SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

71. BERLİN FİLM FESTİVALİ (BERLINALE) İZLENİMLERİ – 2

14 Mart 2021 Pazar 20:22
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen hafta, bu yıl dijital ortamda yapılan Berlinale ile ilgili izlenimlerimize başlamıştık. Bu hafta, kaldığımız yerden devam ediyor, geçen haftaki yazıda kendine yer bulamayan filmleri irdeliyoruz.

Una película de policías (A Cop Movie):
Alonso Ruizpalacios'un önceki filmi Müze'yi çok fazla sevmesem de Polis Filmi ümitli olduğum bir yapımdı. Ümidimin karşılığını da verdi. Bu sene festivaldeki pek çok film gibi, bölümlere ayrılmış bir yapım ve her bölümde önceden oluşturduğu anlatıyı inkâr etmeden, kendini yeniden kuruyor. Meksika'da iki polisi anlatan bir kurmaca film mi derken, belgesel sınırlarına giriyor, giderek bununla da yetinmeyip bir katman daha açıyor. Ruizpalacios’un, daha filmin adından başlayarak, izlediğimiz şeyin bir film olduğunun vurgusunu yapması bir yana, ilk baştan itibaren yapacağı hamlelerin ipuçlarını da veriyor aslında. Sadece dış ses ve anlatıcı kullanımı bile dikkat çekici. Filmin hakkında pek bir şey bilmeden izlemek daha iyi olacağı için çok detaya girmeyeceğim ama festivalde en sevdiğim filmlerden biri oldu. Zaten başlangıcında koskoca bir Netflix logosu gördük. Yakın zamanda orada karışımıza çıkar.
Ana yarışma jürisinin artistik katkı ödülü adı altında, filmin kurgusuna bir ödül verdiğini düşünürsek, Meksika'dan büyük festivallerde yarışan ve ödül alan bir Netflix filmi daha çıkmış oldu böylece. Bizde de popüler kulvarın yanında, böyle projelere girme niyetleri olması umuduyla.

Ich bin dein Mensch (I’m Your Man):
Bir bilim kadını ve onun test etmesi gereken bir robot. Robot onun beğenilerine göre yapılmış ve onun hayatının erkeği olması iddiasında. Bilim insanları test edip onaylarsa, yalnız insanların hayat arkadaşı olmak üzere piyasaya sürülecek. En iyi başrol oyuncusu ödülü almasa, izlemeye niyetim olan filmlerden biri değildi. Açıkçası, izlemesem de olurmuş. Yapay zekâ ile romantik bir ilişki yaşayan bir insan hikayesinin farklı ve daha iyi versiyonlarını izledik. Eğlencelik bir romantik komedi olarak izlenebilir tabii de dünyanın en önemli film festivallerinden birinde, ana yarışmada olacak bir film değil. Konusunu görünce çok tahmin edebileceğiniz yerlerden ilerliyor, hatta zaman zaman bir sitcom havasına bürünüyor. Yine biraz abartarak söyleyeceğim, ilk yarım saatinde, Kemal Sunal ve Fatma Girik'li Japon İşi, bundan daha iyi olabilir mi diye düşündüm. İlerledikçe biraz toparlasa da çok da yüksek bir noktaya varmadı. Yine de Maren Eggert'in oyuncu ödülüne çok itirazım yok. Yarışmada başrol olarak çok önce çıkan bir isim yoktu. Çoğu film, toplu oyuncu performansları ile yükseliyordu. Bu arada, çok az sahnesi olsa da filmde en güldüğüm anlardan birinin, Sandra Hüller'den geldiğini söylemeliyim.

Social Hygiene:
İlerde bu günlere dönüp baktığımızda, elimizde bir grup pandemi dönemi filmi olacak belli ki. Bu da onlardan biri. Gerçi filmde pandeminin p'si yok, Denis Côté de senaryoyu yıllar önce yazmış ama izlerken bu dönemde çekildiğini düşünmemek mümkün değil. Açık alanda birbirinden mümkün olduğu kadar uzakta duran ve hiç yaklaşmayan oyuncular ve kameranın da onlardan alabildiğince uzakta durmasına bir de filmin adı eklenince, tam da bu dönem çekmeye uygun bir proje diyorsunuz. Côté’nin kendi senaryosu ama bir tiyatro uyarlaması dense şaşırmazdım. Yapısı tam da öyle. 2 ya da 3 oyuncunun, minimalist dekorlu bir sahnede (burada sahne, çayır-çimen olmuş) konuşmaları ile ilerleyen bir film. Yanılmıyorsam her sahnede olan bir erkek ve beş kadın karakterimiz var elimizde. Côté, zaman ve mekânı olabildiğince belirsiz ve iç içe kurmuş. Dönem filmi kostümleri içinde konuşurken Facebook'dan bahseden, 80'lerin müziklerine referans veren karakterler var karşımızda.
Aslında filmde ilginç fikirler var ama süresi boyunca tazeliğini koruyamadığını söylemek zorundayım. Tüm film boyunca aynı yapı defalarca tekrarlanıyor. Encounters jürisinin, yönetmen ödülünü Zürcher kardeşler ile paylaştırması ilginçti.

The Mauritanian:
Aslında Berlinale'deki bir sürü film içinde, nasılsa sonra yakalarım diye bunu listeme almamıştım. Ama hemen öncesinde Jodie Foster, bu film ile Altın Küre alınca izlemek istedim. Ne yazık ki çok iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Jodie Foster, Tahar Rahim ve Benedict Cumberbatch iyiler doğru. Hatta Tahar Rahim’in role hazırlık sürecinde metod oyuncuğu teknikleri kullandığı, fiziksel olarak kendini zorladığına dair haberler de var. Ama neticede hepsi iyi oyuncular zaten ve daha önceki performanslarının önüne geçecek bir oyunculuk sergileyememişler. Konu da önemli ama çok tipik bir günah çıkarma filmi olmuş. Guantanamo'da aslında suçsuz oldukları halde insanları yıllarca orada tuttuk, fiziksel ve psikolojik işkenceler yaptık. Bunu eleştirmek güzel ama zaten ayyuka çıkmış, kimsenin de yapıldığını inkâr edemediği olaylar bunlar. Benzer bir filmi, 10 yıl önce çekmek daha değerli olurdu.
Elbette herkesin savunma hakkı vardır argümanı her dönem, her ülke için önemli ama film neticede (spoiler ama çok da değil, neticede bir best-seller uyarlaması) suçsuz bir insanı anlatıyor. Aynı cümleyi ve kimseye işkence yapamazsınız cümlesini, suçlu olan birisi için kurabiliyor mu? İşte film o alana hiç girmemeyi seçiyor. Böyle olunca da argümanı zayıflıyor aslında.
Sonuç olarak, izlerken zaman zaman etkileyici ve iyi kurulmuş bir yapısı olsa da üzerine düşününce, eksikleri daha çok ortaya çıkan bir film oldu benim için.

Short Vacation:
Güney Kore'den gelen mütevazı ama hoş bir film. Ortaokulda okuyan ve fotoğrafçılık kulübüne giren dört kız, yaz tatilleri için dünyanın sonunun fotoğrafını çekme ödevi alırlar. Ama bunu eski usül, analog kameralarla yapacaklardır. O yaştaki kızlar için dünyanın sonu, metronun gittiği son duraktır ama son durağa doğru gittikçe, dünyanın sınırları da büyümeye başlar. Kızlar bir başlarına kalmaya başlayınca birbirleri ile de giderek daha fazla şey paylaşmaya başlarlar.
Film, bir büyüme hikayesi anlatsa da öyle çok büyük sırlar ortaya dökülmüyor ya da hayata bakışı değiştirici olaylar olmuyor. Tam da aslında o yaşlarda hepimizin yaşadığı ufak farkındalıklar, aslında tehlike olmayan şeylerden fazlasıyla korkmalar vs. anlatılmış. Dipten ve derinden giden bir duygusu var.
Film üstüne düşünürken bir anım aklıma geldi. Tam da o yaşlarda, belki biraz daha küçüken, bir arkadaşımla yerdeki AOÇ dondurma kaplarını takip ederek, hayvanat bahçesini bulmaya çalışmıştık. Saatlerce aramıştık ama neticede bulamamış ve eve geri dönmüştük. Evin yolunu nasıl bulduğumuzu hiç hatırlamıyorum doğrusu.

The Last Days of Gilda:
Son yıllarda büyük festivallerde dizilere de bir yer açıldığını görüyoruz. Genelde 2-3 bölüm gösterilip, kalanı sonraya kaldığı için çok ilgimi çekmiyordu ama bu 4 bölümlük bir mini dizi idi ve festival kapsamında tüm bölümleri gösterildi.
Bir tiyatro oyunundan uyarlanan bu dizide, Brezilya'da yaşayan bir kadının hikayesini izliyoruz ama aslında dizi, çoğunlukla ülkenin değişimine dair bir şeyler söylemek istiyor. Gilda, tek başına yaşayan, geçimini kendi sağlayan, cinselliğini serbestçe yaşayan, kimseye de eyvallahı olmayan bir kadın. Belki yaşadığı mahallede yaşam tarzını herkes onaylamıyor ama belli ki uzun yıllar orada yaşamış ve dürüst bir kadın olmasıyla da saygı kazanmış. Dizinin başında gördüğümüz keyifli atmosfer, aşırı sağın güçlenmesi, mahalleden bir aday çıkarması ve Gilda'nın bu adaya karşı olmasa da seçim afişini evinin duvarına asmayı reddetmesi ile yavaş yavaş kararmaya, Gilda şeytan olarak anılmaya başlıyor. Dizi, giderek kararan atmosferi içinde umudu da elden bırakmıyor.
Her ne kadar bir tiyatro uyarlaması olsa da bilerek buna gönderme yapan bazı sahneleri dışında, bunu hissettirmiyor. Bir dizi mantığında her bölümün sonunda, diğer bölüme atılan ufak çengeller de var. Başrolde Karine Teles çok başarılı. İsim tanıdık gelmeyebilir ama en son Bacurau'da, daha önce de Second Mother'da görmüştük kendisini. Eğer bu bir dizi değil de yarışma bölümünde bir film olsaydı, oyuncu ödülünün ciddi adaylarından biri olurdu.
Haftaya görüşmek üzere.
 

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar