ödülünü kazanan film. Şimdi peşinen şunu söyleyeyim. Berlin’e gittiğim gün, yol yorgunluğu ile izlediğim bir filmdi, hakkını verebildiğimi zannetmiyorum. Böyle biraz daha ağır tempolu, seyirciden katılım isteyen filmleri yorgunken izlememek lazım. Yine de filmin bana bıraktığı hissi yazayım.
Film, Belçika’da çalışan Romanyalı bir inşaat işçisi ile bitkiler üzerine çalışan Çinli bir doktora öğrencisinin yakınlaşması üzerinden ilerliyor. Ama yakınlaşma derken akla bildik bir aşk hikâyesi gelmesin. Çoğunlukla hikâyeden çok, küçük anlar, ince detaylar ve güçlü görseller üzerinden kurulmuş bir yapısı var. Ya da ben yorgunluktan, hikâyeye çok odaklanamamış da olabilirim. İyi olduğunu düşünmekle beraber hakkını vermek için, bir kez daha izlemem gerektiğini düşündüğüm filmlerden. Bizdeki festivallerden birine ya da dijital platformlardan birine gelince, tekrar izlemeliyim.
Im toten Winkel (In the Blind Spot):
Ayşe Polat’ın yeni filmi Im toten Winkel, Encounters bölümün en sevdiğim filmlerinden biri oldu. Türkiye’de yaşadığımız için, anlatılan hikâyeyi ve arka planını daha kolay anlayabilmemizin de etkisi olabilir. Kürt kökenli Alman bir sinemacı olan Polat, 90’larda ortadan kaybolan Kürtler, kaybolan/ölen çocuklarını arayan anneler, bunun günümüze etkileri ve suçluluk duygusu üzerine bir film yapmış. Politik bir film ama mesajını önemseyip, sinemasını ihmal eden filmlerden biri değil. Tam tersi, çok sağlam bir sinema duygusu var.
Film, farklı türler arasında geziniyor. Önce, Türkiye’nin doğu bölgelerinde (il adı veriyor muydu, hatırlamıyorum) yıllar önce oğlunu kaybetmiş ve halen onu bekleyen bir annenin belgeseli gibi başlıyor. Ufaktan ufaktan, Alman kamera arkası ekibi de hikayeye dâhil oluyor ve olayları daha farklı bir bakış açısı izlemeye başlıyoruz. Hikaye ilerledikçe, ekibe çevirmen olarak yardım eden kadın ve onun sete getirdiği küçük kızın da dâhil olduğu bir suç hikayesi ve geçmişin günahları filmi haline dönüyor. Hatta filmin küçük kız üzerinden yürüyen bir paranormal tarafı da var ki, son zamanlarda festivallerde gördüğümüz, politik hikâyeleri gerçeküstü dokunuşlar ile anlatma trendine de uygun.
Bunun yanında Ayşe Polat, belgesel ekibinin kamera görüntülerinden başlayarak, cep telefonunu, gizli kamera görüntüleri gibi unsurları da anlatısına dâhil ederek, herkesin birbirini izlediği, özellikle suçlular arasında, kimsenin kimseye güvenmediği tekinsiz bir anlatı da kuruyor. Oyuncular arasında, kısa ama kritik bir rolde Rıza Akın’ı görmenin de bir hüzün yarattığını eklemeliyim.
Kletka ishet ptitsu (The Cage Is Looking for a Bird):
Berlinale’de bu yıl Rusya’nın yapımcıları arasında olduğu sadece bir film vardı. Elbette bunun, festivalin başından sonuna kadar vurgulanan Ukrayna ile dayanışma durumu ile ilgili olduğunu düşünmek lazım. Aslında, temel olarak Çeçenistan yapımı bir filmdi bu. Ortak yapımcısının da Fransa’dan olduğunu unutmayalım. Müslüman Çeçenlerden oluşan bir topluluk içinde geçen filmde, genç kadın karakterlerin öykülerini izliyoruz. Zaten kaçırmadıysam, filmde yetişkin bir erkek gözükmüyor. Ailenin babası zaten savaşta ölmüş, ablanın ayrılmak istediğini eşini de hiç görmüyoruz. Karakterlerin duygu durumlarını, özgürlük arayışlarını iyi yansıtan bir film olduğunu söyleyebiliriz. Yönetmen Malika Musaeva da dar kadraj ve sakin bir sinema duygusu ile bunu iyi yansıtmış. Muhtemelen dijitale değil filme çekilmiş ya da bu hissi geçiren bir yapım. Görsel açıdan doyurucu bir film olsa da çok yeni bir şey anlatmadığını düşünebiliriz. Yine de izlemeye değer bir film.
mul-an-e-seo (in water):
Hong Sang-soo’nun favori yönetmenlerimden biri olmadığını söyleyerek başlayayım. Sevdiğim filmleri var ama son dönemlerde, bunların sayısı epey azaldı. Çok üretken bir isim. Bu yüzden hemen her festivalde bir filmini görmek mümkün. Filmleri de genellikle bir saat civarında olunca, çok seveceğimi tahmin etmesem de izliyorum. Bazen güzel sürprizler de çıkıyor çünkü. Fakat bu sefer öyle olmadı. Aslında, Sang-soo yine sinema dünyasından karakterleri karşımıza getiriyor ve çok küçük bir oyuncu kadrosu ile minimalist bir filme imza atıyor ve bildiğimiz tarzını sürdürüyor diyebilirdik. Filmin farklı görsel yapısını dikkate almasaydık. Ama dikkate alınmayacak gibi de değil. Çünkü Sang-soo, neredeyse tüm filmi bulanık olarak çekmiş. Belki bir tek kapalı mekânlardaki 1-2 sahnede, görüntü daha net ama onun dışında, tümüyle bulanık. Açıkçası bu tercihin beni, fiziksel olarak çok rahatsız ettiğini söylemek zorundayım. 3 boyutlu film izleyemiyorum, midem bulanıyor diyen bazı seyirciler oluyordu. Bu filmde ona benzer bir durum hissettim. Büyükçe bir perdede de izleyince, çoğunlukla görüntüye bile bakamadım. Bu nedenle film hakkında bir değerlendirme yapamıyorum. Belki küçük ekranda, daha rahat izlenebilir.
Viver Mal (Living Bad):
Ana yarışmada yer alan Mal Viver (Bad Living) filminden geçen hafta bahsetmiştik. Viver Mal de onun kardeş filmi. Bir otelde yaşananları anlatan bu iki filmden, ilki otelin işletmecilerini anlatırken, bu film, müşterilere odaklanıyor. Aslında müşterilerden de üç hikâye çıkarıp, üç farklı bölümde bunları anlatıyor. Mal Viver, tek bir hikâye anlatmanın avantajını kullanıyor ve karakterlerine daha derinlemesine yaklaşabiliyordu. Burada bazı karakterlerin yeterince derin işlenmediği söylenebilir. Yine de, ilk filmin anneler ve kızları temasını devam ettiren (gerçi burada, hikâyelerden biri, anne ve oğul ile ilgili), bu ilişkinin ne kadar toksik olabileceğini gösteren ve bu temanın içine belli ölçüde sınıfsal çatışmayı da sokan bu filmin de başarılı bir senaryosu ve oyunculukları olduğunu söylemek lazım. Ama, aynı yönetmenin elinden çıkmış olsa da yönetmenlik açısından ilk filmin daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında ilk film, ikinci film dedim ama filmlerin kendi içinde izlenmesi gereken bir sıra yok. Hatta hikâyeleri anlamak için, ikisini birden izlemek de gerekmiyor, ancak ikisini de izlemek, aralardaki boşlukları doldurur.
Xue yun (Absence):
Çin’den gelen bu film, Encounters bölümünde izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Yaklaşık 10 yıl boyunca hapiste kaldıktan sonra, Çin’e bağlı eskiden yaşadığı adaya geri dönen ve eski sevgilisi ile tekrar birleşmek isteyen bir adamı izliyoruz. Eski sevgilisinin bir de kızı vardır. Bu kız, ondan mıdır acaba? Belki, ama belki bu hiç de önemli değildir. İlk uzun metrajını çeken Wu Lang (ki daha önce, aynı hikâyeyi, aynı oyuncularla, kısa metraj olarak çekmiş), bir yandan bu iki orta yaşlı insan arasındaki aşkı anlatırken, bir yandan da her ikisinin de hayallerine, gelecek planlarına odaklanıyor. Daha da önemlisi adayı ve adadaki değişimi de hikâyenin bir parçası haline getiriyor. Çok uzak coğrafyalardayız belki ama adadaki değişim, bizim de çok yakından tanık olduğumuz bir değişim. Geçen 10 yıl boyunca, yeni yapılan dev apartmanlar ile adanın çehresi ve insan profili değişmiş, yeşil alanlar azalmış, her yer betonlaşmış ve ortaya düzenbaz müteahhitler çıkmış. Bazı binalar bitmeden ortada kalmışlar. Bu değişim ve yozlaşma, hikayenin gelişiminde önemli bir rol oynuyor ve Wu Lang bu değişimi ufak ufak vurgulayarak, anlatısına dahil ediyor.
Filmin görüntü yönetimi de son derece özenli. Başrol oyuncularından Lee Kang-sheng (ki kendisini en çok Tsai Ming-liang’in filmlerinden tanıyoruz elbette), burada da cümlelere çok fazla ihtiyaç duymadan kendisini anlatan bir karakterde, çok iyi bir oyunculuk sergiliyor. Eh, ondan daha azını da beklemiyoruz zaten.
BERLINALE SPECİAL:
Festival bu bölümde, bazı olaylara özel seçkiler ya da yarışmaya alınmayan ya da girmek istemeyen ama popüler oyuncuları ya da yönetmenleri olan filmler çıkarıyor genelde karşımıza.
100 Years of Disney Animation – A Shorts Celebration:
Bu yıl, Disney Animasyon Stüdyoları’nın 100. yılı. Berlinale de bu yıl, bu yıldönümüne yönelik bir bölüm düzenledi. 1950 yapımı Cinderella da programda vardı ama ben, yüz yılın önemli kısa animasyonlarından yapılan bu seçkiyi tercih ettim. Festivalde geçirdiğim en keyifli seanslardan biriydi. Bir kez daha yüz yıl önceki animasyonların bile çocuklar kadar, koca koca seyirciler üzerinde de etki bıraktığını görmüş olduk. 2019’dan beri Disney Animasyon Stüdyoları’nın başkanlığını üstlenen Clark Spencer’ın yaptığı sunumlarla gösterilen filmler, 3 ana bölüme ayrılmıştı.
İlk bölümde, 1922-1928 dönemi animasyonlar gösterildi. Disney’in bu ilk dönem animasyonları geleceğe dair sinyaller veriyordu. Henüz ayrı bir stüdyo kurmadan, Walt Disney tarafından yapılmış 1922 yapımı Cinderalla, kâğıt üzerindeki bir çizgi romanın, hafifçe hareketlendirilerek filme çevrilmiş hali gibiydi. Hatta, konuşma balonları bile duruyordu. Alice’s Wonderland, Disney’in daha sonra sıkça kullanacağı, animasyon içine gerçek oyuncuları dâhil etme olayının, ilk örneklerinden biriydi. 1923 yapımı olduğunu düşünürsek, bayağı da iyiydi. 1927 yapımı Trolley Troubles, bir tren yolcuğunu anlatıyordu ve Miki Fare karakterinin ilk sinyallerini veriyordu. Hemen bir yıl sonrasında gelen Steamboat Willie ise, Disney’in simge filmlerinden biri zaten. Şu an halen Animasyon Stüdyolarının logosunda kullanılan Miki Fare görüntüsü, bu filmden alınma. İlk Miki Fare hikâyelerinden biri olan film, bu kez bir tekne yolculuğunu anlatıyordu.
Seçkinin ikinci bölümü, 1937-1952 yapımı animasyonlardan oluşuyordu. Artık renkli dönem başlamış, animasyonlar teknik olarak daha kaliteli bir hale gelmiş ve Disney’i yıllar boyu sırtlayacak karakterler, artık yerli yerine oturmuş. Clock Cleaners, Miki Fare, Donanld Amca ve Goofy’nin beraberce bir saat kulesini temizleme işine girişmesini anlatıyordu. Tüm seçkinin, seyirciden olumlu anlamda, en çok tepki alan filmiydi. Kahkahalar eşliğinde izledik. Özellikle final bölümünde Goofy’nin sürekli olarak düşmekten son saniyede kurtulduğu anları, bugün herhangi bir modern animasyona koysanız sırıtmaz. Aynı yıl yapılan The Old Mill ise Disney’in bildik karakterlerinden herhangi birini içermese de o yıl için farklı teknikleri kullanması ile dikkat çekiciydi. Nitekim, sonrasında çekilen, Disney’in ilk uzun metrajı, Pamuk Prenses’te de bu teknikler kullanılmış. 1950 tarihli Trailer Horn da bir Donald Amca – Chip&Dale hikâyesiydi ve o da çok eğlenceliydi. Bu bölümün son filmi olan Lambert the Sheepish Lion ise bir koyunun çocuğu olarak büyüyen bir aslanı anlatıyordu. Muhtemelen bir seriye dönüşmesi amaçlanmış ama olmamış ama yıllar sonra, Aslan Kral’da, bu filmden esintiler bulmak mümkündü.
Seçkinin son kısmında ise Disney’in bugününü gösteren iki film vardı (50’lerle 2010’lar arasını pas geçmeseler iyiydi aslında). Geçtiğimiz yıllarda Oscar kazanan Paperman, bir kez daha soğuk işyerleri arasında, sıcak bir aşk arayışını anlatarak kalbimizi kazandı. Ama asıl Going Home hepimizi alt-üst etti. Halen Disney+’da yayınlanmakta olan bir serinin parçası olan bu kısa film, sadece ve sadece 4 dakikalık süresinde bir şehrin, bir ailenin dönüşümünü ve kayıp duygusunu çok iyi veriyor ve seyircinin hislerini harekete geçirmeyi başarıyordu.
Golda:
Golda, adından da anlaşılabileceği gibi İsrail’in en önemli başbakanlarından Golda Meir üzerine odaklanan bir filmdi. Ama ilk akla geldiği gibi, Meir’in hayatının tümünü anlatan bir biyografi değil, onun Yom Kippur Savaşı sırasında yaşadıklarını anlatan bir yapımdı. Açıkçası festivalin çok merak etmediğim filmlerinden biriydi ama programıma çok uyunca, kaçamadım.
Helen Mirren’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu biliyoruz. İyi bir makyaj çalışması ile Golda Meir’i başarılı bir şekilde canlandırıyor olması da şaşırtıcı değil. Yahudi olmayan bir oyuncunun, Meir’i canlandırması konusu çok tartışılmış ama o konuda yorum yapamıyorum. Ama Mirren’ın başarılı oyunculuğu ya da bu tartışmalardan bağımsız olarak, film ne yazık ki, yeteri kadar iyi değil. Meir’in karakteri ile ilgili öğrendiğimiz en belirgin şey, çok sigara içmesi ve bunun onu ölüme yaklaştırmasına rağmen bundan vazgeçmemesi oluyor. Gelişen olayları ise, çoğunlukla iyi çekilmiş bir docu-drama tadında izliyoruz. Keşke, daha iyi bir senaryo ile yola çıkılsaydı.
Seneca:
Berlinale’nin benim için en büyük hayal kırıklığı sanırım. Yönetmenin Robert Schwentke olması, bir soru işareti oluşturuyordu ama John Malkovich’in meşhur filozof Seneca’yı canlandırdığı bir film ilginç duruyordu yine de. Schwentke’nin filmografisi, Hollywood’da çektiği vasat gişe filmleri ile dolu (ancak birkaçı ortalamanın üstünde). Ama arada ülkesi Almanya’da çektiği Der Hauptmann ile aslında iyi bir yönetmen olduğunu da göstermişti. Burada, tüm filmografisi ile hiç alakası olmayan bir film çekmiş. Filmden bir Seneca biyografisi ya da bir dönem filmi beklemeyin tam olarak. Antik Roma’yı günümüze taşıyan, günümüz kodlarını tümüyle kullanana, Nero’yu haşarı bir ergen olarak çizen bir filmle karşı karşıyayız. Günümüz Amerika’sına bir eleştiri olarak okunabilir elbette ama fazlasıyla abartılı, grotesk ve kaba bir mizahı var. Sevenleri de olacaktır mutlaka ama bana hiç hitap etmedi. Ayrıca, Berlinale’de gördüğüm en boş basın gösterimi olduğunu, bittiğinde neredeyse 5-6 kişi kaldığımızı da eklemeliyim.
TÁR:
Madem Türkiye’de gösterime girmedi, şu an vizyon tarihi de gözükmüyor, o halde Berlinale’de neden izlemiyorum dedim. İyi ki de izlemişim. Belki Pazar günü Oscarı kazanamayacak ama Cate Blanchett’e yapılan tüm övgüler yerindeymiş. Çok başarılı bir performans. Ama film, senaryosundan, görüntü yönetmenliğine, ses tasarımına ve elbette yönetmenliğine kadar dört dörtlük. Erkek egemen bir dünyada kendini kabul ettirmiş ve çok başarılı bir kariyer kurmuş, kadın bir orkestra şefini anlatan film, daha en baştan onun çevresine ve öğrencilerine tavrı ile çok büyük ego sahibi bir kadın olduğunu gösteriyor. Bu, başarılı bir kariyeri olan sanatçılarda görmeye alışkın olduğumuz bir durum belki de. O yüzden, o kadar da yadırgatıcı değil aslında. Ama yönetmen ve senaryo yazarı Todd Field, “me too” hareketi ile foyaları meydana çıkan insanların ağırlıklı olarak erkekler olsa da, temel meselenin iktidar olduğunu ve kadınların da mevkilerini kullanarak, çevresindeki insanları taciz edebileceğini gösteriyor. Filmin ana karakteri olan Lydia Tár’ın yaptıkları ortaya çıktıkça, karakterin çöküşünü izlemeye başlıyoruz ve film de giderek daha karanlık bir hal almaya başlıyor. Finali söylemeyeyim ama Berlin Filarmoni Orkestası’nın şefi olarak tanıdığımız Lydia Tár’ın finalde geldiği nokta, trajikomik gerçekten.
Cate Blanchett, rol için çok iyi bir seçim. Zaten doğal karizması ile, perdede ilk göründüğü anda kendisine hayran bıraktıran bir persona çiziyor. O büyük, ulaşılmaz ve kusursuz bir kadın olarak başladığı filmi, bambaşka bir noktaya taşımayı da biliyor. Çevresinde de Noémie Merlant ve Nina Hoss gibi çok başarılı başka oyuncular da var ama onlar çok da fazla ön plana çıkamıyor. Daha önce bir oyunculuk deneyimi olmayan genç bir çello sanatçısı olan Sophie Kauer de Tár’ın yeni gözdesi olarak, son derece başarılı.
Oyunculukları ile öne çıkan bir film gibi anlattım ama Todd Field’ın yönetmenliğini de es geçmeyelim. Kendini çok hissettirmeyen ama başarılı bir yönetmenlik. Bakın ne kadar iyi bir yönetmenim diye bağırmadan yapmış bunu. Mesela Tár ve öğrencisi arasında geçen sahnenin baştan sona, kesintisiz bir çekim olduğunu gözümüze sokmuyor ya da Tár’ın psikolojisi bozuldukça, gerçeğin de giderek bozulduğu yerleri de abartmıyor, hatta dikkat etmezseniz gözden kaçacak kadar ince işliyor. Festivalin en iyilerinden biri.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN