AVATAR'DAN ELİF ANA'YA
Yeni yılın ilk yazısından merhaba. Bu hafta, 2022’nin son haftalarında gösterime girmiş filmlerden birkaçına göz atalım. Çok konuşulan Avatar’dan başlayıp, az konuşulan Elif Ana ile devam edelim.
Avatar: The Way of Water (Avatar: Suyun Yolu):
Birkaç ay önce, ilk Avatar'ı sinemada tekrar izlediğimde, evet ya, şu ana kadar hiç ilgimi çekmiyordu ama Cameron ikinci filmde de şapkasından yeni tavşanlar çıkacak galiba demiştim. Yapmış mı? Hem evet, hem hayır.
Bir kere, senenin en görkemli filmi muhtemelen. Hatta son birkaç senenin belki de. Pek çok sahnesini hayran hayran izliyorsunuz. Cameron ilk filmde Pandora'nın ormanları için aynı şeyi yapmıştı. Bu sefer denizleri için aynı formülü kullanıyor. Ama biliyoruz ki, suda aynı şeyi yapmak, teknik olarak çok daha zor. Zaten ikinci filmi bu kadar uzun süre beklememizin esas nedeni de Cameron’un bu konudaki teknolojinin gelişmesini beklemesi ve elbette kusursuza yakın olması için uzunca zaman ayırması. Yakın zamanda izlediğimiz Black Panther'in su altı sahneleri ile Avatar’ı karşılaştırınca, farkı görmek kolay. Ki, o da büyük bütçeli bir filmdi.
Cameron ortaya çıkardığı şeyi çok sevmiş ve bize uzun uzun bunu göstermek istemiş. Ki, üstadın uzun film çekmeyi sevdiğini de biliyoruz zaten. IMAX ilk çıktığında, 40-50 dakikalık doğa belgeselleri olurdu. Bu filmin de 40-50 dakikası, "Pandora'nın Sualtı Hayatı" başlıklı bir belgesel olabilir. Evet, hayranlık vericiydi ama bir noktadan sonra sıktığını da itiraf etmeliyim. Filmin 15-20 dakikalık bir kesimine de "balinaları avlamayalım" mesajlı bir kamu spotu diyebiliriz. Mesajına itirazım yok da, ilk filmdeki "ormanları yok etmeyelim" mesajı, duygusal olarak daha etkiliydi.
İlk filmin de hikayesi zayıftı zaten, bu film de üstüne yeni bir şey koymuyor. Senaryo açısından en büyük falso, Spider olarak anılan, kafası çok karışık çocuktu bence. Motivasyonları kesinlikle anlaşılmıyordu. Hadi bunu kafasının karışıklığına bağlayalım da, spoiler olmasın diye kimin oğlu olduğunu yazmayayım ama, ilk filmde adından bile söz edilmezken, bu filmde hikaye gelişimi için ihtiyacımız var diye, birdenbire peydahlanması, anlaşılır gibi değildi. Şöyle bir araştırdım da, bir çizgi romanda açıklamışlar olayı.
Avatar, oyunculuklar üzerinden övülecek bir film değil belki ama Sigourney Weaver'ı öveyim yine de. Tüm beden diliyle, bakışları ve sesiyle, o bilgisayar efektlerinin altında kendisinin olduğunu hissettirdi. Üstelik 70 küsur yaşında, bir ergeni oynayarak.
Gelelim aksiyon sahnelerine. Filmin asıl zayıf tarafı burası belki de. Senaryodaki zayıflığı zaten baştan kabullendim ama Cameron gibi bir aksiyon ustasına, aksiyon sineması tarihine geçen bazı sekanslara imza atmış bir yönetmene yakışmayan sahneler olmuş. Tamam, yine heyecanla izlenen sahneler ama Terminator'daki, Aliens'daki hatta True Lies'daki seviyede aksiyon sahneleri var mıydı? Sanmıyorum.
Cameron bir ara, seyirci yeterli ilgili göstermezse, seriyi 3 filmde bitiririz belki demişti ama gişesi iyi gittiğine göre 5 film planı devam edecek. Bence fazla uzun bir seri olacak. Belli ki, sonraki filmde büyük savaş başlayacak. Onu şöyle 250 dakikalık(!) bir filmde toparlayıp (Cameron’a daha kısa bir final yetmez) seriyi bitirse, daha güzel olurdu sanki.
Elif Ana:
Kazım Öz ve Semir Aslanyürek'in beraberce çektiği bir filmin daha fazla gündem olmasını beklerdim. Sosyal medyada pek konuşulmadı, eleştiri yazıları da azdı. Filmin iyiliği kötülüğü bir yana, Alevi tarihi ve ritüellerine odaklanması ve Maraş katliamına değinmesi ile de ilgiyi hak ediyor. Ama ilk tanıtımı çok iyi yapılmamış olmasına rağmen, sonradan hedef kitlesine belli ölçüde ulaşmış gibi görünüyor. En azından Ankara için, az salon ve seanslarda oynamasına karşın, fena seyirci çekmediğini gözlemledim.
Filmi sevdim mi? Kısmen. Bir yönüyle tipik bir biyografi. Karakteri yaşlılığından alıp, uzun bir flashback ile çocukluğuna götürüp, oradan tüm hayat hikayesini, tarihin de önemli olayları ile birlikte anlatıyor. Bunu yaparken Elif Ana'ya yaklaşım biçimini sevdim. Alevi ritüellerini zaman zaman bir belgesele varacak tatta vermesini de sevdim (Kazım Öz'ün belgeselci tarafının etkisi diye düşünüyorum).
Ama filmin ele almaya çalıştığı zaman aralığı o kadar uzun ki, 2 saatlik süreye sığmıyor. Olaylar birer fragman gibi kalıyor. Hatta filmin girişinden itibaren, ana izleğinin Maraş katliamı olacağı izlenimini verse de, o sahneler bile oldukça etkisiz kalmış. Zaten filmin sorunlarından biri, muhtemelen bütçesizlikten, kalabalık sahneleri iyi kotaramaması. Savaş sahneleri de iyi değildi mesela. Süreyi uzatma imkânı yoksa, bazı sahneler atılıp, birkaç önemli konuya odaklanmak da mümkündü. Mesela, Atatürk sahnesini gereksiz buldum açıkçası.
Bir de zaman geçişlerini tam kavrayamadığımı söyleyebilirim. Mesela Elif'ten Elif Ana'ya geçiş, yaklaşık hangi yaşlarda oldu çözemedim. Çünkü o sıralarda, perdede gördüğümüz karakter halen genç Elif idi, ama çevresindeki herkes ona Elif Ana olarak hitap etmeye başlamıştı. Hatta Kürtçe bilmediğim için, acaba altyazıda mı sorun var dedim ama dikkat edince "Ate Elif" dendiğini yakaladım. O da Elif Ana olmalı zaten.
Oyuncu kadrosuna gelince. Ana oyuncuları başarılı buldum. Bir de çok kısa rolleri olup, görünüp kaybolan oyuncular var. Bunlar arasında İlyas Salman gibi, kısa rolünde de parlayan isimler var ama bir kısmı da filmi gerçeklikten koparacak kadar yapay kalmış.
Sonuç olarak, anlattığı konu ile önemli bulduğum, sinemamızda pek anlatılmamış bir kültürü ele alan, film olarak eksikleri olduğunu düşünsem de izlenmesi, üzerine konuşulması gerektiğini düşündüğüm bir yapım.
The Harbinger (Şeytanın Kızı):
Şimdi, şu konuda anlaşalım. Karşımızda kötü bir film var. Kötü/abartılı oyunculuklar, ucuz görsel efektler, başarısız mizansenler vs. Yetmezmiş gibi, süresi de 115 dakika.
Filmin başlarında, yine en klişesinden, içine şeytan giren küçük bir çocuk hikayesi, of be, bu iki saat nasıl geçecek dedim ama film ilerledikçe tuhaf bir şekilde, kendine bağlamaya, hem eğlendirmeye, hem de merak ettirmeye başladı. İyileşmeye başladı demiyorum bakın, hala kötü.
Filmin yazar/yönetmen ve başrol oyuncusu Will Klipstine, arkaya Amerikan tarihini döşediği dev bir mitoloji kurmaya çalışmış. Olayı Amerikan yerlilerinden alıp, gangsterlere kadar götürüyor. Hatta bir yerden sonra, filmin Amerikan yerlilerinin topraklarını aldık teması bayağı baskın hale geliyor. Filmi yapanların bu meseleye verdiği önem, son jenerikte de belli oluyor. Özel olarak not düşüp, filmde çalışan Amerikan yerlilerinin isimlerini herkesten önce yazmışlar mesela.
Film, finale doğru ilerledikçe şeytandı, melekti, cehennemdi, her şeyi üzerimizde boca ederek, giderek mitolojisini büyütüyor, büyüdükçe saçmalaşıyor, saçmalaştıkça eğlenceli hale geliyor. Üçüncü kez tekrarlıyorum, film kötü ama ben eğlendim. Ayrıca, yetenekli bir yazar/yönetmen kazara bu filmi izlese de remake yapmaya kalksa, arka planı çok fantastik, sezonlar süren bir dizi çıkabilir. Efendim? Supernatural mı?
Not: 2022 yapımı, biraz daha iyi eleştiriler alan, bir The Harbinger daha varmış. Bu, o değil. Ben uyarayım da.
Haftaya görüşmek üzere, herkese tekrar iyi yıllar, bol filmler.
HASAN NADİR DERİN