SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

74. BERLİN FİLM FESTİVALİ (BERLİNALE) İZLENİMLERİ-2

17 Mart 2024 Pazar 10:33
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Önceki hafta, Berlin Film Festivali izlenimlerimize başlamıştık. Vakit kaybetmeden, kalan filmlere geçelim. Bu filmlerin bir kısmının İstanbul Film Festivali’nde de gösterileceğini de hatırlatalım.

L’Empire (The Empire):
Bruno Dumont, ilk dönemine bayıldığım bir yönetmen. Sonrasında, komediyi ön plana çıkardığı filmlerine bir türlü ısınamadım. Son dönem filmleri ile de, bir dargın, bir barışık haldeyiz. Bu film, bir süre görüşmeyelim dedirtti!
Dediğim gibi, Dumont komedilerine hiçbir zaman ısınamadım ama burada yine de bir bilim-kurgu çatısı var, sevebilirim diyordum. Ama mizahı bende kesinlikle çalışmadı. Popüler tabirle, "mimik oynamadı" diyebilirim. Salondan da çok büyük reaksiyon almadı açıkçası.
Bilim-kurguyu, bir Fransız kasabasının günlük hayatına taşımak, bir yenilik getiriyor mu? Eh, belki biraz ama işin o kısmını da çok ilgi çekici bulmadım. Hatta hiç çekinmeden söyleyeyim, benim için tüm festivalde izlediğim en zayıf film olabilir.
Filmi sevenler de oldu. Hatta jüri de sevmiş olmalı ki, büyük ödüllerden birini verdi. İstanbul Film Festivali’ne de gelecek filmlerden biri. İzleyin, kendi kararınızı verin diyeyim o halde.
Filme dair aklında kalan hiç güzel bir şey yok muydu derseniz, vardı o da Anamaria Vartolomei diyebilirim!

In the Belly of a Tiger:
Festivalin Forum bölümünden film izlemeden dönmek olmazdı. Aslında bu bölümde bazen, epey zorlayıcı filmler de çıkıyor. Bu sene seçtiğim filmler, daha rahat izlenen, en azından bildik hikâye kalıplarına daha sadık kalan filmlerdi.
Bu filmin de, Hindistan'ın belli bölgelerindeki fakirlik üzerinden giden bir hikayesi var. Aslında, bir kaplan tarafından yenen yaşlı bir çiftin, gerçek hikayesinden yola çıkarak yapılmış ama şiirsel gerçekçilik diyebileceğimiz bir tarzda çekilmiş. Fakirliği anlatmasına rağmen, bu sırada duygu sömürüsü de yapmıyor. Hatta, filmin adında yer alan kaplanı da hiç görmüyoruz. Daha çok metaforlara, sembollere ve alt anlamlara yükleniyor.
Film biraz ağır tempolu ve karamsar bir film olmasına rağmen, yönetmen Jatla Siddartha, söyleşide bayağı eğlenceli bir yönetmen hissi verdi. İlk filmi de daha popüler kanattan bir filmmiş zaten.
Filmin müziklerini, Shigeru Umebayashi yapmış ki, kendisini Wong Kar-wai'nin filmlerinden tanıyoruz. Bu tarz bağımsız bir filmde görmeyi beklemeyeceğiniz bir isim. Nasıl ikna ettiniz diye sorulduğunda, "Eh, biz Hans Zimmer'e de mail attık ama onun pek umrunda olmadı" dedi.
Son tahlilde, çok bayıldığım bir film olmasa da buralara uğrarsa, ya da platformlara gelirse bir şans verilebilir. Yönetmenin önceki filmi, Netflix'e gelmiş ve çok izlenmiş ama bu film, daha çok Mubi'lik.

La piel en primavera (Skin in Spring):
Bir Avm'de güvenlik görevlisi olarak çalışan, muhtemelen çok genç yaşta anne olmuş Sandra'nın, oğlu 15 yaşına geldikten sonra, kendisini, isteklerini ve kadınlığını tekrar keşfetmesini anlatan bir film.
Her ne kadar, çok orijinal bir hikâye olmasa da iyi bir karakter çalışması ve iyi bir kadın filmi. Sandra'nın sürekli gidip geldiği yoldaki minibüs şoförünün ilgisi (burada çok hafiften bir Çiçek Abbas tadı bile verdi) ve arkadaşının tavsiyeleri ile değişen hayatı iyi verilmiş. Sandra'nın kendini keşfini, sadece cinsellikle de sınırlayamayız. Avm'de kendisine yukarıdan bakan müşterilere karşı tavrı da değişiyor örneğin. Hatta bu anlardan biri, bu filmden beklenmeyecek kadar komikti.
Film baştan sona, Sandra karakterini takip ediyor. Onu sevip benimsememizde, başroldeki Alba Liliana Agudelo Posada'nın payı büyük. Söyleşiye de katıldı. Aslında ülkesinde, bir tiyatro oyuncusuymuş. Sinemaya çok sıcak bakmıyormuş ama yönetmen ikna etmiş. Çok da iyi yapmış.
Önceki filmde de belirttiğim gibi, Forum bölümündeki filmler genelde, seyirciyi biraz daha zorlayan, çaba gerektiren filmler olurdu. Bu, temposu biraz yavaş olsa da gayet rahat akan bir film. Panorama bölümünde görsem şaşırmazdım. Bizde de Uçan Süpürge'ye yakışır.

After Hours:
Festivallerde klasik filmleri izlemeyi seviyorum. Scorsese'nin biraz gölgede kalmış bu harika kara komedisini de çok severim zaten. Ama daha önce, birkaç kez küçük ekranda izlemiştim. Sinema perdesinde izlemek, çok güzel oldu.
Aslında klasikler ile ilgili zaten yazılan yazılmış olduğu için, yorum yapmayı çok sevmiyorum ama bu filmi izlemeyen çoktur diye biraz bahsedeyim. Filmimiz Paul adında, gayet sıkıcı bir işi olan, beyaz yakalı bir çalışan hakkında. Çoğumuzun, aaa bu benim diyeceği biri yani.
Bir akşam, bir kafede yakınlaştığı bir kadın onu evine çağırınca, büyük bir heyecanla gidiyor ve olaylar gelişiyor. Film boyunca, Paul'un bir gece boyunca, sadece gündüzünü bildiği New York sokaklarında başına gelen türlü çeşitli olayları izliyor, onunla birlikte gecelere akıyoruz.
Çok eğlenceli bir kara komedi, çok iyi kurulmuş bir tempo, tıkır tıkır işleyen bir kurgu, neredeyse gerçek üstü bir atmosfer, iyi oyunculuklar ve bugünden bakınca, eşsiz bir 80'ler nostaljisi. Daha ne olsun. Scorsese denince, ilk akla gelen filmlerden biri olmamasının nedeni, çok büyük şeyler anlatmaması. İzlerken bir yandan da, günümüzde "büyük" yönetmenlerin, "küçük" filmler yapma şanslarının ne kadar azaldığını düşündüm. "Büyük" yönetmensen, her filmin Oscar'a oynamalı, seyirci rekorları kırmalı, medyada sürekli gündem olmalı vs. Halbuki bu filmin, öyle ödül kovalayalım diye yapılan bir film olmadığı açık. Gerçi Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü almış ama demek ki, o zaman Cannes da farklıymış.
Filmi yeni restore edilmiş bir kopyadan izledik. Scorsese de, onur ödülünü alırken, filmin nihayet restore edilmesinden mutlu olduğunu söylemişti. Ortada yeni bir dijital kopya olduğuna göre, bizim festivallere de uğrar belki.

The Visitor:
Bruce LaBruce, Pasolini’nin Teorema'sını uyarlarsa ortaya ne çıkar? Tabii ki, aşırı provoke edici, pornoyu aratmayacak sahneler içeren bir film. Böyle olacağından emindim, hiç şaşırtıcı olmadı. Bizde vizyona girmesi imkânsız, festivallerde bile zor. Berlin'de bile, salonu epey terk eden oldu. Gerçi kahkahalarla gülerek izleyenler de oldu. Ben seks sahnelerinden değil ama abartılı halinden rahatsız oldum. Mesajlarını abartılı oyunculuklarla, yanıp sönen neon ışıklarla yazılmış sloganlarla veriyor.
Filmin özeti tam olarak şu: Göçmenler gelecek, karınızı, kızınızı, oğlunuzu, bizzat sizi, hatta bu arada hizmetçinizi sevecek (anladınız siz onu), ama bu hepinize iyi gelecek, sizi özgürleştirecek! Tüm bu eylemler sırasında da, o bahsettiğim neon ışıkları ile, "Sınırları Açın, Bacaklarınızı Açın" tarzı sloganlar görüyoruz.
Filmin mesajı zaten tartışmalı da, bu kadar abartılı bir sinema, hiç benim tarzım değil. Sonuna kadar izledim ama zor oldu açıkçası. İzlerken, Pasolini sever miydi diye düşündüm. Onun filmlerinin altı daha dolu olmakla birlikte, o da seyirciyi provoke etmeyi seven bir yönetmendi. Sevebilirdi. Ama herkesin sevmeyeceği kesin diyerek, uyarımı tekrarlayarak bitireyim.

Gloria!:
Festivalin ana yarışmasının, en seyirci dostu filmlerinden biri. Çok ön plana çıkmadı, aslında Letterboxd'da da çok yüksek puanlar almamış ama izledikten sonra, ana yarışmada bir seyirci ödülü olsa, alabilirdi diye düşünmüştüm.
Film 18. yüzyılda, Venedik'te kapalı kapılar ardında müzikle uğraşan kadınları konu ediyor. Onların küçük bir orkestra kurmalarına müsaade ediliyor ama beste yapmalarına izin verilmiyor. Daha doğrusu, kadınların beste yapabilecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanılmıyor. Kazara(!) beste yaparlarsa da, onları da anlı şanlı, isim yapmış, erkek besteciler sahipleniyor zaten.
Film, kadınların her alanda görmezden gelindiği bir tarih diliminde yaşanan gerçek olaylardan yola çıkarak, bir alternatif tarih anlatısı kuruyor adeta. Bir anlamda da pop müziğin ortaya çıkışını anlatıyor.
İçinde duygusal kimi anlar barındırsa da, eğlenceli bir kadın dayanışması filmi. Finaldeki katarsis yaratan sahne de seyirciyi coşturuyor zaten. Sinemasal anlamda çok büyük meziyetleri yok belki ama seyircinin salondan mutlu, mesut ayrılacağı bir film. Film sonundaki alkışlardan da anlaşıldı zaten.

My Stolen Planet:
Son yıllarda, İranlı kadın yönetmenlerin, kendi hayatlarından yola çıkarak yaptıkları, ülkenin tarihine, değişimine ve yükselen kadın hareketine baktıkları belgeseller sık sık karşımıza çıkıyor. Bu da onlardan biri. Anlattıkları olaylar ve ele aldıkları temalar ortak oldukları için, bu tip belgeseller birbirlerine benziyor (bu filmin yönetmeni Farahnaz Sharifi, benzer filmlerden birinin de kurgucusu imiş bu arada) ama her zaman da çok etkileyici oluyorlar.
Bu filmde de yönetmen, başı açık olarak dolaşabildiği çocukluk yıllarından başlayarak, devrim sonrasında evin içinin ve dışının bambaşka dünyalar haline geldiği günleri anlatarak, günümüze doğru ilerliyor. Bunu yaparken de hem kendi ailesinin çektiği görüntüleri, hem de sahaf tarzı yerlerden bulduğu, kime ait olduğu belli olmayan görüntüleri kullanıyor. Günümüze yaklaştıkça da bunların yerini, sosyal medyadan paylaşılan görüntüler alıyor.
Kimi zaman oldukça üzücü, bazen öfkeli ama finalde geldiği noktayla, geleceğe umutla bakan bir film. Zaten yönetmen de, söyleşide genç kuşaktan çok ümitli olduğunu, bir şeylerin değişeceğine inandığını vurguladı.

Kısmet, Kısmet:
Berlinale bu yıl Retrospektif bölümünde, Alman sinema tarihinden çok bilinmeyen filmleri çekip çıkarmış. İsmet Elçi'nin yazıp yönetip oynadığı, 1987 tarihli, muhtemelen çok az kişinin izlediği bu film, gerçekten çok keyifli bir keşifti. Muhtemelen İsmet Elçi'nin kendi hayatından da izler taşıyan bu filmde, Almanya'ya birkaç yıl önce gelmiş, hayatını az çok yoluna sokmuş, bir de kendine Alman kız arkadaş yapmış, sinema sevdalısı bir gencin, film yapma çabalarını izliyoruz.
Aslına bakarsanız çok iyi bir film değil, hatta amatörce yanları da var. Ama filmin, özellikle bugünden bakınca değeri de bu zaten. Çünkü tıpkı filmin ana karakterinin çekmek istediği film gibi, belli ki sinema sevdası ile çekilmiş bir film. Bu anlamda çok samimi. Bir saati biraz aşkın süresinde, hikâyenin ana aksı film çekmeye çalışırken yaşanan aksaklıklar, komiklikler olsa da, Alman kız arkadaşla yaşanan sorunlar, başka bir karakter üzerinden, yeni bir ülkeye uyum sağlama çabası gibi konular da dönüyor.
Bazı sahnelerde, uzun uzun Türkçe şarkılar da aralara giriyor. Aslında bu şarkıları baştan sona izlememizin, hikâye anlamında bir katkısı yok. Belli ki İsmet Elçi, sevdiğim şarkıları da filme koyayım demiş. Normalde bu tarz bir müzik kullanımını eleştiririz ama yine bugünden bakınca, filmin tarihsel değerini arttırmış.
Bu arada, İsmet Elçi filmden önce geldi, bir de konuşma yaptı ama Almanca konuştuğu için yine anlamadığım bir sohbet oldu. Bir tek yanlış anlamadıysam, birkaç kez Türk değil, Kürt olduğunu vurguladı.

Das deutsche Kettensägenmassaker (The German Chainsaw Massacre):
Festivalin Retrospektif bölümündeki bu film, program açıklandığında, kesin izlemeliyim dediğim filmlerden biriydi. Pis, kirli, iğrenç ve bu yüzden leziz! Tam bir geceyarısı manyaklığı. Ama aynı zamanda da politik. Yönetmen Christoph Schlingensief'in çok fazla filmini izlemedim ama onunla ilgili bir belgesel izlemiştim. O da seyirciyi provoke etmeyi seven, şimdi kim ne der diye umursamadan kafasındakileri sansürsüzce perdeye aktaran bir isim.
1990'da, tam da duvarın yıkılıp Almanya'nın birleşmesinden sonra, Doğu Almanya'da kocasını öldürüp, sevgilisi ile batıya geçen bir kadının hikayesi gibi başlayıp, Batı'da, doğudan gelenleri parçalayıp onları sosis yapmak isteyen bir ailenin hikayesine dönen, manyak bir film.
Schlingensief de duvarın yıkılmasından hemen sonra, çok hızlı bir şekilde çekiyor bu filmi. Aynı zamanda düşük bütçeli bir film. O yüzden öyle temiz bir sinema, harika özel efektler falan beklemeyin. Başta dediğim gibi, pis, kusurlu ve ucuz bir iş. Ama zaten öyle olması istenmiş.
Doğu ve Batı Almanya'nın kültürel kodlarına hâkim olsam, pek çok detay da yakalardım muhtemelen. Ama en azından Schlingensief'in birleşmeden çok mutlusunuz ama o kadar kolay olmayacağını da unutmayın dediğini görebiliyoruz.
Herkese göre bir film olmadığı anlaşılmıştır herhalde. En azından, bu filme ilham olan Tobe Hooper klasiğini sevmiyorsanız, hiç bulaşmayın diyebilirim. Seviyorsanız, tam sizlik olabilir.

The Great Yawn of History:
Tüm film bu şekilde gitmiyor ama çıkış noktası itibariyle, ana karakterinin tam bir siyasal İslamcı olduğu bir film. Şöyle ki, ana karakterimiz, bir mağarada, altınların saklı olduğunu biliyor ama onları almanın haram olduğuna inanıyor. Peki, bulduğu çözüm ne? Helali, haramı pek takmayan bir yardımcı buluyor. Altınları yardımcı alacak ve yarısını "tamamen içinden gelerek" ona verecek. Böylece günah yardımcıya kalacak, adamımız da harama dokunmadan, altınların yarısını alacak. Harika bir plan!
Ama mağaranın hangisi olduğu bilinmediği gibi, altınların varlığı da şüpheli olduğu için, filmimiz bu ahlaki ikilemden çıkıp, bir yol filmine dönüşüyor. Hatta rahatlıkla, varılan sonucun değil, arayışın kendisinin önemli olduğunu vurgulayan filmlerden biri diyebiliriz.
İranlı bir yönetmenin ilk filmi olunca, ister istemez ülkesinin önemli yönetmenlerini de düşünmeden edemiyorsunuz. Karakterlerin ahlaki ikilemleri konusunda Farhadi'den, filmin görsel yapısı ve temposu konusunda da Kiarostami'den etkilendiğini söylemek, yanlış olmaz sanırım. Onların filmleri kadar iyi olduğunu söylemek zor ama özellikle beklenmedik yerlerde mizahı kullanış biçimiyle, sonraki filmlerinde kendi tarzını biraz daha oturtursa, İran sinemasından iyi bir yönetmen daha kazandığımızı söyleyebiliriz.

Batalla en el cielo (Battle In Heaven):
Berlinale'de son filmim, Carlos Reygadas'ın Battle In Heaven'ı oldu. Sevmeyenleri olsa da modern bir klasik sayılıyor artık ama benim izlemediğim bir filmdi. Açıkçası Reygadas filmografisine hâkim değilim. Çok fazla filmini izlemedim. Özellikle son filmi Our Time'ı epey sevmiştim. 3 saatlik süresine ve ağır temposuna rağmen o film beni içine çekmişti. Bu da ağır tempolu ama çok daha kısa bir film (98 dakika). Ancak, hissedilen süresi bana çok daha uzun geldi ve yordu. Belki de festival dışında izlemeliyim.
Reygadas'ın belgesele yakın doğal çekimlerle, seyirciyi rahatsız edecek aşırılıkları birleştirdiği bir tarz kurduğunu söyleyebiliriz. Günahları ile yüzleşmek zorunda kalan, giderek daha da dibe sürüklenen bir adamın çevresinde, pek çok konuya el atıyor aslında. Bir amaca hizmet ettiği sürece, aşırı seks ve şiddet sahnelerine karşı değilim ama buradaki özellikle seks sahneleri, gerçekten gerekli miydi, anlatıya hizmet ediyor muydu, emin değilim.
Amatör oyunculardan çok iyi performanslar aldığı konusunda, hakkını teslim etmek lazım. Gerçekten yaşayan, çok gerçek, karakterler izliyoruz. Üstelik onları, zor sahnelerin içine atıyor ve büyük ihtimalle karakterleri de gerçek hayattaki karakterlerine çok benzer değildir.
Filmi restore edilmiş bir kopyasından izledik. İstanbul Film Festivali’nin de, bu sene için duyurduğu filmlerden biri olduğuna göre, aynı restore edilmiş kopya gösterilecek olmalı.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar