SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

BARBENHEIMER HAFTASINDA KIYIDA KÖŞEDE KALAN FİLMLER

23 Temmuz 2023 Pazar 10:16
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Seyircilerin ve sinema salonlarının nicedir beklediği hafta sonu geldi. Barbenheimer hafta sonu, ilk beklentilerden de daha iyi geçecek gibi gözüküyor. Salonlarda ek seanslar açıldığını, her seansın dolup taştığını duyuyoruz. Her iki filmin de agresif tanıtım kampanyası bir yana, bir kez daha görüyoruz ki, bir şekilde seyircinin ilgisini çekecek film yaptığınızda, bilet fiyatları da, platformda nasıl olsa izlerim etkisi de ikinci planda kalıyor. Herkes bu iki filmi konuşurken biz, sinema salonlarımızda geçen haftalarda gösterime girmiş ama seyirciyi yakalayamamış bazı filmlere göz atalım. Bakalım aralarında ilgiye değer yapımlar var mı?

Insidious: The Red Door (Ruhlar Bölgesi: Kırmızı Kapı):
Insidious serisinin ilk filmi, bazı sahneleriyle izlediğim en tedirgin edici filmler arasına girebilir. İkincisi de fena değildi ama ana hikâyeden ve takip ettiğimiz aileden uzaklaştıkça, etkisini yitirdi. Ama bu filmle, yıllar sonra köklerine dönmek de çok iyi sonuç vermemiş. Karakterleri tanıdığımız için, başlangıcı biraz ümit verse de, çok hızlı bir şekilde, türün bildik örneklerinden birisine dönüşüyor.
Patrick Wilson'ın aynı zamanda kamera arkasına da geçtiği, yönetmen olarak bu ilk filminde, çoğunlukla jump scare'lere yüklenmiş. Kimi zaman ilk filmlerin yönetmeni James Wan'a öykündüğü yerler de var. Oralarda film daha etkili olsa da, bir üst seviyeye geçemiyor. Film çoğunlukla Wilson ve ailenin çocuğunu oynayan Ty Simpkins'a odaklanmış. Bu arada, Ty Simpkins büyümüş, yakışıklı bir genç adam olmuş (Whale'de de oynuyordu aslında ama orada Insidious’daki ufaklık olduğunu anlamamıştım). Filmi de sürüklemeyi başarıyor doğrusu. Rose Byrne’ın karakterini ise iyice kıyıya köşeye atmışlar. Bazı filmlerde gördüğümüz, belli ölçülerde tanınmış bir oyuncuya, hiç de önemi olmayan bir yan rol verme olayı, burada da var. Burada da Hiam Abbass o konumda.

Mon Inconnue (Love at Second Sight / İkinci Görüşte Aşk):
İşte benim için yazın en güzel sürprizlerinden biri. Ülkemizde epey geç ve sessiz sedasız gösterime girdi. Kusursuz bir film mi? Kesinlikle değil. Ama bazı filmler sizi bir yerden yakalar ve sürükler ya, benim için öyle oldu.
Filmimiz, karakterlerimizin lise yıllarında tanışması, yıllar içinde erkeğin ünlü bir yazar olup, kadının tutkusu olan müzikten vazgeçmesi, büyük aşkın giderek azalması ve sonunda ayrılık noktasına gelinmesi ile başlıyor. Filmin girişinde, tüm bu hikâyeyi 5-10 dakikada anlatmak önemli bir maharet. Bir sabah, karısıyla hiç tanışmadığı farklı bir gerçekliğe uyanan adamımız, bu evrende hiç kitap yazamamış, karısı ise dünyaca ünlü bir piyanist olmuş. Film de baş karakterimizin, karısı ile tekrar tanışma ve kendisine aşık etme çabasını anlatıyor.
Tamam, hikâye çok orijinal olmayabilir. Karakterlerin karşısına çıkan açmazlar ve çözüm yolları da öyle. Ama karakterleri, oyuncuları, hikâyenin kuruluşunu ve mizahını da sevince, büyük bir keyifle izlediğim bir film oldu. Girişte bir hikâyeyi hızlıca anlatma yeteneğine sahip olduğunu gördüğümüz yönetmenin, bazen fazlaca top çevirdiğini düşünüyorum yalnız. Filmin süresinin 2 saate uzamasına çok da gerek yokmuş.
Filmi sevmemde, başroldeki Joséphine Japy'i son derece güzel bulmamın da etkisi vardır muhtemelen. Çünkü, neden olmasın? Bazen bir oyuncu, filmi sevmek için, önemli bir neden olabilir. İzledikten sonra, hemen başka hangi filmlerde oynamış taramamı yaptım.

Sisu:
Her nasılsa, vizyondan iki hafta sonra Google Play ve iTunes'da yerini alan Sisu'yu, tabii ki sinemada izlemiştim. İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarında geçen, western kalıplarında bir film ya da tek kişilik ordu filmlerinden biri diyebiliriz. Türü seviyorsanız ve benzer filmlerde, bu adam buradan nasıl sağ çıktı sorusuna takılmıyorsanız, bir de şiddet sahnelerinden rahatsız olmuyorsanız, son derece keyifli bir film. Gerçi şiddet sahneleri için de gerçekçi diyemeyiz ama yine de uçan kollar, bacaklar var. Ölmeyi reddeden ana karakterimizin, nazileri türlü çeşitli şekillerde öldürdüğü sahneler, estetik bir şekilde çekilmiş. Başroldeki abimiz, Jorma Tommila'nın filmdeki hali de son derece karizmatik doğrusu.
Devam filmi ihtimali de konuşuluyormuş. Güzel olur olmasına da filmin kısa bir bölümünde devreye giren, nazilerin yakaladığı kadınlardan oluşan intikamcı ekipten bir spin-off çıkarmayı düşünseler de çok harika olabilir.

Once Upon a Time in Ukraine (Yenilmez Üçler):
Her şeyden önce, neden "Yenilmez Üçler"? Belki Ukraynaca olan orijinal ismi daha farklıdır ama uluslararası piyasaya "Once Upon a Time" kalıbı ile çıkmayı tercih etmişler. Belli ki, sinema tarihinde bu kalıbın kullanıldığı filmlere bir gönderme yapılmak ve o filmlerle bağlantı kurulmak istenmiş. Peki bizim dağıtımcılarımız seçtiği "Yenilmez Üçler" nedir, anlamak mümkün değil. Ayrıca, filmdeki kahramanlık hikayemiz, iki kişilik aslında. Üçüncü kişi, çok kısa bir süre olaya dahil oluyor.
Aslına bakarsanız, yıllar öncesinin Ukrayna'sında geçen bir samuray/western hikayesi, ilgi çekici bir konsept. İntikam hikayesi olarak da işliyor ve bazı keyifli yerleri de var ama keşke biraz daha çılgın olup, iyice uçsaydı. Ama belli ki gerçeklikten çok da uzaklaşmak istememişler. Bu sayede kötü adam üzerinden bir Putin benzetmesi yakalamak mümkün oluyor. Film 2020 yapımı olsa da o zaman da Rusya ile ilişkiler, çok iyi değildi. Günümüze göndermelerini boş verip, orta karar bir tarihi macera filmi olarak izlemek de mümkün. Hatta belki de, böylesi daha iyi olur.

Gyoseob (The Point Men / Hedefteki Adam):
Güney Kore sinemasının en iyi örneklerinden biri değil belki ama belli açılardan ilgimi çekti. Taliban'ın rehin aldığı Güney Koreli sivillerin kurtarılması olayından yola çıkan film, tipik bir aksiyon filmi gibi başlıyor. Bu tip filmlerde yüzlerce defa gördüğümüz, asi bir ajanımız var. Karizmatik ajanımız, hedefe ulaşmak için emirleri hiçe sayan bir karakter elbette. Filmin başında, bu karakterimizin Taliban'a karşı tek başına operasyon yapıp, rehineleri alıp çıkacağı bir film izleyeceğimi düşünmüştüm. Ama film ilerledikçe, Taliban'la müzakereleri yöneten, diplomat bir karakter öne çıkıyor, hatta giderek filmin en önemli karakteri haline geliyor. Böyle olunca film de daha gerçekçi bir zemine oturuyor. Yine belli düzeyde aksiyon sahnesi var ama neticede krizi çözen şey, o olmuyor.
Filmin genel olarak rahat izlenen, standartları karşılayan ama çok da ışıldamayan bir yapım olduğunu söyleyebiliriz. İzlediğinize pişman etmez ama izlemeseniz de bir şey kaybetmezsiniz diyeyim.

Mete Miedo (Don't Come Back Alive / Şeytan Uykuda):
Aslında üzerine çok şey yazılacak bir film değil de madem izledim, yeteri kadar yerli, milli ve kötü korku filmimiz varken, dışarıdan da bir tane almamıza gerek yoktu, yorumunu yapayım. Zaten orijinal olmayan bir hikayeyi, bir de bin defa kullanılmış bir geçmişin günahları temasına bağlayınca, hiç olmamış.
Aslında, kız arkadaşı tarafından, başka bir kadın için terk edilen erkek polis memurunun, kırılgan erkeklik gururu üzerinden yürüyen bir hikâye kursalar daha ilginç olabilirmiş. Bu arada, kendi özeleştirimi de vereyim. Yıl olmuş 2023, ben hâlâ filmin başında kasklı ve kurşun geçirmez yelekli gördüğümüz polise direkt, erkek cinsiyetini atamışım. Sonradan hastanede gördüğümüz kadının, o polis memuru olduğunu anlamam, biraz zaman aldı.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar