42. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ BÖLÜM-2
Geçen hafta, bu yılki İstanbul Film Festivali izlenimlerine başlamıştık. Hiç vakit kaybetmeden, festivalde izlediğim filmlere devam edeyim.
Empieza el baile (Dans Başlasın):
Tam olarak festivalin Antidepresan bölümünde görmeyi istediğim türde bir film. Eğlenceli ama bunu ucuz komediye başvurarak yapmayan, bir yandan da duygusal bir film. Hem bir yol filmi, hem de çok hoş bir aşk filmi.
Filmin başında, gençken Arjantin’i kasıp kavurmuş bir tangocu olan Carlos ile tanışıyoruz. Artık Madrid'e yerleşmiş, ucuz tv dizilerinde oynuyor. Eski dans partnerinin ve yıllar önceki sevgilisinin ölümünü haber alınca, cenazesine katılmak için Arjantin'e dönüyor. Ortak arkadaşlarından, kendisinden gizlenmiş olan bir çocukları olduğunu öğrenince, onu bulmak için yollara düşmeye karar veriyor ama karşılaşacağı sürprizler, bu kadarla da bitmiyor. Kabul, bazı sürprizler çok göstere göstere geliyordu ama beni çok rahatsız etmedi. Filmin tonuna uygundu.
Son yıllarda daha sık görmeye başladığımız, belli bir yaşı geçenler (yaşlı demiyorum bakın) de sever ve romantik olabilir teması üzerine yeni ve iyi bir katkı. Birbiri ile çok uyumlu olan oyuncu kadrosu da, görünce tanıdığımız ama nereden tanıdığımızı tam hatırlayamadığımız isimlerden oluşuyor. Hepsi de rollerine çok iyi oturmuşlar. Filmin bir bölümde hikâyeye dahil olan genç çifti çok sevmediğimi söyleyebilirim ama orada da eksi puanı oyunculardan değil, senaryoda bu karakterlerin, tutarsız olarak yazılmasından dolayı senaryodan kırdım.
Neticede öyle uçan kaçan, sene sonu listelerine girecek bir film değil ama festival programında, iyi ki izlemişim dediğim filmlerden biri oldu.
Tengo sueños eléctricos (Elektrikli Düşlerim):
Geçtiğimiz haftaki yazıda, çocuk karakterleri merkezine alan, büyüme hikayeleri anlatan ve kadın yönetmenlerin elinden çıkan başarılı filmlerden bahsetmiştim. Bu da onlardan biri. Gerçi baş karakterimiz 16 yaşında, pek de çocuk diyemeyiz. Ama neticede bir büyüme hikayesi. Karakterin yaşı benzer filmlerdeki örneklerden biraz daha büyük olduğu için, hayata bakışı, annesi ve babasının ayrılmasını algılayış şekli ve kendini ve cinselliğini keşfetme çabası daha olgun bir noktada. Hatta bazı açılardan annesinden ve babasından da daha olgun bir karakter diyebiliriz.
Cinsellikle ilgili kısmı nasıl yorumlamak gerektiğinden çok emin değilim gerçi. Orada tartışmaya açık durumlar var ama 16 yaş da bu konuda sağlıklı bir karar vermek için hâlâ çok erken zaten.
Filmi izledikten hemen sonra yorum yazmış olsaydım, daha fazla övebilirdim. Ama üzerinden biraz zaman geçince yazdığım için, şimdi geriye dönüp baktığımda, bıraktığı izin hafiflediğini hissediyorum. Yine de filmin doğal tonu ve oyuncuları gayet başarılıydı.
All the Beauty and the Bloodshed (Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri):
Son dönemde, büyük festivallere damgasını vurmuş belgesel filmlerinden biri daha programdaydı. Laura Poitras'ın önceki filmlerini de sevdiğim için ümitliydim, boşa çıkmadı. Filmi çok basitçe özetleyecek olursak, ünlü fotoğrafçı Nan Goldin'in hayatını ve bir ilaç şirketine karşı mücadelesini anlatıyor. Fakat bu basit özet, filmi tam anlamıyla tanımlamıyor. Poitras, Goldin'in sanatını da filmin bir parçası yapıyor. Bu nedenle, Goldin'in filmin hem öznesi, hem de yaratıcılarından biri olduğu söylenebilir ki, onun fotoğraflarının kullanılması dışında, filmin yapımcılarından biri ve müzik seçimine de katkıda bulunmuş.
Filmin iki aksından biri, yani Goldin'in yaşamı, aslında bir dönemin alt kültür alanlarından birinin bir yansıması halinde, ilaç şirketine karşı yapılan mücadeleye de bir anlamda bir performans sanatı olarak bakmak mümkün. Zaten mücadele alanı da genelde (en azından filmde anlatılan kısmıyla) müzeler ve benzeri sanat eseri sergilenen alanlar. Çünkü, söz konusu ilaç şirketi, sanat alanına yatırım yaparak bir saygınlık kazanmış. Goldin, bir yandan da bunu kırmak istiyor.
Hem anlattıklarıyla, hem anlatım biçimi ile ilgiye değer bir belgesel. Yine de Venedik'te en iyi film ödülü alması, epey cesur bir karar. Bana kalsa, filmi sevmeme rağmen, karşısında Banshees of Inisherin ve Tár varken, bu ödül için düşünmezdim örneğin.
Lynch/Oz:
İşte sinemaseverlerin ağzının suyunu akıtacak bir belgesel. Daha önce de sinema üzerine harika belgesellerini izlediğimiz Alexandre O. Philippe, bu sefer David Lynch filmleri üzerindeki, Wizard of Oz filminin etkisinin izini sürüyor. Lynch'in Wizard of Oz'a bayıldığı, filmlerinde ona göndermeler yaptığı, yeni bir bilgi değil, çok uzun zamandır konuşulur. Zaten kendisi de Wild at Heart'da bunu gözümüze soka soka, hiç gizlemeden yapar. Burada güzel olan, altı farklı yönetmenin bu konuyu ele alıp, olayı hem kendi filmlerine hem de genel olarak sinema tarihine bağlıyor olmalarıydı. Bu yönetmenler arasında John Waters, David Lowery ve Karyn Kusama gibi isimler de vardı.
Tam anlamadığım şey şu: Alexandre O. Philippe, filmin hem yazarı, hem yönetmeni olarak gözüküyor. Bahsettiğim altı yönetmense, sadece anlatıcı olarak geçiyorlar. Halbuki özellikle Waters ve Lowery, kişisel yerlere de giriyorlar. Kendi bölümlerini, kendileri yazmış olmalılar. Filmin gösterimlerinden birinde, Alexandre O. Philippe ile soru-cevap da yapılmış ama benim izlediğim seansta değildi. Belki bu konu, başkasının da aklına takılmıştır da, sormuştur.
Filmi çok sevmekle beraber, Wizard of Oz'la sinema tarihinden bazı filmler arasında kurulan bağlantılardan bazıları biraz zorlama olmuş diye de düşündüm aslında. Neticede hemen her yol filmi, ya da gerçek dünya ile fantastik dünya arasında gidip gelen filmlerde benzer hikâye kalıpları var, birbirleri ile ortak noktalar yakalamak zor değil. Ama film tam da bu noktada, biraz abartmış da olabiliriz demekten de çekinmiyor.
Filmde anlatılan bağlantıları, burada tekrarlamanın bir anlamı yok. Sinema üzerine yapılmış belgeselleri sevenler kaçırmasın diyeyim.
Glupcy (Aptallar):
Genelde filmlere olumlu yaklaşmaya çalışırım ama bu film için yapamayacağım maalesef. İzleyişimin üzerinden belli bir zaman geçmiş olmasına rağmen, filmi yapanlara karşı epeyce sinirliyim. Tam bir acı pornosu. 115 dakikalık filmin, herhalde 40-50 dakikası boyunca, ölüm döşeğindeki bir adamın inlemelerini ve çığlıklarını izliyoruz. Yönetmen, hastanın çevresindekiler üzerindeki tahribatı seyirciye geçirmek istiyor olabilir ama bunu, bu şekilde işlemenin anlamlı olmadığını düşünüyorum.
Filmin çok iyi paketlenmiş olduğunu inkâr edemem. Görüntü yönetimi de oyunculukları da üst seviyede. Ama konuya yaklaşımı, beni o kadar rahatsız etti ki, teknik başarısını, filmi övmek için kullanamayacağım.
Son not olarak şunu söyleyeyim. Filmde gördüğümüz ev, inanılmaz etkileyici bir mekân. Gerçekten öyle bir yer var mı, tamamen dekor mu bilmiyorum ama aynı mekânda şöyle nefes alabileceğimiz bir film de çekilse keşke.
Eismayer:
Ordu gibi çok "erkek" bir yerde, cinsel yönelimini gizlemek zorunda hisseden, evli ve çocuklu bir komutanla, eşcinsel olduğunu gizlemeyen bir askerin aşkı. Gerçek bir olaydan uyarlanmış bir film ama sanki belgeselini izlesek, daha çok sevecektim.
Geçen haftaki yazıda değindiğim Blue Jean filmini epey sevdiğimi düşünürsek (o da yönelimini gizlemek zorunda hisseden bir öğretmeni anlatıyordu), bu filmi de sevmem lazımdı ama pek olmadı. Yani kötü film diyemem ama iz bırakmayı da başaramadı.
Yönetmen David Wagner, düz bir anlatım stili tercih etmiş. Gelişen olayları, arka arkaya izliyoruz. Ama izlediğimiz yapım bir aşk filmi diyorsak, film o duyguyu geçiremedi. Belki de oyuncuların kimyaları uyumsuzdu. Ben ikilinin aşkına ikna olamadım. Başrolde Gerhard Liebmann'ın performansı övülmüş genelde ama ben, özellikle karakterin yönelimini gizlemek için büründüğü, çok sert ve cinsiyetçi maskeyi, abartılı buldum. Elbette karakter gerçekte de bu çözümü bulmuş olabilir ama sergilediği oyunculuk, perde için fazla büyüktü bence.
Neticede beklentim daha fazla olduğu için, benim için hayal kırıklığı olan bir film oldu. Yine de izlenebilir.
Subtraction (Çıkarma):
Festivalin, beni olumlu anlamda en şaşırtan filmi. Aldığı önemli bir ödül yoktu ama konusu ilginç gelmişti. Başroldeki Taraneh Alidoosti'yi de beğenirim. İzleyeyim dedim. Finale doğru biraz bozsa da, taş gibi diyebileceğim bir neo-noir çıktı karşıma.
Yağmurun hiç kesilmediği Tahran sokaklarındayız. Hamile bir kadın, kocasının başka bir eve girdiğini görüyor. İlk anda hem kadın, hem biz, adamın bir ilişkisi olduğunu, hatta belki de ikinci bir karısı olduğunu düşünüyoruz. Ama adamın o saatlerde nerede olduğu, gerçekten belli. Kadının normalde psikolojik sorunları için ilaç aldığını ama hamilelik sürecinde bıraktığını anlayınca, bu sefer her şeyi kafasında mı kuruyor sorusu ortaya çıkıyor ama olaylar çok daha farklı yerlere gidiyor. Meğerse Tahran'ın göbeğinde, birbirinin kopyası iki çift varmış. Buraya kadarı, festivalin sayfasındaki özette de yazdığı için çekinmeden yazdım ama hikâyenin nerelere gittiğini daha fazla açmayayım.
Yönetmen Mani Haghighi, kurduğu çok başarılı atmosferde, merak duygusunu da sürekli ayakta tutmayı başarıyor. Gerçekten böyle bir çift var mı, hâlâ hayal dünyasında olabilir miyiz, bir İran bilim-kurgusu mu izliyoruz ve çiftlerden biri klon mu, önceki kuşakların bildiği daha derin bir gizem ve doğuşta ayrılan ikizler gibi bir hikâye mi var? Filmi izlerken bu sorular geçti kafamdan.
Bu soruların cevaplarından ve nereye bağlandığından bağımsız olarak, hikâyeyi bozmadan bu soruları sordurabilmesi ve seyirciyi perdenin karşısında aktif olarak tutabilmesi başlı başına bir başarı. Sonraki gelişmeler de sağlam bir şekilde işliyor.
Bir tek final bloğunu biraz sıkıntılı buldum. Oradaki gelişmeleri az-çok tahmin ediyoruz ama o ana kadar seyirciye güvenen film, burada açıklama faslında çok zaman kaybediyor. Bir de spoiler olmaması için yazmayacağım ama finalde filmin kalitesine yakışmayacak kadar "cringe" bir an var.
İzlerken David Fincher, Denis Villeneuve gibi yönetmenler aklımdan geçti. Mani Haghighi, belli ki özellikle atmosfer yaratma konusunda, onlardan çok etkilenmiş. Ama sonuçta onların da izlese seveceğini düşündüğüm bir film çıkartmış ortaya.
When You Finish Saving the World (Dünyayı Kurtardığında):
Jesse Eisenberg'in yazar-yönetmen olarak bu ilk filmi, geçen senenin Sundance'inde prömiyer yapmıştı. O zamandan beri pek adını duymadık. Bazı sağlam tespitlerine karşın, toplamda çok iyi bir film olamamış.
Film temelde bir anne-oğul hikayesini, daha doğrusu iletişimsizliğini anlatıyor. Film ilerledikçe, durum değişiyor tabii. Bu ikiliden Ziggy, tam bir Z kuşağı. Internet'te kendi yazdığı şarkıları çalıp söyleyerek, bir fan kitlesi oluşturmuş. Fakat şarkıların içeriği bomboş. Ziggy'nin dünyadaki gelişmeler hakkında hiçbir fikri olmadığı gibi, politikaya da çok uzak. Fakat okulda hoşlandığı kız, aktivist ve politik olarak bilinçli bir kız olunca, bir anda o da aynı havalara giriyor. Bu karakter gözünüzde canlandı değil mi? Hah, onun Amerikalı versiyonu.
Aslında Ziggy'nin annesi Evelyn, onun tam tersi bir karakter gibi gözüküyor. Sosyal sorumluluk projeleri ile ilgili, şiddet mağdurlarına yardım ediyor vs. Fakat işin derinine indikçe, onda da sorunlar var. Kendisini, yardım ettiği insanlardan yukarıda gördüğü çok belli. Filmin en sevdiğim sahnelerinden birinde, gelecekteki hayatını planlamaya çalıştığı genç onu bozuyor ve belki ben çok seçkin üniversitelere girmek istemiyorum, belki babamın yanında çalışıp, onun işini devam ettirmek istiyorum, benim yerime sen karar veremezsin diyordu mesela.
Şimdiye kadar, filmdeki ana iki karakteri tanıttım ve özelliklerini yazdım. Filmin en iyi yaptığı şey de bu aslında. Karşımıza iyi kurulmuş iki karakter çıkarıyor. Ama onları ilgi çekici bir hikâye içine sokmayı, ikna edici bir şekilde dönüştürmeyi pek başaramıyor. Filmin çok da öyle bir derdi yok derseniz, ona da itiraz etmem ama bu haliyle biraz eksik geldi bana. Yine de Julianne Moore için izlenir mi? İzlenir. Stranger Things tayfasının, az sevdiğim elemanlarından Finn Wolfhard da role çok uymuş açıkçası.
Ararat (Ağrı):
Bu film için de festivalin beni olumsuz anlamda en şaşırtan film tanımlamasını yapabilirim. Berlinale’ye seçilen, İstanbul Film Festivali’nde Genç Ustalar bölümünde gösterilen bir filmden daha iyisini umardım. Ne yazık ki, çok eski bir sinema anlayışı ile çekilmiş bir film. 80’lerin toplumsal sorunlara eğilen ama çok tutuk sinemasından bir örnek olarak karşımıza getirilse, bazı oyuncuları tanıyor olmasam, inanabilirdim. Diyaloglar arasında uzun boşluklar, uzun uzun bakışmalar, hikâyeye hizmet etmeyen diyaloglar ve bir türlü akmayan bir film. Bazılarını önceden tanıdığımız oyunculardan biliyoruz ki, normalde bu kadar tutuk performanslar vermiyorlar. Burada belli ki yönetmenin tercihi bu. Baba-kız arasındaki gerilim, patlama noktasına varıncaya kadar, hikâyeyi bu şekilde akıtmaya karar vermiş ama bu da gerçekliği ciddi ölçüde zedeliyor.
Berlin’de yaşadığı bazı olaylar nedeniyle, Ağrı’ya ailesinin evine dönen genç bir kadını ve onun mücadelesini anlatan film, ataerkil düzene karşı bir hikâye sunması ile değerli olabilir ama bunu iyi bir sinemaya dönüştüremiyor. Ayrıca, karakterlerin hikayelerini de tam olarak anlayamıyoruz. Bu kadar tutucu bir baba, kızının Almanya’da ne yaptığıyla hiç ilgilenmiyor, en azından buradan bir şekilde baskı kurmaya çalışmıyor mu mesela?
Netice olarak Berlinale’de izleyemediğim için üzüldüğüm bir filmdi, merak ettiğim için İstanbul’da programıma uydurmak için epey zorlandım. Ama hayal kırıklığı oldu.
Heyula Kısa Program 1:
Bu yıl, festivalin ilginç bölümlerinden biri, Burak Çevik’in seçtiği filmlerden oluşan Heyula bölümü idi. Bu bölümdeki uzun metraj filmlerin bir kısmını önceden izlemiştim. Ben de en azından, kısaların bir kısmını izleyeyim dedim. Tahmin edebileceğiniz gibi, klasik hikâye anlatım yöntemlerini umursamayan, başka anlatım yolları arayan filmler bunlar. O yüzden tek tek, bu film şöyledi, bu film böyleydi demeyeceğim. Zaten seçkinin güzelliği ya da ilginç tarafı, daha ilk izlediğim andan itibaren (belki aralarındaki bir film hariç), filmlerin hayatın sıradan anlarını ve görüntülerini yakalayan tarafları ile bir bütünün parçaları gibi hissettirmesi idi. Seanstan çıkar çıkmaz bile, hangi sahnenin hangi filme ait olduğunu sorsanız, çok emin olmayabilirdim. Üzerinden zaman geçtikçe, çizgileri daha da belirsiz hale gelmeye başladı.
Filmler arasında biraz daha farklı duranı, In the Beginning, Woman was the Sun (Başlangıçta Kadın Güneşti) isimli filmdi. Burada arşiv görüntülerinin kullanımı ve temposu filmi diğerlerinden farklı bir yere koyuyordu. Blake Williams’ın Laberint Sequences (Labirent Sekansı) filmi de 3 boyutlu olması ile, izleme deneyimi olarak farklı gibi gözükse de seçkinin toplamı ile uyum içindeydi aslında. Williams’ın, Burak Çevik ve Sofia Bohdanowicz ile birlikte A Woman Escapes (Gidiş O Gidiş) filminin üç yönetmeninden biri olduğunu da hatırlatayım. Bu filmi izleyince, muhtemelen diğer filmdeki 3D sekansların, çoğunlukla Williams’ın fikirleri olduğunu düşündüm. Belki de değildir…
The Eternal Daughter (Sonsuz Sır):
Festivalin benim için kapanış filmi, Souvenir filmleri ile favori yönetmenlerim arasına giren Joanna Hogg’un yeni filmi oldu. Hogg bu sefer farklı türde, bir adım daha öteye gitse, gotik korku diyebileceğimiz türde bir film yapmış. Ama baş karakteri yine bir film yönetmeni ve yine yaşadıklarını sanatına yansıtan bir karakter. Julie ve annesi Rosalind, kendilerinden başka müşterisi yokmuş gibi gözüken, eski bir otele giderler. Film ilerledikçe anlarız ki, bu otelin aile geçmişinde önemli bir yeri vardır ve geçmişin ve günümüzün sırları, yavaş yavaş açığa çıkmaya başlar.
Filmin en ilgili çekici taraflarından biri Hogg’un çok eski arkadaşı, Tilda Swinton’ın hem anneyi, hem kızını canlandırması. Swinton elbette, her iki rolde de çok iyi ama bu seçimin basit bir numara olmadığını, başka bir anlamı olduğunu da film ilerledikçe anlıyoruz. İki karakteri aynı kişinin oynadığı bir film için efektleri de büyük ölçüde klasik yöntemlerle halletmiş gibi gözüküyorlardı. Zaten film de dijitale değil, filme çekilmişti. Bunlar da filmin, eski İngiliz korku filmlerini hatırlatan atmosferine katkıda bulunuyordu zaten.
Hogg, sağlam filmografisine yeni bir adım eklemiş. Keşke sinema kariyerine daha önce başlasaymış da, daha fazla eser verseymiş diye düşünmeden edemiyor insan. Sinema okulundan mezuniyeti 1986, ilk uzun metrajı 2007. Arada müzik videoları ve televizyon dizilerinde takılmış, kalmış. Bu da sektörün ayıbı olsun.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN