BERGEN'DEN BATMAN'E
Bu hafta yazıya kısa bir Oscar değerlendirmesi ile başlamak istemiştim ama Will Smith-Chris Rock olayı tüm hafta o kadar konuşuldu ki, artık üzerine söyleyecek yeni bir şey kalmadı. Ödüller tarafında da çok daha iyi filmler dururken en iyi filmin CODA’ya gitmesi, The Power of the Dog’un en iyi yönetmen ödülü kazanırken başka hiçbir ödül alamaması gibi konular da çok konuşuldu. Eh, törene dair konuşulacak başka pek bir şey de yoktu zaten diyerek, bir süredir Oscar tahminleri nedeniyle değinemediğimiz, sinemaları seyirci açısından mutlu eden filmlere ve geçen haftalardan kalan birkaç farklı yapıma kısaca bir bakalım.
Bergen:
Aslında, karakteri çocukluğundan ölümüne kadar ele alıp anlatan biyografi filmleri dünya sinemasında biraz eski usül kaldı artık ama biz son yıllarda keşfettik sanki. Bergen de iyi bir örneği olmuş açıkçası. Gişe rekoru kıran filmler arasında (bu yazı yazılırken, tüm zamanlar listesinde 10. sırada, muhtemelen 8’e ya da 7’ye kadar da çıkacak ama üzeri biraz zor), sevdiklerimden biri oldu. Dilberay ile ilgili yazarken, bu tarz hikayeleri nasıl anlatmak gerektiğinden emin olamadığımı yazmıştım. Bergen örneği, bunun cevabı oldu. Dilberay'da acıların üzerine gidilip seyirci buradan yakalanmak istenirken, burada şiddet sahneleri çok daha mesafeli çekilmiş. Hatta şiddet sahnelerinin çoğu kadrajın dışında gerçekleşiyor. Daha çok acılara değil, tüm yaşadıklarına rağmen kendi ayakları üzerinde durabilen, güçlü bir kadın olarak Bergen'e odaklanıyoruz. Erkek karakterini ele alışı da başarılı. Baştan sona kötü bir karakter çizmektense, sürekli pişman oldum diyerek Bergen'i ikna edebilen, daha gerçekçi bir karakter çizilmiş. Olayları kendisini haklı çıkartacak şekilde çarpıtarak anlatması da tipik bir erkek hareketi mesela. Filmin önemli artılarından biri de, Bergen de o adamla beraber olarak, hatta ona geri dönerek başına gelenleri belli ölçüde hak etmiş dememesi, bunu ima bile etmemesi. Kadın cinayetleri ile ilgili bazı filmlerde bu söylemi görüyoruz çünkü.
Gerçek Bergen'i çok iyi hatırladığımı söyleyemem. Ama Farah Zeynep Abdullah, filmde karşımıza çıkan karakteri çok iyi yorumlamış. Sesi de çok iyi gerçekten. Neden Bergen'in sesini duymuyoruz eleştirilerine hiç katılmıyorum zaten. Oyunculuk dediğin şey, böyle bir şey. Erdal Beşikçioğlu, Tilbe Saran ve Nergis Öztürk de çok iyiler. Zaten genel olarak, oyuncu kadrosu çok iyi seçilmiş.
Netice olarak, iyi bir popüler sinema örneği ve mesajını da doğru bir yerden kuruyor. Duygu sömürüsüne de benzer örneklerle karşılaştırınca, daha az başvuruyor.
The Batman:
DC, Marvel'e öykünüp, onun farklı bir versiyonunu yapmaktan vazgeçtikçe ve kendi yoluna gittikçe, daha iyi işler çıkartıyor. Bunu yaparken de daha çok "graphic novel" mantığında işlere yöneliyor. Bunda en verimli kaynak da Batman ve onun evrenindeki karakterler gibi gözüküyor. The Batman, kurduğu kapkara atmosferle, karakterleri ele alış biçimiyle, oyuncu tercihleriyle, görüntü yönetimiyle ve müzikleriyle çok iyi bir film. Ama senaryo açısından bazı sıkıntıları var. Bu yüzden en iyi Batman filmi değil belki ama üçleme bittiğinde, Matt Reeves aynı anlayışı devam ettirirse, en iyi Batman serisi olabilir.
Filmin neden sıkça Se7en ve Zodiac ile karşılaştırıldığını anladım. Neredeyse tümüyle gecelerde geçen, yağmurun eksik olmadığı bir film. Çok da karanlık görüntüler kullanılmış. İyi bir salonda izlerseniz, Greig Fraser'ın karanlığı ne kadar iyi kullandığını göreceksiniz. Bu karanlıkların yardımı ile, Batman'in suçlulara korku salan yönü de çok iyi işlenmiş. Özellikle giriş sekansında, Batman orada olmasa bile, suçluların onun karanlıklar içinden belirmesini beklediği kısımlar çok iyiydi.
Elbette ki film aynı zamanda bir dedektiflik hikayesi. İlk defa Batman'in dedektiflik yönünün bu kadar vurgulandığı bir film izliyoruz. Bu güzel tabii ama, senaryonun bu kısmını biraz da sorunlu buldum. Riddler'ın bulmacaları fazla kolayca çözdü. Filmin bir başka sorunlu yanı da karakterlerine bir türlü veda edememesi. Film, defalarca bitecekmiş gibi yapıyor ama bitmiyor. Bana kalsa, son dış ses sahnesinde bitirir, Arkham sahnesini de post-credits sahnesi yapardım. Bu arada, Youtube’da Arkham sahnesindeki karakterle ilgili kesilmiş bir sahne de yayınlandı. Gerçi artık o karakterin kim olduğunu dünya âlem duydu ama biz yine de spoiler vermeyelim. O sahnenin kesilmesi doğru kararmış. Zaten fazla uzun bir filmi daha da uzatırdı ve filmin odağını kaydırırdı.
Robert Pattinson, Batman'ın bu filmdeki betimlemesine çok yakışmış. Bruce Wayne haline gelince, filmde Bruce Wayne yok neredeyse. Tüm Batman filmlerinde, Bruce'un en az gözüktüğü film olabilir. Zaten, asıl karakterin Batman olduğu, Bruce'un onun maskesi olduğuna dair vurgu var. Tüm yan oyuncu kadrosunu da beğendim. Filmin çok daha gerçek atmosferine uygun oyunculuklar sergilemişler. En abartılmaya uygun karakter olan Penguen'de bile, Colin Farrell gayet dengeli bir oyun çıkarmış.
Matt Reeves, gayet sağlam giden kariyerine, iyi bir halka eklemiş. Şu an popüler film kanadında, en sevdiğim isimlerden biri.
Turning Red (Kırmızı):
Dev bir kırmızı panda görünümünde, harika bir ergenlik metaforu. Özellikle pandanın ilk ortaya çıktığı kısımları çok sevdim. Finale doğru biraz düşmese, Inside Out seviyesinde bile diyebilirdim. Pixar, büyüme hikayeleri anlatmayı çok iyi biliyor. Pandanın ilk kez banyoda fark edilmesi, kızın vücudunu değiştirmesi (ki vücudun büyümesi ve kıllanmasından bahsediyoruz), duygu durumunu etkilemesi, hepsi hiç çekinmeden ergenliği işaret ederken, pandanın ve filmin adının "kırmızı" olması bile, başlı başına çok güzel fikir. Adet görmekten bahsetmeyi ayıp sayanların olduğu bir coğrafya için, aynı zamanda cesur da bir film. Marketten alınan pedlerin siyah poşete konulduğu bir yerde, pedlerin havalarda uçuştuğu bir animasyonu izlerken ne tepki verildi merak ediyorum doğrusu.
Film, ergenlik isyanlarını da çok güzel anlatmış. Anneyi reddetme ama yine de onu sevme hikayesi de sağlam. Kızın boy-band takıntısı bende pek karşılığını bulamadı ama o yaştaki bir kız için, hayatının en önemli tutkusu olabileceğini de anlıyorum.
İşin arkasında Pixar olunca, filmin teknik tarafının iyi olduğunu söylemeye gerek yok zaten. Yalnız izlediğim salonda ilginç bir şey oldu. 3D bir tuhaf başladı. Arka planda olması gerekenler önde, önde olması gerekenler arkada gibiydi. Salonda bir tek ben olunca, başka seyircilere de soramayıp, gittim büfedeki arkadaşa, bir kontrol edilebilir mi dedim. Meğerse projeksiyon makinesinde sağ-sol karışmış. Makinist arkadaş o an sorunu çözemeyince, gözlüğü ters takıp izlersen düzgün oluyor dedi. Ben de tek başıma izleme fırsatı bulmuşum, iyi madem öyle izleyeyim dedim. Hakikaten düzgün oldu. Ertesi gün düzeltmişlerdir muhtemelen.
Ambulance:
Sevgili Michael Bay. Abicim bir sakin ya, kameran 2 saniye sabit dursun lütfen. İki adam muhabbet ederken de Transformers'da aksiyon sahnesi çekiyormuş gibi kamera hareketleri yapmak zorunda değilsin.
Evet. Michael Bay cephesinde yeni bir şey yok. Bir türlü yerinde duramayan kamera, reklam filmlerinden fırlamış kadrajlar ve ışıklar, bol patlamalar, kim nerede ne yapıyor karmaşası içinde bir aksiyon kakafonisi, sürekli kameraya rol kesen oyuncular. Bir yakınının hastane masraflarını ödemek için banka soygununa girişen ama işin sarpa sardığı onlarca, belki de yüzlerce film gördük. Çok klişe diyecektim ama bu film için hikâyenin bir önemi yok zaten. Hikâye, aksiyon için bir bahane. Michael Bay'in tarzını seviyorsanız, bunu da seversiniz. Ben, az sayıda filmi dışında sevmiyorum açıkçası. Genelde mizah anlayışını da sevmem. Ama bu filmin mizahını fena bulmadım. Özellikle kendi filmleri The Rock ve Bad Boys ile dalga geçtiği yerlerde güldüm en azından.
İlk Seans: NMSM:
Bu film ile ilgili çok kötü eleştiriler görmüştüm ama birbirinin aynısı, üzerinden 2 gün geçtikten sonra, o film hangisiydi diyeceğiniz bin tane yerli korku yanında, farklı bir şeyler yapma çabasını, o kadar da kötü bulmadım. Yani karşılaştırdığım o filmlere 1-2 veriyorsam, buna kapıyı 3.5-4'ten açarım. Korkulardan yola çıkıp film yapma fikri fena değil de uygulamada sorunlar var. Filmin süresi 1 saat olsa da, o sürenin yarısında top dolaştırıyor. Bir de her korkunun önce adını yazıp, sonra o korku ile ilgili sahne koymak, filmin bütünlüğüne epey zarar vermiş. Başta ya da sonda korkuların ne olduğunu toplu olarak verse daha iyi olurmuş. Filmin adındaki tuhaf harfler, her bir korkunun baş harfleri bu arada. Yaratık tasarımları pek olmamış ama baş karakterin kendine zarar verdiği bol kanlı sahneleri başarılı buldum. Karanlığın da etkisiyle oradaki defolar pek belli olmuyordu ve epey rahatsız edici ve izlemesi zordu. Hatta, o sahnelerde salondan çıkanlar oldu.
Yalnız, bu 1 saatlik 3 film konsepti, sinemaya pek uymuyor bence. Dijital platformlardan birine, korku antolojisi serisi olarak gelse daha iyi olurmuş. Ya da 40'ar dakikalık 3 bölümden oluşan, 120 dakikalık tek bir sinema filmi de olabilirmiş.
Bir de İstanbul Belediyesine ve Belediye Başkanına teşekkür edilmiş ama komplo teorisi kuruyor olsam, belediyeyi kötülemek için yapılmış bir film diyebilirdim. Metrodaki güvenliğin hali nedir öyle? Metroyu bırakmış, telefonla muhabbet etmekten başka bir şey yapmıyorlar. Güvenlik kameralarına bir an bakılsa çözülecek bir olay, çalışanların basiretsizliği nedeniyle, büyüdükçe büyüyor.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN