ARABA KULLANAN SÜPER KAHRAMANLAR İŞBAŞINDA
Geçtiğimiz hafta gündemimiz yine seçimdi. Artık sonucu da aldığımıza göre, güncel siyasetten biraz uzaklaşıp, kendimizi filmlere verebiliriz. Bazı filmleri bize ülke gündemini hatırlatırken, bazıları 2-3 saat boyunca gündemden uzaklaşmamızı sağlayacak. Bu hafta, kaçış sineması grubuna alabileceğimiz dört filme bir göz atalım (belki birini izlerken, göçmenlerle ilgili konular akla gelebilir). Önce, sinema salonlarının yüzünü güldüren Hızlı ve Öfkeli serisinin yeni filmine, sonra Disney’in animasyon klasiklerini yeniden yorumlama akımının son halkasına bakalım. Bir romantik komedi ve B sınıfı bir korku filmiyle, bu haftaki vizyon turumuzu tamamlayalım.
Fast X (Hızlı ve Öfkeli 10):
Fast cephesinde yeni bir şey yok. Olmasını da beklemiyoruz aslında. Zaten bir süredir adeta bir süper kahraman serisi haline dönmüştü. Kahramanlarımız yine fizik kurallarını hiçe sayan bir takım aksiyon sahnelerinde arz-ı endam ediyorlar. Çok basitçe, önceki filmleri sevdiyseniz, bunu da seversiniz diyebilirim. Tersi de geçerli tabii. Kendi açımdan, serinin bazı filmlerinin bazı bölümlerini sevsem de, genel olarak çok ayılıp bayıldığım bir seri değil. Zaten araba merakım da sıfır. Ama yeni film için, seriyi çok sevenler de, serinin en iyi filmlerinden biri demezler sanırım. Filmde çok fazla karakter var ve bu da filmin akışına zarar veriyor. Daha önceki filmlerde gördüğümüz neredeyse herkesi bu filme toplamışlar. Hatta filmin kötü adamı beşinci filmle bağlantılı olduğu için, o filmden gelen arşiv görüntüleri içinde Paul Walker da gözüküyor. Başka kimler var, onları spoil etmeyeyim. Gerçi sosyal medyada çok yayıldı, hatta oyuncunun kendisi bile, film gösterime girdikten 2 gün sonra yazdı ama olsun.
Filmin kötü adamı dedik. Herhalde en olumlu noktası o. Jason Momoa cidden hem eğlenceli, hem tekinsiz bir kötü adam olmayı başarmış. Film, Amerika’da serinin en çok izlenen filmlerinden bir olmayacak gibi ama Amerika dışında yine çok izleniyor. Yılın en çok izlenen filmleri arasına girme ihtimali var ama Avatar seviyesinde bir bütçesi olduğu, para kazanabilmesi için daha da çok izlenmesi gerektiği de söyleniyor. Özel efektleri o kadar uçuk olmadığına göre, para oyuncu kadrosuna gitmiştir diye düşünüyorum.
Seri bitmeden en az bir film, belki iki film daha gelecek. Bu arada bu film de, izlediğim en tuhaf finallerden birine sahip. Tamam devam filmine kapı açarsın, onu anlarım da bu film, önümüzdeki hafta yeni bölümü yayınlanacak bir dizi gibi bitiyor. Yukarıda Paul Walker’dan bahsettik. Seri finalinde, onun karakterini ne yapacaklar, bayağı merak ediyorum. Filmin dünyasında onu öldürmediler biliyorsunuz. Finalde onun hikâyesini, bir şekilde kapamaları lazım. Bekleyip göreceğiz.
The Little Mermaid (Küçük Deniz Kızı):
Disney'in animasyon klasiklerimizin "live action" versiyonları çekelim furyasını gayet gereksiz bulsam da kendi başına gayet iyi, keyifle izlenen bir film olmuş. Ama 1989’dan gelen animasyon filmin yerini tutar mı? Tutmaz. Zaten hikâye akışı ve şarkıların çoğunluğu hemen hemen aynı. Yeni eklenen şarkılar da pek olmamış sanki. Ya da ben ilk dinleyişte alışamadım. Eski şarkılar hafızamda tümüyle kalmamış olsa da, hemen bir tanınırlık hissi ve sıcaklık veriyor.
Hiç siyahi deniz kızı olur mu konulu, saçma sapan tartışmaların öznesi olan Halle Bailey, cevabını filme damgasını vurarak vermiş. Olmuş, hem de çok iyi olmuş. Bu arada filmde görüyoruz ki, denizin altı da üstü gibi, her renkten deniz kızı ve deniz erkeği barındırıyor.
Halle Bailey karşısında, Prens Eric olarak Jonah Hauer-King biraz zayıf kalmış yalnız. Hem şarkılarda çok iyi değil hem de o yakışıklılık ve karizmayı verememiş bence. Melissa McCarthy de filmin nokta atışı oyuncu seçimlerinden. Başarılı bir kötü cadı olmuş.
Filmin büyük bir kısmı bilgisayar efekti tabii. Efektler çok göz alıcı da değil, kötü de değil. Yalnız filmi 3D ve altyazılı izledim. Özellikle deniz altı sahneleri biraz fazla karanlıktı. Buralardaki efektler hakkında sağlıklı yorum yapmak için, daha iyi bir projeksiyonla bakmak lazım.
Keyifli bir film dedim ama çocuklara biraz uzun gelebilir (gerçi bizim seanstaki tek çocuk, sonuna kadar hiç sıkılma belirtisi göstermeden izledi). Animasyon versiyonu 83 dakikaydı, bu 135 dakika. 2 saatin altına inebilirmiş.
What's Love Got to Do with It? (Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?):
Özellikle Elizabeth filmleri ile tanıyıp sevdiğimiz Shekhar Kapur, 2007’den beri sessizdi. Uzunca bir aradan sonra, bir romantik komedi ile karşımızda. Ama wiki’ye bakılırsa arada epeyce bir projeye el atmış ama sonuca ulaşamamış. Daha önce tarihi filmler çeken Kapur, bu kez gönümüzde geçen bir hikâye anlatıyor. İlk bakışta, bildik bir hikâye. Beraber büyümüş, her türlü sırlarını, hatta ilk öpücüklerini paylaşmış iki karakterimiz var. Bu iki karakterimiz, komşu çocukları olarak büyümüşler, birisi doktor, diğeri belgesel film yapımcısı olmuş. Biz, aralarındaki romantik çekimi görmemize rağmen, onlar görmüyorlar ve aralarından biri, başkasıyla evlenmeye karar veriyor.
Filmi tipik bir romantik komediden ayıran şey, karakterlerden birinin söylediği gibi, bu iki komşu evin arasında kıtalar olması. Çünkü ailelerin biri Pakistan kökenli, Müslüman bir aile. Tıpkı Shekhar Kapur gibi. Bu ailenin oğlu olan Kazım ise, modern anlayışta bir doktor olmasına rağmen, ailesinin Pakistan’dan seçeceği bir kız ile görücü usulü bir evliliği tercih ediyor ve filmin çatışması buradan kuruluyor. Elbette eski çağların görücü usulü evliklerinin modern bir versiyonu, taraflar önceden konuşuyorlar ama neticede iş, ailelerin karar vermesine dayanıyor. Aslında Kazım’ın ailesi de nispeten modern. Örneğin aradıkları kızın, başının kapalı olmasına gerek görmüyorlar. Çünkü biz modern bir aileyiz diyorlar ama kız feminist falan olmasın diye de eklemeyi unutmuyorlar!
Bir ara Shekhar Kapur’un 2023 yılında görücü usulü evliliği savunduğunu düşünmüştüm ama ilerleyen kısımlarda durum değişiyor. Geleneksel değerleri bir yana koymasa da, Pakistan’daki gençlerin de global dünyanın bir parçası olduğunu söylüyor. Daha da önemlisi, iki milletin bir arada yaşamasının önemini vurguluyor.
Biliyoruz ki, bu filmlerin başarısında en önemli unsurlardan biri, ana karakterlerin kimyasıdır. Burada Lily James ve Shazad Latif iyi bir ikili olmuşlar. Yardımcı oyuncu kadrosu da, elbette başta Emma Thompson olmak üzere, gayet iyiler. Pakistanlı erkekle, İngiliz kadının aşkından rahatsız olacaklar dışında, herkese önerilir.
Conjuring: The Beyond (Conjuring: Şeytan Ayini):
Aslında hakkında uzun uzun yazılacak bir film değil ama ilk filmini James Wan’ın yönettiği, Vera Farmiga ve Patrick Wilson’ın oynadıkları film serisi ve aynı evrende geçen diğer filmlerle, zerre kadar bir ilgisinin olmadığını vurgulamak istedim. Tamamen o serinin popülaritesinden yararlanmaya çalışan B sınıfı bir korku filmi. Bir uyku araştırmasına katılan bir grubunun rüyalarına musallat olan, giderek gerçeği de etkilemeye başlayan bir varlık üzerinden gelişiyor. Hikâyenin orijinal bir tarafı olmadığı gibi karakterler de ilgi çekici değil. Ayrıca başarılı bir korku sekansı da içermiyor. Yeteri kadar yerli kötü korku filmimiz varken, bir de dışardan ithal etmeye hiç gerek yokmuş.
Haftaya, Ankara’da düzenlenecek olan Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali izlenimlerinde görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN