59. ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-2
Geçen hafta, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Kurmaca Film Yarışması’ndaki filmlere bir göz atmıştık. Bu hafta da diğer bölümlerden izlediğimiz filmlere bir bakalım.
Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması:
Adı üzerinde, bu bölümde Türkiye yapımı olmayan filmler yarışıyordu. Festivalin çok gündeme gelmeyen bir bölümü ama başka yerde görme şansımızın az olduğu, ilginç yapımlar vardı. Yarışan 10 filmin 6’sını izlemişim:
Le sixième enfant (Altıncı Çocuk):
Bir tarafta, 5 çocuğu olan ve altıncıyı bekleyen fakir bir aile, diğer tarafta çocukları olamayan, hali vakti yerinde bir aile. Bu kişilerin hayatları kesiştiğinde, hikâyenin nereye doğru akacağını tahmin etmek, zor olmasa gerek. O yüzden, festival kataloğundaki "akla hayale sığmayacak bir anlaşma" ya da IMDB'deki "unthinkable arrangement" tanımları, fazla iddialı geldi bana. Evet, yasal prosedür uzun, zorlu ve istenen sonucu vermesi garanti olmadığı için, bir arka kapı bulunmaya çalışılıyor. Ama o arka kapı da pek "unthinkable" değil açıkçası. Yine de yönetmen Léopold Legrand, hikayesini temiz bir sinema ve güçlü oyunculuklar ile anlatmayı başarıyor. İzlenebilir ama uzun süre iz de bırakmaz.
My Love Affair with Marriage (Evlilik Hayatım):
Çocukluğundan beri, bir kadının hayattaki en önemli amacının, mutlu bir evlilik yapmak olduğuna inandırılmış bir kadının, özgürleşme ve kendini bulma hikayesi. Aslına bakarsanız, kadın yönetmenlerin sıklıkla işledikleri temalar üzerinden ilerliyor. Evliliğin nihai ve tek amaç olarak görülmesi, bir zamanlar içinde fırtınalar kopartan erkeğin evlilikle değişmesi, sıradanlaşması, kadını istediği kalıba sokmaya çalışması vs.
Ama, ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemlidir cümlesinin de çok güzel bir örneği. Yazar/yönetmen Signe Baumane, muhtemelen otobiyografik ögeler de taşıyan bu hikâyeyi, animasyon tekniklerini kullanarak, çok eğlenceli bir şekilde anlatmış. Ana karakterin aşk ve evlilik arayışına da, yaşadığı hayal kırıklıklarına da, yeni bir hayat kurmasına da seyirciyi ortak etmeyi ama hiç sıkıcı olmamayı başarıyor. Bir de her şeyi bilimsel bir temele dayandıran, bir anlatıcımız var. O da filme ayrı bir hava katmış.
Jüriyi doğru yerden yakalarsa, şansı olabileceğini düşünmüştüm, olmadı. Bu arada Signe Baumane filmleri, Ankara Film Festivali’ne gelecekmiş. Bu filmi şimdiden önereyim. Diğer filmlerini de izlenecekler listesine aldım.
Oameni de treaba (Görev Adamları):
Ulusal yarışmada Kurak Günler ve Karanlık Gece birbirine benziyor demiştik ama Romanya'dan gelen bu film de çıkış noktası olarak benzer bir yerden başlıyor. Yine taşraya giden bir devlet görevlisi üzerinden ilerleyen bir hikâye. Aslında etliye sütlüye dokunmaya pek de niyeti olmayan bu kanun adamı, bir suçun ortasında kalınca, olaylar karışıyor. Doğru olanı yapmaya karar verince, olaylar daha da karışıyor ve kanlı bir finale doğru ilerliyor. Son zamanlarda alışık olduğumuz Romanya filmleri kadar güçlü değil ama yine de izlenebilir bir film. Film boyunca komedi unsurları devam etse de, finalin sertliğini de komedi ile kırmaya çalışmak, iyi işlememiş bence. Ama afişte de yer alan horozun tüm film boyunca karşımıza çıkmasının hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Sonuç olarak, benim için uluslararası yarışmanın, orta karar filmlerinden biri oldu.
Alafzar (Mahkeme):
Film, bir savcının (aslında filmden anladığım kadarıyla tam olarak savcı değil de İran adli sisteminde, savcıdan önce soruşturma dosyasını hazırlayan bir pozisyon, ama özette de savcı diye geçmiş, öyle devam edelim) farklı dosyalar ile uğraştığı, bir günü anlatıyor. Hikâye, temel olarak 3 dosya üzerinden gelişiyor. İlki, filmin başında ana konu olacakmış hissi veren, polisin havaya uyarı atışı açarken, balkondan bakan bir çocuğu vurması, diğeri bir çocuğun gayrimeşru olup olmaması ile ilgili bir dosya. Filmin temelindeki dosya ise, kısa süreli olarak kiraya verilen bir evde, kiracılar ve ev sahipleri arasında yaşanan olay. Bu olayın içinde, belediye başkanının akrabaları da olunca, savcıya doğrudan olayın üstünü kapat baskısı yapılıyor. Aslında savcı da o yola gidiyor ama olayın görünenin çok daha ötesinde olduğunu fark edince, vicdanı devreye giriyor. Zaten bu olayda da sırlar, adım adım ortaya çıkıyor. Kolaycılık yapıp, Farhadi sinemasına benzetmeyeceğim. Buradaki yapı daha farklı kurulmuş.
Film, gün içindeki kaosu vermekte başarılı olurken, birbiri ile ilgisiz dosyalar arasında dolaşarak bir İran portresi de çiziyor. Ayrıca, şu an için İran sinemasında asla gösteremeyeceği şeyleri, ifadeler yolu ile karakterlere anlattırıyor. Gösteremeyeceği ama anlattığı şeylere örnekler: Zenginler tarafında, içkilerin yuvarlandığı, çırılçıplak havuza girilen partiler (ki, işin bu tarafı bir şaşkınlık yaratmıyor), fakirler tarafında, uyuşturucular, fuhuş vs.
Yönetmen Kazem Daneshi'nin kurduğu hikâyeyi, çatışmaları beğendim. Temel sorunlarından biri, oyunculuklar arasındaki denge. Bazıları gerçekten çok iyiyken, bazıları yavan kalmış. Bu da kimi yerlerde inandırıcılığı düşürüyor. Ama yönetmenin ilk filmi. Kendisini radarımıza alalım.
An Cailín Ciúin (Sessiz Kız):
Festivalin uluslararası yarışma bölümünde izleyip, sevdiğim filmlerden biri daha. Tıpkı anlattığı karakter gibi, sessiz sedasız ama fark ettirmeden içinize işleyen, duygularınıza dokunan bir film. Baş karakterimiz Cáit, annesinin hamileliği sırasında, yanlarında yaşaması için, uzaktan akrabaları olan bir çifte gönderiliyor (gerçi bunun nedenini tam anlamadım, o kısmı kaçırdım sanırım). Kendi ailesi ile sorunları varken, bu yeni ailede gerçek sevgiyi buluyor ve onlara da gerçek sevgiyi veriyor.
Aslında filmin konusu bu kadar basit. Ama yönetmen Colm Bairéad, sıradan bir televizyon filmi olabilecek bu konuyu, son derece incelikli anlatmış. Seyirciyi duygulandıracak anların altını çizip, duyguları coşturmaya çalışmıyor (belki finalde biraz), hikayesini anlatırken kolay çözümlere de kaçmıyor. Filmi baştan sona sürükleyen Catherine Clinch de bu ilk oyunculuk denemesinde filmin tüm duygusunu taşımayı beceriyor. Bu filmin de yönetmenin ve oyuncusunun adını bir köşeye not edelim. İlerde sıkça duyabiliriz.
El Visitante (Ziyaretçi):
Uluslararası yarışmada en iyi film seçilen Ziyaretçi, hapisten yeni çıkan ve cenazelerde şarkı söylemek dışında da bir iş bulamayan bir adamın, karısının ailesi tarafından büyütülmekte olan kızını, geri kazanma çabası üzerinden ilerliyor. Burada önemli bir güç dengesizliği var. Ana karakterimiz, işsiz güçsüz bir eski suçluyken, karısının babası, yerel kilisenin vaizi ve pek çok kişiyi etkisi altına alan bir kişilik. Film de belirgin şekilde, kilisenin gücüne ve iktidarına vurgu yapıyor.
Sonuçtan, jürinin ağır tempolu, derdini yavaş yavaş açan bir anlatım biçimini sevdiği çıkarımını yapabiliriz. Bunu gerçekten iyi yapıyor ama sonuçta benim açımdan, yarışmanın en iyisi değildi. Bu da oyuncuların performanslarının önemli olduğu filmlerden biri. Tüm oyuncular da aksamadan görevlerini yerine getiriyorlar. Her ne kadar yarışmada ödül alsa da, beklentiyi çok da yükseltmeden izlemekte fayda var bence.
Ulusal Belgesel Film Yarışması:
Belgesel sinemacılar haklı olarak kızacaklar ama bu bölümden sadece bir film izleyebildim. Her şeyi aynı anda takip etmek mümkün olmuyor ne yazık ki. Eksiklerimi diğer festivallerde tamamlamak umuduyla.
Filmin Adı Ne?:
Bir festivalde, sinema ile ilgili bir belgesele rastlarsam, onu kaçırmamaya çalışıyorum. Bu film, ilk filmlerini 90'ların başında çekmiş olan bir grup kadın yönetmenin, anılarına, o filmleri çekme hikayelerine dayanıyor. Filmin tanıtımında 68 kuşağı yönetmenler denmiş ama Yeşim Ustaoğlu gibi daha genç yönetmenler o tanımı tam karşılamıyor. Biz yine 90'ları baz alalım. O dönem, film çekmek zaten zor, bir kadın yönetmen için daha da zor belli ki. Belki de, belgeselde anılarını anlatan kadın yönetmenlerin çoğunun filmografilerinin birkaç filmle kısıtlı olmasının nedeni de budur. Gerçekten, Benim Sinemalarım gibi harika bir filmden sonra, Füruzan ve Gülsün Karamustafa'nın yönetmen olarak başka film çekmemesi büyük kayıp. Her ikisinin de sanatın başka kollarında aktif olduğunu biliyorum ama keşke yönetmen olarak da birkaç filmlerini daha görseydik. Belgeseldeki diğer kadın yönetmenlerin çoğu için de geçerli bu durum.
Film, tam olarak beklediğim gibiydi. Ne eksik, ne fazla. Kadın yönetmenlerin anılarını anlatması ve bunların filmlerden görüntüler ve başka arşiv görüntüleri ile desteklenmesi. Arşiv olarak değerli ama tipik bir belgesel sinema anlayışı ile yapılmış. Birkaç yıl önce, Onun Filmi isimli bir belgesel daha vardı. Benzer bir konuda, biraz daha iyi bir belgeseldi. Onun tamamlayıcısı olarak izlenebilir.
Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması:
Bu bölümdeki tüm filmleri izledim. Ama bu sefer de kısa filmciler, neden bizim filmlerimizden daha detaylı bahsetmiyorsun diyerek, haklı olarak kızacaklar. Ama bu sefer de yazı çok uzayacaktı. Sevdiklerimden ve ilgi çekici bulduklarımdan genel olarak bahsetmeden önce, yönetmenlerin yakındıkları bir konuyu da söylemeden geçmeyeyim. İzlediğimiz salonda, filmleri epey karanlık bir projeksiyonla izledik. Özellikle gece ya da karanlık mekanlarda geçen filmler için bir dezavantaj olduğu söylenebilir.
Benin en sevdiğim film, jürinin özel ödül verdiği, Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada filmi oldu. Bir taciz olayını anlatırken, gerçekle kurmacayı iç içe geçiren, büyük kısmı da tek plandan oluşan film, hem biçim, hem içerik olarak son derece başarılıydı.
Jürinin ne iyi film seçtiği Ben Tek Siz Hepiniz, Hakan Bıçakçı’nın hikayesinden uyarlanmış bir kısa filmdi. Tüm İstanbul’da elektrik kesintisi varken, evinde kesinti olmayan bir karakterin hikayesini anlatan film, iyi bir girişe sahip olsa da finalde kadar bunu sürdüremedi bende. Benze bir şeyi Birlikte, Yalnız filmi için de söyleyebilirim. Suç dünyasının diplerindeki iki genç sevgilinin hikayesini anlatan film de çarpıcılığını finale kadar sürdüremedi. Tereddüt ve Koca Dünya ile parlayan Ecem Uzun’u hatırlattı ve nerelerde diye sordurdu. IMDB’den baktım, dizilerdeymiş. Filmlere geri dönmesi umuduyla.
Koyun, seçkinin komediye en yakın olan filmiydi. Aslında plazaların arasında koyun satan trajik bir karakteri var ama filme bir kara komedi diyebiliriz. Finaldeki, ne ekersin onu biçersin mesajı olmasa da olurmuş. Tek Yön için de seçkinin ana akım uzun metraja en yakın filmi diyebiliriz. Ali Atay’ın aile baskısı ile çıktığı yolda, arabasına aldığı karakterler aracılığıyla kendisi ile hesaplaşmasını anlatıyordu. Uzun metraj bir yol filmi de olabilirdi ama o zaman da filmi fazla uzatmışlar derdik belki de. Bu haliyle, tam kıvamındaydı.
Esme Madra’nın yönettiği Fırtına ve oynadığı Kule, farklı bir sinema anlayışını temsil eden, bir hikâye anlatımından çok duygulara yaslanan filmlerdi. Her ikisini de belli oranda sevdiğimi söyleyebilirim. Suriyeli Kozmonot ve Suyu Bulandıran Kız ise kısa belgesellerdi. Suriyeli Kozmonot, uzaya çıkan ilk Suriyelinin gerçek hikayesini, minyatürden esinlenen bir animasyon tekniği ile anlatıyordu. Suyu Bulandıran Kız ise, daha kişisel ve düz bir belgesel olmasına rağmen, son cümlesi ile beni çarptı.
Başka Bir Dünya:
Bu bölümde, son dönemde dünya festivallerinde gösterilmiş kimi filmlerden örnekler izledik. Bir kısmı diğer festivalleri dolaşmaya başladı bile.
Aftersun (Güneş Sonrası):
Aftersun, bu senenin en merak ettiğim filmlerinden biriydi. Belki de beklentim çok yükseldiği içindir ama iyi film olduğunu kesinlikle kabul etmekle birlikte, umduğum kadar vurmadı beni. Hatta, itiraf edeyim, uzunca bir süre, bu baba-kızın sıradan bir yaz tatilini neden izliyoruz dedim kendi kendime. Evet, neden izlediğimizin bir cevabı var. Aslında filmin duygu durumu da o cevap üzerinden kuruluyor ama ona ortak olmak da çok kişisel bir yerden işliyor bence. Kişisel olarak, o ruh haline girenlerin, filmden daha fazla etkileneceklerini de düşünüyorum. Ama bahsettiğim cevabı bulduktan sonra, yönetmenin baştan beri incelikle kurduğu yapıyı da takdir etmemek mümkün değil. Filmi kafanızda tekrar geri sardığınızda, ince detaylarla, küçük anlarla, kadraj seçimleriyle, yönetmenin seyirciyi bir yere sürüklediğini, hatta aslında tam da bunu talep ettiğini, izlediklerinizi kafanızda yeniden kurmanızı istediğini anlıyorsunuz. Tam da bundan dolayı, bir yandan filmi tekrar izlemek istiyorum, bir yandan da acaba hafızamda kalanlarla filmi hatırlamak, filmin ruhuna daha mı uygun diyorum (muhtemelen tekrar izlerim).
Aslında her film için geçerli bu ama, beklentiyi zirvelere çıkarmadan izlerseniz, daha çok seversiniz gibime geliyor.
Tout le monde aime Jeanne (Herkes Jeanne’ı Sever):
Festivallerde ara ara böyle sabun köpüğü, eğlenceli filmler görmek de güzel oluyor, bir nefes aldırıyor. Film, orta yaşlara gelmiş bir kadının hikayesini anlatan, hoş bir komedi. Jeanne özel hayatı biraz sallantıda olsa da kariyeri gayet iyi giden, ideallerini gerçekleştirme yolunda ilerleyen bir kadındır, fakat işler ters gidince iflasın eşiğine gelir ve durumu toparlamak için yakın zamanda vefat eden annesinin evini satmaya karar verir. Bu süreçte, hem havaalanında karşılaştığı, aslında taaa liseden tanıdığı bir adamla ve eski erkek arkadaşı ile yolları kesişir. Bir yandan da ölümünden sonra, annesi ile hesaplaşmasını izleriz. Tüm bunlar sırasında, Jeanne'in iç sesini de, animasyon sekansları ile takip ederiz. Özellikle bu iç ses bölümleri epey eğlenceli. Anne ile hesaplaşma bölümünde belli bir duygusallık da var, beklenebileceği gibi. Ama filmin havasını ağırlaştırmıyor. Başrolde Blanche Gardin de hemen kanınızın kaynayacağı bir karakter çiziyor.
Hoş ama çok da boş olmayan bir film izlemek isteyenlere. İstanbul FF'de olsa, Antidepresan bölümünde olurdu diyeyim, kararınızı verin.
Interdit aux chiens et aux italiens (Köpekler ve İtalyanlar Giremez):
Yönetmen Alain Ughetto, çok kişisel bir hikâye ile karşımıza çıkıyor. Kendi büyükannesi ve büyükbabasının İtalya’dan Fransa’ya göç hikayesini anlatıyor. 19. yüzyılın sonunda İtalya’da zorluklar içinde yaşayan Ughetto ailesi, kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Bu süreçte hem dünyadaki önemli gelişmeleri hem de bir aşk hikayesini izliyoruz.
Filmin benzerlerinden önemli bir farkı var. Stop motion animasyon olarak çekilmiş. Ama yönetmen filme kendisini de katıyor. Hem anlatıcı olarak, hem de izlediğimiz setleri yapan kişi olarak. 70 dakikalık süresi ile derdini, uzatmadan anlatan, hem sevimli, hem duygusal bir animasyon.
War Pony (Savaş Atı):
Riley Keough ve Gina Gammell, yönetmen olarak bu ilk filmlerinde, American Honey'nin çekimleri sırasında tanıştıkları, iki Amerikan yerlisinin hayatlarından yola çıkan hikayeler anlatıyorlar. Biri 12, diğeri 23 yaşındaki iki erkeğin, ufak noktalar dışında kesişmeyen hikayelerini anlatan film, doğal bir anlatım kurmayı, izlediklerimizin gerçekliğine bizi inandırmayı başarıyor. Bunda, hemen hemen hepsinin ilk oyunculuk deneyimleri olan kastın doğallığının da etkisi var. Karakterlerin her ikisi için de, yaşlarından önce olgunlaşmak zorunda kalmış, ama bir yandan da hala büyüyememiş erkekler yorumu yapabiliriz. Özellikle 12 yaşındaki Matho için. Bir yandan sigara içip, uyuşturucu satarken, bir yandan da hoşlandığı kıza karşı çok masum örneğin.
Genel olarak, çok gösterişli bir sinema kullanmadan, hayatın gerçekliğini yakalamaya çalışan bir sinema anlayışının örneği diyebiliriz. Oyunculuğunun yanına yönetmenliği de ekleyen Riley Keough için, ümit verici bir başlangıç.
Close (Yakın):
Lukas Dhont, duygusal olarak çok etkileyici bir filme imza atmış. İki erkek çocuğunun yakın arkadaşlığı, okuldaki diğer çocuklar tarafından hemen yaftalanır ve "ibnesiniz siz" yorumlarına maruz kalırlar. Çevrenin bu baskısı, her şeyi değiştirir. Henüz onlar da duygularından, bu arkadaşlığın farklı boyutlara gidip gitmeyeceğinden çok emin değilken, aralarına bir mesafe girer. Filmin özetinde az-çok anlaşılıyor olsa da, sonraki gelişmelere girmeyeyim. O zaman da yorum yapmak güçleşiyor gerçi.
Lukas Dhont, hikayesini anlatırken seyircinin duygularını yakalamaya çalışıyor. Bunda da başarılı oluyor ama yaptığı şey, tipik bir duygu sömürüsü değil. Bu tarz bir hikâyede, ilk akla gelen şekilde anlık duyguların değil, sonradan oluşan duyguların üzerine gidiyor. Yönetmenlik tercihleri de bunu besliyor. Her iki genç oyuncu ve kariyerine genç bir oyuncu olarak başlayan ama artık anne rolünde izlediğimiz Émilie Dequenne de çok iyiler. Onun için de her defasında, bu oyuncuyu bir yerden hatırlıyorum deyip, doğru ya, Rosetta tabii demem de, ayrı bir olay.
Özel Gösterimler:
Bu bölümde, diğer seçkilere girememiş bazı yerli ve yabancı filmler ile bazı klasikler vardı. Bir kısmını zaten izlediğim için sadece iki film izledim.
Bir Zamanlar Yeşilçam - Abdurrahman Keskiner:
Yine sinema ile ilgili bir belgesel. Adından tam olarak ne olduğu anlaşılıyor zaten. Bir dönemin önemli yapımcısı Abdurrahman Keskiner, anılarını anlatıyor. Arşiv görüntüleri de çok fazla kullanılmadığı için, çoğunlukla Keskiner’i konuşurken izliyoruz. Bir sözlü tarih çalışması olarak önemli. Özellikle Yılmaz Güney ile olan anıları, filmleri Cannes’a kaçırma hikayeleri, yollarının ayrılması, İbrahim Tatlıses’in şöhret kazanmasındaki rolü gibi bölümler gayet güzeldi. Keskiner’in sohbeti de keyifli ve akıcı olunca kendini izlettiriyordu ama bir belgesel sinema örneği olarak çok güçlü olduğunu söylemek zor.
Lawrence of Arabia (Arabistanlı Lawrence):
Festivalin benim için son filmi, 4 saate yakın kurgusunu izlediğimiz her şeyiyle, kelimenin tam anlamıyla dev bir filmdi. Bu filmi büyük bir perdede izlemek de güzeldi gerçekten. 1962 yapımı bu filmde, epik filmlerin unutulmaz yönetmeni diyebileceğiz David Lean, 1. Dünya Savaşı sırasında, Arapları Osmanlılara karşı ayaklandıran T.E. Lawrence’ın hayatının bu dönemini anlatıyor. Bizim açımızdan tartışmalı bir konu tabii. Bugün bakınca Osmanlılara (filmde sürekli Türkler olarak geçiyor hatta), taraflı yaklaştığını görüyoruz. Arapların karşısındaki kötü adamlar olarak çizilince öyle olmuş ama en basitinden Türklerin savaş esirlerine işkence yaptığı ama Arapların uluslararası sözleşmelere uygun davrandığının söylenmesi bile rahatsız edici. Politik açıdan bir miktar sıkıntılı ama en azından İngilizlerin derdinin Araplar özgürleşsinden fazlası olduğunu da söylüyor.
Ama durduğu politik yer bir yana, izlemesi çok etkileyici bir film. Hep söylediğimiz, bugün asla, aynı şekilde yapılamayacak filmlerden biri. Bilgisayar efektlerinin olmadığı o günlerde, o yüzlerce kişinin yer aldığı kalabalık sahnelerde, figüranların her birinin orada olduğunu, kendilerine verilen direktifleri uygulandıklarını bilmek bile filmi ayrı bir seviyeye çıkarıyor. Şampiyonlar ligi gibi bir oyuncu kadrosu var ama Peter O'Toole’un ilk filmlerinden biri olduğunu unutmayalım. Ömer Şerif’i ise, perdede tekrar görünce, bir kez daha karizmanın ikinci adı olarak yazdım. Büyük perdede izleme fırsatı bulursanız, kaçırmayın.
Ankara’dan Etkinlikler:
Birkaç haftadır bu bölüme ara vermiştik ama bu hafta, 17-23 Ekim tarihleri arasındaki Engelsiz Filmler Festivali’ni hatırlatmadan geçmeyelim. Kızılay Büyülü Fener’de yapılacak gösterimler yanında, bazı filmlerin online gösterimleri de olacak.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN