71. BERLİN FİLM FESTİVALİ (BERLINALE) İZLENİMLERİ - 1
Berlin Film Festivali (Berlinale) de dijital ortamda yapılan festivaller arasında yerini aldı. Her şey yolunda giderse, Haziran ayında fiziksel olarak, açık havada ve mümküne salonlarda da gerçekleştirilmesi planlanan festivalin ilk ayağı, sadece endüstri ve basın mensuplarına açık olacak şekilde, 1-5 Mart arasında gerçekleştirildi. Toplamda yüzden fazla filmin gösterildiği festivali elden geldiğince takip etmeye çalıştım. 1-5 Mart dedik ama bu yazının toparlandığı gün itibariyle ödül alan filmlerin gösterimleri halen devam ediyor. Bu nedenle filmleri iki bölüm halinde ele alacağız.
Babardeală cu bucluc sau porno balamuc (Bad Luck Banging or Loony Porn):
Tümüyle yönetmenlerden oluşan jürinin Altın Ayı verdiği Radu Jude’un bu filmi, daha önce izlediğim filmlerine hiç benzemiyordu. Güldürürken düşündürüyor diyeceğim de hem klişe, hem eksik olacak. Filmi çok farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Zaten Jude da filmi 3 bölüme ayırıp, 3 farklı son koyarak buna olanak tanımış. Öncelikle, sürekli takılan maskeler, maskesi kayanların uyarılması, sosyal mesafeyi koruyarak oturmalar vs. ile tam bir pandemi dönemi filmi. İlk bölüm için pandemide Romanya sokaklarını anlatan yarı belgesel demek bile mümkün. İkinci bölüm bambaşka bir anlatım tarzına ve bambaşka bir yere gidiyor. Yapısı sürpriz olsun ama Romanya tarihine daha fazla girip çıkıyor diyebiliriz. Son bölümse kocası ile seks yaparken çektikleri görüntülerin porno sitelere düşmesi sonucu, veliler tarafından gayrı resmi bir mahkemeye tabii tutulan bir öğretmeni anlatıyor. Hem eğlenceli, hem de iki yüzlülüklerimizi karşımıza çıkaran bir bölüm. İzlediğimde bir özel ödül çıkabileceğini tahmin etmiştim ama jüri en büyük ödülü vermeyi tercih etti, gayet de iyi yaptı.
Tam da filmde altı çizilen iki yüzlülükten ötürü, sinemalar açılsa bile, 18+ sahneleri nedeniyle Türkiye'de vizyona girmesi biraz zor olabilir ama online ya da fiziksel bir festivale kesin gelecektir. Notunuzu alınız.
Wheel of Fortune and Fantasy:
Jürinin, ikincilik ödülünü verdiğini söyleyebileceğimiz, Hamaguchi'nin filmi, benim için festivalin en güzel sürprizlerinden biri oldu. Sevdiğim diğer filmlerin yönetmenleri genellikle tanıdığım, takip ettiğim isimlerdi. Hamaguchi ise bildiğim ama hiçbir filmini izlemediğim bir yönetmendi. Aslında film, birbirinden bağımsız ama benzer temalar yakalayabileceğiniz, 3 orta metraj filmden oluşuyor. Hepsinde de tesadüfler, karşılaşmalar, anılar büyük rol oynuyor. Öncelikle üçü de bildik gibi gözükse de farklı açılımlar yapabilen, çok iyi yazılmış hikayeler. Örneğin iki eski arkadaşın yıllar sonra karşılaşmasını anlatan son hikâye, aralarındaki sırların ortaya döküleceği bir yere doğru gidecek diye düşünürken, bambaşka bir yola sapıyor ve adeta gerçek o kadar önemli mi dedirtiyor. Oyuncuların performansının çok önemli olduğu bir film ve hepsi de başarılılar. Festivalde tüm oyuncu kadrosuna bir ödül veriliyor olsa, adaylarımdan biri olurdu. Aynı yarışmada oldukları için adını anacağım. Özellikle ilk bölüm, Sangsoo'nun kendi filminden daha iyi bir Sangsoo filmi olmuş. Onun bildik zoom tekniğini bile kullanıyor üstelik.
Petite maman:
Céline Sciamma’nin yeni filmi festivalin en merak edilen filmlerinden biriydi. Genelde çok iyi yorumlar yapılan filmin, ödülsüz dönmesi de tartışma yarattı ama benim için de Sciamma'nın Portrait of a Lady on Fire ile çıktığı zirvenin biraz gerisinde bir film oldu. Daha küçük, mütevazı bir proje zaten. Kendisi açısından da bir dinlenme filmi olarak görüyorum. Küçük bir kız, annesi ve büyükannesi arasında ilişkiyi yine duyarlı bir şekilde anlatıyor. Aksayan bir tarafı yok aslında. 72 dakikalık süresini çok iyi kullanmış. Ama Portrait kadar zihnime çakılacak anlar bulamadım. Ama teknik olarak iyi bir film. Sciamma'dan daha azını beklemiyoruz zaten. Başka bir yönetmenin elinde, finaldeki büyük sürpriz olarak kullanılabilecek olayı, daha en baştan belli etmesini sevdim. Adeta, derdim bununla sizi şaşırtmak değil, bunu bilerek izlemenizi istiyorum zaten demiş. Sanırım gerçek hayatta kardeş olan iki küçük oyuncu, filmin duygusunu sırtlanmış. Belki onlara beraberce bir oyuncu ödülü verilebilirdi.
Baştaki cümleme geri dönecek olursam, hoş film, herkese de tavsiye ederim ama beklentiyi biraz düşük tutmakta fayda var.
Das Mädchen und die Spinne (The Girl and the Spider):
Berlinale’de iki yıldır devam eden Encounters bölümünün öne çıkan filmi, hatta benim için, izlediklerim içinde tüm festivalin en iyi filmi, Zürcher kardeşlerin ikinci filmleri idi. Bu film için sekiz sene kadar beklettiler ama beklediğimize değdi. Konu çok basit aslında. İki ev arkadaşından biri gidiyor, biri kalıyor, onlara yardım eden arkadaşları, aile üyeleri, apartmandaki komşular vs. arasındaki ilişkiler diyebiliriz kabaca. Ve fakat bu konuyu öyle bir sinemasal bakışla anlatıyor ki, hayran hayran izliyorsunuz. Çok doğal duran sahnelerin bile kendi içinde öyle bir dinamiği var ki, büyük ihtimalle doğaçlamaya yer bırakmadan, ince ince planlanmış. İşin tuhafı, küçük objelere büyük anlamlar yükleyen, karakterleri tek düzlem içinde arka arkaya yerleştirerek adeta 2 boyut içinde 3 boyutu yakalayan kimi sahneleri, çok başarılı ses kullanımını burada ne kadar övsem, izlemeyene fayda etmeyecek. Sinemalar açılsın, şu film sinemalara gelsin de beyazperdede tekrar izleyeyim. Zürcher kardeşlerin üçüncü filmi için de mümkünse sekiz yıl daha beklemeyelim.
Okul Traşı:
Ferit Karahan'ın Panaroma bölümünde açılan yeni filmi, yatılı bir okulda kalan iki arkadaştan birinin hasta olması üzerine gelişen olayları anlatıyor. Her ne kadar fragmanda öğretmenlerin ağzından Kürt bölgesi yoktur gibi bir cümle duysak da Kürtçeye olan yaklaşımın biraz daha hafiflediği yıllar belli ki. Öğretmenlerin asıl sorunları, iş ciddiye binene kadar fazlasıyla ilgisiz olmaları. Kar ve araç bulamama nedeni ile hasta çocuğun durumu iyice kötüleşince olay suçlu aramaya ve bir önceki geceki sırları sorgulamaya doğru gidiyor.
Tüm film, onunla beraber olduğumuz çocuk oyuncu, gayet iyi. Öğretmenlerin klişe kötü karakterler olmaması iyi olmuş. Katıksız kötü olarak çizilen karakterler, zaman zaman filmleri gerçeklikten uzaklaştırabiliyor. Ferit Karahan'ın karanlık bir hikâye içinde mizahı ihmal etmemiş olmasını da sevdim. Muhtemelen İstanbul, ya da Antalya’da Türkiye prömiyerini yapacaktır.
Ninjababy:
Festivallerde günde 5-6 film izliyorsanız, aralarında 1-2 tane eğlencelik film olmasında sonsuz faydalar vardır. Bu durum evden izlerken de geçerli. Ninjababy, sürpriz bir hamilelik yaşayan bir çizerin hikayesi. Rakel, karnındaki bebeği Ninjababy isimli bir karaktere dönüştürerek onunla konuşuyor, doğduğunda ne yapması gerektiğini tartışıyor, olası baba adaylarını değerlendiriyor vs. vs.
Gayet eğlenceli bir film olmakla birlikte, çocuk evlat edinmedeki önyargılar, ırkçı yaklaşımlar, hamilelik sürecinde kadınların hissettikleri ile ilgili de güzel noktalara değiniyor. Final, kutsal aile noktasına gidecek mi diye endişelenmiştim ama orada da güzel bir çalım atıyor. Öyle çok önemli bir film diyemem ama gün gelir sinemalar açılırsa ya da online platformlarda karşınıza çıkarsa, eğlencelik bir film olarak listeye alınabilir.
Limbo:
Stilize bir polisiye, seri-katil hikayesi izlemek istiyorsanız doğru yerdesiniz. Konu çok bildik. Çaylak bir polis ve deneyimli bir polis, ellere takıntılı olan bir seri katilin peşindedir. Yüzlerce kez gördüğümüz bir konu ama filmin değeri konusunda değil. Soi Cheang, Hong Kong'un sokaklarında, çöplüklerinde, kenar mahallelerinde, çatılarında öyle bir atmosfer kurmuş, o karmaşanın içinde tüm detayları öyle bir vermiş ki, bu yönüyle izlemeye değer bir film ortaya çıkarmış. Aksiyon sahneleri de son derece başarılı. Yalnız baştan uyarayım, şiddet sahneleri gerçekten çok fazla. Ben sinemadaki şiddetten çok rahatsız olan biri değilim ama özellikle kadın karaktere, filmin başından sonuna kadar uygulanan fiziksel şiddet, beni izlerken yıprattı.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN