42. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ BÖLÜM-1
İstanbul Film Festivali’ni bu yıl da kısa bir süre de olsa takip etme fırsatı buldum. Festivalin tümünü takip edemediğim için, bölüm bölüm değil, izleme sırama göre bir izlenim yazısı olacak bu kez. Filmlere geçmeden önce, festivale olan ilginin, geçen yıla göre daha fazla olduğunu söylemeliyim. Anlaşılan o ki, geçen yıl halen bir pandemi etkisi varmış. Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu yıl, hafta içi ilk seanslar hariç, çoğu film salonları doldurdu.
Festival programındaki filmlerden bir kısmını Sundance ve Berlin’de izlediğim için, o filmlerden, diğer yazılarda bahsetmiş olduğumu da not olarak düşerek, bu yıl izlediğim filmlere geçeyim:
Sigurno mjesto (Safe Place / Güvenli Bir Yer):
Of ki of. Festivale üzerimizden buldozer gibi geçen bir filmle başladım. Bayağı ağır ve depresif bir film. İntihar meselesi ile ilgili olduğunu bildiğim için bekliyordum ama film gerçekten de, insanın üzerine çökerek, kaçacak alan bırakmıyor.
Film, intihara teşebbüs eden kardeşini son anda kurtaran, gün boyunca annesi ile beraber ona destek olmaya çalışan, bir yandan da bürokrasi ile mücadele eden bir adamı anlatıyor. Yönetmen Juraj Lerotic, seyirciyi tavlayacak yollara sapmadan, durumu olanca karanlığı ile veriyor. Senaryoyu da yazan Lerotic, aynı zamanda filmin başrollerinden birini de üstlenmiş. Kardeşini, ölmek üzereyken bulan kişiyi oynuyor. Filmle ilgili bilgilere bakarken, Lerotic'in kendi kardeşini de intihar sonucu kaybettiğini öğrendim. Bu bilgi ile, film ayrı bir anlam kazandı.
Filmin görsel dünyası da ince ince kurulmuş. Kadraj dışı alanların, farklı yüzeylerdeki yansımaların kullanımı vs. gayet başarılı. Filmi başarılı bulmakla beraber, tavsiye eder miyim, çok emin değilim. Zorlayıcı bir film. Ağır temposu ayrı mesele ama depresyona meyilli olanlar ya da ailesinde benzer bir durum yaşamış olanlar için çok yıpratıcı olabilir.
Bu arada filmi Aftersun'a benzetenler vardı. Evet, benzerlikler var gerçekten. Depresyon meselesi, kamera kullanımı ya da yönetmenin gerçek hayatı ile bağlantılar gibi. Aftersun bazı açılardan daha iyi bir filmdi belki ama duygu olarak beni yakalayamamıştı, bu film yakaladı.
Historias para no contar (Aramızda Kalsın):
Çok karanlık bir filmden sonra, festivale Antidepresan bölümünden bir filmle devam etmek doğru kararmış aslında da, keşke film daha iyi olsaydı. Aslında, 5 kısa filmden oluşan bir toplama film de diyebiliriz.
Yönetmen Cesc Gay, gönül ilişkileri, arkadaşlıklar ve yalanlar üzerinden giden hikayeler anlatıyor. Filmin ilk hikayesi, en başarılısı idi bence. Zaten seyirciden en fazla reaksiyon alan, bolca kahkaha duyduğumuz bölüm de bu oldu. Bunda Anna Castillo'nun kıpır kıpır oyunculuğunun da etkisi vardı. Aslında kocası eve beklediğinden erken gelince, aşığını saklamaya çalışan kadın hikayesi çok klişe gibi gözükse de işliyor ve güldürüyordu. Zaten burada anlatılan da bildik bir aldatma olayı değildi.
Ama diğer hikayelerde, hep bir şeyler eksikti. Ya doyurucu bir finale gitmiyor ya da yeterince ilginç olamıyordu. Mesela sürekli birbirlerine yalan söyleyen kadınlar hikayesi, bittiğinde "eeee, yani" dedirtti. Arkadaşımıza ayarlamak istediğimiz kadın, transmış hikayesi ise, yıl olmuş 2023, buradan mizah mı çıkartacaksın dedirtti. Nitekim çıkartamamış. Gerçi hakkını yemeyeyim, akla ilk gelen cinsiyetçi mizahı da kurmaya çalışmamış zaten.
Netice olarak, ilk bölümü tavsiye ederim ama kalanı olmamış diyor, önümüzdeki filmlere bakıyoruz.
Propriedade (Mülk):
Son zamanlarda çokça işlenen sınıf kini meselesi üzerine bir film daha. Tamam, sınıf çatışmasının bir karşılığı olduğu için bu filmlerin çoğaldığının farkındayım ama bizim ezilen işçi sınıfının yanında olmamız gerekmiyor muydu? Bu filmde işçiler öyle şeyler yaptılar ki, ben zenginleri destekler tarafta kaldım valla, üzgünüm.
Tamam yıllardır çalıştığınız çiftliğin sahipleri onu otele çevirecek, sizi de işten çıkaracak, buna karşı direnin tabii de, daha bir kelime etmeden, kurşunlar havada uçuşmasa mıydı acaba? Geçen sene Antalya'da yarışan, sonra vizyona da giren Hara filmini izlediyseniz, onun şöyle bir versiyonunu düşünün: Çiftliği kapatacak olan kadına karşı birleşen işçiler, her türlü vahşi yöntemle, onu öldürmeye çalışırlar.
Aslında seyirciyi sürekli diken üstünde tutan, sonraki hamlesini merak ettiren bir film. Bu açıdan başarılı ama bu derece sert sahneler, bir yerden sonra gerçekliği de zedeliyor bence. Hatta bayağı, klişe kötü adamlı, Hollywood filmine dönüyor adeta.
Sorcerer (Dehşetin Bedeli):
Bu yıl festival, William Friedkin filmlerinden oluşan bir toplu gösterim düzenledi. Aslında bu seçkiden en fazla izlemek istediğim film The French Connection idi. Sinema perdesinde görmek lazımdı ama programıma uymadı. Sorcerer, Friedkin'in izlemediğim filmlerinden biriydi. En azından onu izlemeliyim dedim ve izlerken vay be dedim, neler yapmış üstad. Clouzot'nun aynı romandan uyarladığı filmini (Le salaire de la peur) de çok severim. Bu da ondan geride kalmıyor. 70'ler Amerikan sinemasının, ana akım filmlerde bile ne kadar ilginç olduğunu da bir kez daha gösteriyor. Nitrogliserin taşıyan ve bu yüzden her an patlama riski ile yolculuk yapan iki kamyon, baştan gerilimi kuracak bir hikâye zaten. Friedkin de birkaç bölüm hariç tüm filmi, görselliğin gücüne dayanarak kurmuş. Diyalogların yok denecek kadar az olduğu bölümler var ama buralarda tempo o kadar yüksek ki, seyirciyi yakalıyor. Bir yandan da seyirciyi tavlamak için basit çözümlerin peşinde de değil aslında. Zaten filmin çekildiği dönem gişede çakılmış olmasından da belli. Gerçi çoğunlukla Star Wars ile aynı dönemde vizyona girdiği için izlenmediği, salonlarda yer bulmadığı söyleniyor. Bir de filmin giriş bölümlerinde İngilizce konuşulmaması, Amerikan seyircisini itmiş. Hatta, Wiki'den öğrendiğim kadarıyla, bazı sinemalar, şu uyarıyı koymak durumunda kalmış:
"YOUR ATTENTION, PLEASE. To dramatize the diverse backgrounds of the principal characters in 'Sorcerer', two of the opening sequences were filmed in the appropriate foreign languages – with sub-titles in English. Other than these opening scenes, 'Sorcerer' is an English language film."
Yani, giriş bölümünde iki sahnede altyazı olduğuna bakmayın, filmin geneli İngilizce demişler. Biz her türlü altyazılı izlediğimize göre, ben izlemeyenlere önermiş olayım.
Le grand chariot (Pulluk):
Philippe Garrel'in yeni filmi, Berlin'de hiç ilgimi çekmemişti, izleme listeme almamıştım. Madem yönetmen ödülü ile döndü, hadi İstanbul'da izleyeyim dedim ama olmadı, izleyince de ilgimi çekmedi. Aslında film kötü de değil ama öyle öne çıkan bir özelliği de yok. Kukla oynatıcısı bir ailenin, aralarındaki ilişkiler, eski kuşağın zamanın değişimine direnme çabası vs. Tamam, rahatça izleniyor ama sinema anlayışı, oldukça geride kalmış.
Filmin en büyük özelliği, baba Garrel'in üç çocuğunu kamera karşısında buluşturmuş olması. Hem onlarda, hem de diğer oyunculuklarda bir falso yok ama jürinin bu filme en iyi yönetmen ödülü verirken, nasıl bir meziyet bulduğunu da merak ettim doğrusu.
Tótem:
Son zamanlarda festivallerde, çocuk karakterleri merkezine oturtan, bir büyüme hikayesi anlatırken, altını da dolduran ne çok film izliyoruz. İşin ilginci, bunların çoğu da başarılı filmler oluyorlar ve çocuk oyuncuları da çok iyi kullanıyorlar. Bu türdeki filmleri şöyle bir düşününce, ilk aklıma gelen örneklerinin de kadın yönetmenlerin elinden çıktığını fark ettim. Kadın yönetmenleri belli bir türe sıkıştırmak istemem ama sanki, çocuk hikayelerini anlatmakta ve çocuk oyuncularla çalışmakta, daha bir maharetliler. Belki de şöyle demeliyiz. Anlı şanlı, büyük erkek yönetmenler, çocuk hikayelerini anlatmayı, çok da önemli görmüyor olabilirler. Halbuki, çocuklukta yaşadığımız bazı olayların, tüm hayatımızı şekillendirebileceğini düşününce, ne büyük yanılgı.
Filmde, belki de hayatının en büyük travmalarından birini yaşayacak olan, yedi yaşında bir kız çocuğunu, Sol'u takip ediyoruz. Sol'un babası ağır hasta ve yakın zamanda ölmesi bekleniyor. Sol da zeki bir çocuk olarak, bunu kabullenmek istemese bile, farkında aslında. Bir yandan da babanın doğum günü yaklaşmakta. Aile de bu doğum gününü kutlamaya karar veriyor. Hem çocuklar için akılda kalıcı, iyi bir anı, hem de babaya veda olacak bir kutlama. Yönetmen Lila Avilés, ölüm konusu hiç eğip bükmeden, yumuşatmadan ama duygu sömürüsüne de hiç kaçmadan anlatmayı bilmiş.
Berlin'de ana yarışmada, jürinin ödül vermediği filmlerden biri ama bence ödül alanların bir kısmından daha iyiymiş. Benim açımdan, yine küçük bir kızı konu alan ve yine Berlin'den gelen 20.000 Arı Türü, daha çok sevdiğim bir film olsa da önemli bir fark yok. Siz, ikisini de izleyin derim.
Regra 34 (34. Madde):
Gündüzleri hukuk öğrencisi, geceleri webcam'de şovlar yapan ve giderek BDSM dünyasına giren genç bir kadının hikayesi. Konu ilginç gelmişti ama senaryo, ele aldığı konunun altını yeterince dolduramıyor bence. Filmin büyük kısmı, bir hukuk tartışması, bir erotik bölüm şeklinde gidiyor. Hukuk tarafında tartışılan konuların, taciz gibi meseleler olduğunu da düşünürsek, yönetmenin, muhtemel gri alanları, şiddetin nerede başlayıp, nerede bittiğini irdelediğini söyleyebiliriz. Fakat bu iki bölüm, birbirinden kopuk kaldığı gibi, kendi içlerinde de doyurucu değiller. Yönetmen, cinsellik sahneleri ile seyirciyi vurmayı hedeflemiş desem, o da değil. Konunun akla getirebileceği kadar da sert değil aslında.
İzlerken dikkat etmemişim, sonradan IMDB'den bakarken fark ettim. Filmin 4 senaryo yazarı, 2 ortak yazarı ("collaborating writer" olarak geçiyor, artık diğerinden ne farkı var, emin değilim), 3 de hikâye danışmanı var. Danışmanların, hukuk ile ilgili olduğunu varsayabiliriz. Çünkü, o kısımlarda cidden akademik bir hukuk bilgisine ihtiyaç var. Ama onun dışında, istisnalar kaideyi bozmaz ama bu kadar fazla yazarın olduğu filmler de pek iyi çıkmıyor genelde.
Blue Jean:
80'lerin İngiltere'sinde lezbiyen olmak. Biraz daha genişletelim. 80'lerin İngiltere'sinde, devlet okulunda çalışan lezbiyen bir öğretmen olmak. Evet, benzer konular daha önce de işlendi ama karakterlerini çok iyi kurmuş, gayet başarılı bir film var karşımızda. Baş karakterimiz Jean, tam da eşcinselliğin teşviki ile ilgili, homofobik bir yasanın çıkarılmaya çalışıldığı bir dönemde, bir devlet okulunda beden eğitimi öğretmeni ve okul takımını çalıştırıyor. Öğrencileri ile, işi gereği fiziksel temas halinde olan, soyunma odalarına ve duşlarına girip çıkabilen bir öğretmen yani. Okulda cinsel yönelimini gizlemeye çalışırken, bir yandan da durumu bilen ama "tamam sen nasıl istersen yaşa da biz pek bilmeyelim, duymayalım" diyen ailesi ile baş etmeye çalışıyor. Günün birinde, öğrencilerinden birinin de lezbiyen olduğunu fark ediyor, hatta bir gece kulübünde rastlaşıyorlar. Arkadaşları tarafından dışlanmaya, hatta iftira atılmaya başlanan bu genç kızın arkasında durup durmama ikilemi, Jean'in hayatını etkileyecek bir karar oluyor.
Filmin, karakterin duygularını çok iyi irdeleyen bir senaryosu var. Ön plana Jean'i koysa da onun kız arkadaşını da, öğrencisini de iyi işlemiş. Rosy McEwen da çok iyi oynamış. Bu ay, Başka Sinema'da gösterilecek olan Othello oyununda, Desdemona'yı oynuyormuş notunu da düşeyim.
Yazar-yönetmen Georgia Oakley, o günleri yaşayan bir isim mi diye baktım ama 88 doğumlu bir yönetmen. Buna rağmen o günlerin dünyasını iyi yansıtmış. Çoğunlukla, senaryoya ve oyunculara alan açan bir yönetmenlik anlayışı var.
İzlerken ister istemez, İngiltere'nin 80'lerden sonra büyük ölçüde çözdüğü bir sorunun bizde halen gündemde olmasına üzülüyor insan. Bizde bugün, bir devlet okulunda çalışan, cinsel yönelimini serbestçe yaşayabilecek kaç öğretmen var acaba? Ya da gizlemese ne olur acaba?
Sur l'Adamant (Küçük Evren):
Berlin ana yarışmadan en iyi film ödülü ile dönen bir belgesel. Son yıllarda, büyük festivallerde belgesellerin ön plana çıkmasından memnunum. Ana ilgi alanım belgeseller değil belki ama türün ikinci plana atılması hoşuma gitmiyordu. Kariyerinde önce belgesel, sonra kurmaca çeken yönetmenlerin, kurmacalarının ilk film sayılmasına da ayrıca sinir oluyorum zaten.
Şunu da itiraf edeyim. İçimde halen "film" denince "kurmaca uzun metraj" anlayan bir taraf olmalı ki, belgeseller en iyi film seçilince, halen bir yadırgama oluyor. Bu belgesel olumlayan girizgâh sonrası, ama Sur l'Adamant da en iyi filmi almamalıymış bence noktasına bağlayacağım ama sanırım sadece belgesellerin yarıştığı bir kategoride olsaydı da en iyi film demezdim.
Ele aldığı konunun ilginç olduğu bir gerçek. Yönetmen Nicolas Philibert, Sen nehrinin ortasında bir gemide (gemi benzeri bir yapı demek daha doğru galiba) faaliyet gösteren bir kurumu inceliyor. Burada zihinsel sorunu olan hastalar tedavi görüyor ama geleneksel anlamda tedavi demek de pek mümkün değil. Hastalar burada, geleneksel bir hastanenin kurallarının çok dışında yaşıyorlar, sanatsal faaliyetler yapıyorlar, kurumun işleyişine katkıda bulunuyorlar, daha da önemlisi, kendi kararlarını verip, özgür bir yaşam sürüyorlar. Bu anlamda filme verilen Türkçe isim, Küçük Evren çok güzel olmuş. Cidden kendilerine ait küçük bir evren kurmuşlar.
Peki konu ilgimi çekse de, neden en iyi filmi almasına itirazım var? Çünkü yönetmen bildiğimiz en klasik anlamdaki belgesel türlerinden birini çekmiş. Gözlemci bir noktadan, tesisin içinde yaşananları ve hastaların bireysel hikayelerini bize gösteriyor. Düz bir anlatım tarzı var. Bu nedenle yenilikçi bulmadım. Gerçi, festivallerde en iyi film seçilen kurmaca filmlerden, kaçı yenilikçi çıkıyor derseniz, o da doğru derim.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN