SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

ALIEN: ROMULUS VE DİĞERLERİ

25 Ağustos 2024 Pazar 20:37
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Yavaş yavaş yazı bitirmeye hazırlanırken, bu senenin en merak edilen filmlerinden biri olan, Alien: Romulus nihayet sinemalarımıza geldi. Bu hafta, önce bu filmin beklentiyi ne kadar karşıladığına bir bakalım. Sonra bir bilgisayar oyunu uyarlaması olarak, Borderlands’e bakalım. Haftanın diğer filmleri de sorunlu mesajları olan bir romantik komedi ile, mesajları doğru ama romantizm dozu aşırı bir film. Ayrıca Ian McKellen’ın Kral Lear’ı canlandırdığı bir tiyatro oyununun kaydı da sinemalarımızda. Onu da kısaca yorumlayalım.

Alien: Romulus:
Taş gibi bir Alien filmi ama yenilikçi bir Alien filmi değil. Fede Alvarez, seriyi çok iyi etüt etmiş, nelerin çalıştığını, serinin hangi temaların üzerinde döndüğünü incelemiş ve bunları filminde çok güzel uygulamış. Bu açıdan hiç sorun yok. Gayet iyi bir film.
Ama Alien serisi, her yeni filmle, her yeni yönetmenle, serinin görsel dünyasına da temalarına da eklemeler yapan bir seri (Predator'lü olan, tamamen ticari filmleri hiç katmıyorum. Aslında temel olarak ilk 4 filmden bahsediyorum). Burada o eksik işte. Yine de farklı temalara girmeye çalışıp, eline yüzüne bulaştıran bir film de olabilirdi. Saf bir Alien filmi olmasından çok da şikayetçi değilim. Fede Álvarez'in iyi yaptığı birçok şey var çünkü.
Günümüz trendlerine uymamış, filmi hızlı bir aksiyon sekansı ile açmamış mesela. Alien dünyasında olduğumuzu belirten yavaş bir girişten sonra, bir süre bize karakterleri tanıtıyor ve onları önemsememizi sağlıyor. Gemideki bölümde bile yaratıkların çıkması belli bir zaman alıyor. Bu anlamda, ilk filmin izini sürüyor.
Aksiyon başladıktan sonra da, sürekli çok hızlı bir tempo kurmayıp, belli anlarda frene de basıyor ama filmin duygusunu hep yukarıda tutmayı da başarıyor. Tüm filmlere, hem görsel olarak, hem diyaloglarda göndermeler var. Çoğu da işliyor. Bu göndermelerden en sürprizlisi konusunda, çok da emin değilim ama. Evet, ilk anda bir, vayyy be hissi yarattı ama çok gerekli miydi? Sanmıyorum.
Diğer filmlerdeki temalar üzerinden gidiyor demiştim. Neydi bunlar? İnsan-android arasındaki ilişki, dev bir şirket üzerinden kapitalizm eleştirisi (79'da da günceldi, 2024'de daha da güncel), ve tabii ki annelik teması. Bunlar, tüm filme başarılı bir şekilde yedirilmiş. Tabii, dev şirketleri eleştiren bu filmin arkasında, şu anda sinemanın en büyük şirketi olan Disney'in olduğunu da unutmayalım. Gerçi ben izlerken artık Alien'ın da Disney bünyesinde olduğunu unutmuşum, sonradan farkına vardım.
Disney'in bu tarz eski serileri yeniden canlandırma çabaları içinde, en iyilerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Mirasa ihanet etmiyor kesinlikle. Ama işte film tutarsa, dizileri (ki, şimdiden bir tane geliyor), yeni filmleri, belki animasyon dizileri ile olayı sulandırma riskleri büyük.
Alien hayranlarına kesinlikle öneririm. Ama mutlaka iyi görüntü sistemi olduğunu bildiğiniz bir salonda gidin. Epey karanlık bir film çünkü. Karanlık bir perdede eziyet olur.

Borderlands:
Böyle yerden yere vurulan filmlere karşı genelde, o kadar da kötü değil yav, deme eğilimindeyim (bkz. The Flash). Üzgünüm. Bu sefer, o kadar kötü. Muhtemelen unutmak istediği bir film olacak ama Cate Blanchett'in doğal karizması yine de yerli yerinde. Ama o kadar.
Karakterler ilgi çekici değil, kötü adam karizmatik değil, hikâye desen zaten elinde kalıyor, aksiyon sekansları da heyecan yaratmıyor. Hadi, sürprizi fena değil diyelim. Ama özel efektleri çok fena. Hele finalde, Blanchett'in karakteriyle ilgili bir efekt var ki, aman tanrım. 80'lerin filmlerinden fırlamış gibi. Hatta, belki o zaman görsek bile kötü diyeceğimiz bir efekt.
Oyunu biraz oynamışlığım var. Onun havasını da yansıtamamış. Ki aslında, Eli Roth'a da çok bayılmam ama bu dünyayı iyi yansıtabileceğini düşünmüştüm. Olmamış. Gerçi, Roth'un çok daha kanlı ve şiddet dolu bir versiyon çektiği ama stüdyonun törpülediği söyleniyor. Roth'un istediği gibi kalsa, filmi kurtarır mıydı? Pek sanmıyorum ama biraz daha iyi olabilirdi belki. İleride bir Roth Cut görür müyüz? Ehhh, zor gibi.


Son Bir Tatil:
Aslına bakarsanız, vasat altı bir komedi diyerek yorum yazmadan geçeceğim bir film olacaktı. Ama iki noktayı özellikle belirtmek istedim.
Birincisi, sıfır bütçeli korku filmlerinde sıkça gördüğümüz bir olay: Filmi bitirdikten sonra, bir kere bile kontrol için izlememek. Bir sahnede, ses-görüntü senkronu bariz şekilde kayıyor. Ama çok daha fenası var. Bir sahnede ses bandında konuşmalar devam ederken, anlamsız bir şekilde, geçmiş bir sahnenin görüntüsü giriyor. Yanlış anlamayın, flashback falan değil. Belli ki kurgu programında bir hata yapılmış. Filmi bitirdikten sonra, bir kere baştan sona izlense, net şekilde fark edilip, düzeltilebilecek hatalar bunlar. O yüzden, bir kontrol izlemesi yapılmamış diyorum. Yapılıp da bu hatalar düzeltilmediyse, daha da fena.
İkinci konu da, filmin teması ile ilgili. Film, birbirleri ile sürekli kavga eden bir çiftin, kızlarının çabası ve isteği ile boşanmaktan vazgeçmesini anlatıyor. Spoiler sayılmaz, daha en baştan, çiftimiz için, aslında çok aşıklar deniyor. Kötü bir haberim var. Benim filmde gördüğüm çift, hiç de aşık değil ve aşırı toksik bir ilişkileri var. Evet, romantik komedilerde çiftlerin kavga ettiği sekanslar olur da, arkada kendilerine bile itiraf edemedikleri aşkı hissedersiniz. Buradaki kavga, o kavga değil. Bayağı hakaret ve aşağılama üzerine kurulu bir kavga.
Film bariz şekilde, böyle bir ilişkinin, çocuğu mutlu etmek için devam ettirilmesini savunuyor ki, bence çok yanlış bir mesaj. 1-2 yıl sonra, çocuğu da, kendilerini de daha mutsuz edecek bir noktaya gider bu ilişki. Halbuki, illa bir mesaj verilecekse (ki şart değil), birbirine saygı duyularak gerçekleşecek bir ayrılığın, herkes için çok daha hayırlı olacağı mesajı verilebilirdi.

It Ends with Us (Bizimle Başladı Bizimle Bitti):
Bu film, tam da az önce bahsettiğim mesajı veriyor aslında. Medeni bir boşanma, sorunlu bir ilişkiyi sürdürme çabasından iyidir diyor. Aynı zamanda, kadına karşı şiddet olayının da net şekilde karşısında.
Beyaz dizilerden fırlamış, tahammül ötesi, ağdalı romantik sahneleri olmasa, hem mesajı doğru, hem de gerçekten beğendiğim detayları var. Ama işte, o insanın içini bayıcı romantizm çok baskın olduğu için, filmin başarılı yönlerinin önüne geçiyor. Ben yine de genel olumsuz görüşümü belirttikten sonra, başarılı bulduğum kısımları da yazayım.
Bir defa, şiddet eğilimli erkek, karısına öyle sürekli kötü davranan, 7-24 döven bir erkek değil. Hatta çoğunlukla ideale yakın bir ilişkileri varken, kısa öfke nöbetleri yaşıyor. Bu tip filmlerin çoğunda, erkek karakter, aşırı derecede kötü bir karakter olarak çizilir. Öyle büyük bir şiddet uygular ki, savunulacak bir tarafı olmaz. Ama burada, çok limitli bir şiddetin "bile" özrünün olmadığı söyleniyor ki, son derece haklı bir duruş. Ben çok eminim ki, filmi izleyen erkeklerin çoğunluğu, “adam ne yaptı ki, haklı olarak biraz sinirlendi” diyecektir. Kadınların bir kısmı da (buna çoğunluk demiyorum), “sırf bunun için, beyin cerrahı bir adamdan ayrılınır mı?” diyecektir. Hatta keşke filmde böyle karakterler de olsaydı. Şiddete karşı mesajı, daha güçlü olurdu.
Filmin beğendiğim diğer unsuru da kaçınılmaz olarak, Blake Lively. Burada, eril bakış açımı devreye sokarak, “Sayın Lively, 4 çocuk doğurup, halen nasıl böyle gözükebilirsiniz” diyorum!

National Theatre Live: King Lear:
Başka Sinema yine canlı olarak çekilen bir tiyatro kaydını karşımıza getirdi. Şimdi tutup Kral Lear ne kadar iyi bir oyun, Ian McKellen ne kadar iyi bir oyuncu diyecek değilim. Zaten biliyoruz da McKellen'ın 80 yaşında (2018 tarihli bir oyun ve McKellen o tarihte 80 yaşında), 3.5 saatlik bir oyun boyunca sahnede olmasını takdir etmemek mümkün değil. Üstelik bir sahnede, sırılsıklam kıyafetler içinde kalıyor. O sahneyi hızlıca geçerler diye düşünmüştüm ama bayağı da uzun sürüyor. Zaten Kral Lear, belli bir yaşın üzerindeki oyuncuların kendilerini göstermeyi sevdikleri bir rol. Burada da Ian McKellen coşmuş tabii ki. Ama tüm oyuncu kadrosu çok iyi zaten.
Bu arada izlerken NTL'deki oyunların önemli bir kısmında, orijinal metindeki karakterlerin cinsiyetlerinin ve ırklarının değiştirildiğini düşündüm. Yakın zamanda Romeo ve Juliet'te bir tartışma olmuştu ya, yeni ve tekil bir örnek değil yani. Bunu çok sık yapıyorlar ve İngiltere gibi dev bir tiyatro geleneği olan bir ülkede yapılıyor. Öyle düşünmek lazım.
Kral Lear'a dönecek olursak, genelde izlediğim versiyonlardan daha uzun olması, bazı karakterleri daha derin hale getirdi. Bir tek, izlediğim diğer NTL oyunlarına göre reji biraz daha zayıftı diyebilirim. Seste arada sorunlar vardı, sahneye de bazen tam olarak hakim olamıyorduk. Bir de tabii ki, 3.5 saat olduğu için, yorgun bir günde izlememek lazım.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar