41. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 2
Geçen hafta, 41. İstanbul Film Festivali izlenimlerine başlamıştık. Bu hafta izlediğim geri kalan 10 filmle, bu yılki İstanbul Film Festivali izlenimlerini bitiriyoruz. Vakit kaybetmeden filmlere geçelim.
Zalava:
Vizyondaki yerli korkuların en kötülerini bile izlerken, festivaldeki Mayınlı Bölge bölümündeki "folk horror" filmlerinden izlemeden dönersem ayıp olurdu. İran'dan gelen, devrim öncesi bir Kürt köyünde yaşanan fantastik, cinli, şeytanlı bir olayı anlatan bu film, iyi bir örnek sayılabilirdi. Kimi yerlerde acemilikleri olsa da ve bunlardan dolayı gülümsemelere yol açsa da giderek daha iyi bir atmosfer kurdu. Bizim sinemacılarımız açısından, düşük bütçeli bir fantastik film nasıl çekilir dersi bile olabilir. Yönetmen Arsalan Amiri, saçma sapan efektlere falan girişmeden, boş bir kavanozdan gerilim yaratmayı becerebilmiş. Ayrıca filmi konumlandırdığı zaman dilimi itibariyle, filmi dönemin politik atmosferi için bir alegori olarak kurduğu da anlaşılıyor. Amiri'nin yönetmen olarak ilk filmi ama senaryosunu yazdığı bazı yapımları izleyip sevmiştim. Burada, her istediğini başarılı şekilde perdeye yansıtamadığını hissetsem de takibe alınması gereken bir isim.
La Caja (Kutu):
Lorenzo Vigas, Desde allá ile iyi bir başlangıç yapmıştı. Kutu biraz gölgede kalan bir film oldu ama o kadar dikkat çekici olmasa da ben yine de başarılı buldum, sinemasını sevdim.
Film, babasının toplu mezarda bulunan kalıntılarını alan bir çocukla açılıyor. Elinde bu kalıntıların olduğu kutu ile evine geri dönecekken yolda, bir adamla karşılaşır. Onu babasına çok benzetir ama o yaşta, babası ile olan belli belirsiz anılarına ve bir fotoğrafa ne kadar güvenebilir ki? Film, bu iki karakter arasındaki, baba-oğul ilişkisini başarılı bir şekilde kuruyor. Belki gerçek baba-oğul değiller, belki de öyleler ama bir yerden sonra, ne önemi var ki?
Toplu mezar gibi bir konudan açıldığına göre Meksika'nın geçmişi ve günümüzü üzerine cümleleri olduğunu söyleyebiliriz. Ama Lorenzo Vigas, önceki filminden de alışık olduğumuz üzere, bunları altını çok çizmeden, vurgulamadan, sakin bir sinema anlayışı ile yapıyor. Ama seyirciyi etkilemeyi de başarıyor.
Deserto Particular (Saklı Çöl):
Aslında karakterleri, hikâye gelişimi, kurduğu çatışmalar ve hatta görsel kodları ile çok bildik yerlerden ilerlese de seyircisini ikna etmeyi başaran bir eşcinsel aşk hikayesi. Festivalin aklımda kalacak filmlerinden biri olacak. Film boyunca hikayesini ve değişimini takip ettiğimiz Daniel, uyguladığı şiddet nedeniyle görevden uzaklaştırılmış, son derece maço görünümlü bir erkek polis. İnternet'ten tanıştığı sevgilisi onunla iletişimi kesince, onu bulmak üzere yollara düşüyor.
Film, festivalin "Nerdesin Aşkım?" bölümünde gösterilince, bir de çeşitli LGBTQ festivallerinde ödül almış olunca, hikâyenin nereye doğru gideceğini tahmin etmek zor değil. Ama sanırım, bu bilgiler olmasaydı bile, filmin başındaki bazı görsel kodlardan bunu yakalamak mümkündü. Bu anlamda Kuir sinemanın da belli görsel kodlarının oluşmuş olduğunu söylemek mümkün. Başrollerdeki oyuncuların uyumları, aşk hikayesine hemen kendisini çekiyor. Final de karakterler açısından makul bir yerde duruyor. Yalnız filmin başında Daniel'in babası ve kardeşi ile olan ilişkilerine yatırım yapan senaryonun, sonradan orayı tamamen unutması, sıkıntılı idi. Filmin en sevdiğim sahnesi ise, "Total Eclipse of the Heart"ın çaldığı sahne oldu. Zaten iyi kullanıldığında, içinde bulunduğu her sahneyi yükseltebilecek güçte bir şarkı. Burada da öyle oldu. Filmden sonra uzunca bir süre dilime dolandı yine. Son jenerikte tekrar çalan bu şarkıyı dinlemeyip, salondan çıkanlara hayret ettiğimi de eklemeliyim.
Retour à Reims (Fragments) / Reims’e Dönüş (Kesitler):
Jean-Gabriel Périot, kısa filmlerinden beri tanıyıp sevdiğim bir yönetmen. Bu filminden de gayet memnun kaldım. Fransa'nın geçmişinden günümüze sağlam bir bakış. Burada, yaptığı anı romanı uyarlamasında, anlatıcının ailesi ile ilgili anıları üzerinden, tümüyle arşiv ve eski filmlerden görüntüler kullanarak, İkinci Dünya Savaşı'ndan günümüze kadar geliyor. İlk bölümde, daha ziyade kadın hakları ve özgürleşmesi üzerinden ilerliyor. İkinci bölümde ise, sınıf çatışması üzerinden ilerleyerek özellikle işçi sınıfının yaşadıklarına ve sorunlarına değiniyor. Buradan da ustalıklı bir şekilde, Fransa'daki günümüzdeki protestolara bağlanıyor. Finalde, sokağa çıkıp gösterilere katılma gazını alabileceğiniz bir film.
Périot'nun diğer filmlerinde olduğu gibi, arşiv görüntülerini başarılı ve dış sesle çok uyumlu bir şekilde kullanmış. Dış seste, Adèle Haenel'in kullanılması seçimini, filmi izlerken çok doğru bulmuştum. Özellikle ilk bölümde, 70-80 yıl önceki kadınlara bakarken, bugünden modern bir kadının bakış açısını yansıtıyordu. Fakat sonradan öğrendiğim kadarıyla, romanın yazarı Didier Eribon, eşcinsel bir erkek yazarmış ve romanda bu konuya da değinmiş. Dış sesi Adèle Haenel'e verince, işin o kısmında bir kayıp olmuş ve bu yönde eleştiriler de gelmiş. Romanın, yönetmen tarafından bir uyarlaması olarak bakmalıyız ama önemli bir eksiklik gibi de görünüyor bir yandan. Bunu biraz düşünmeli.
Mashgh-e Emshab (Ev Ödevi):
Abbas Kiarostami'nin 1989'da çektiği Ev Ödevi belgeselinden hareketle, o dönemki çocuklara sorulan soruların, bugünkü çocuklara sorulması ile kurulmuş bir yapım. Çıkış noktası fena olmamakla birlikte, elindeki malzemeyi çabuk tüketiyor. Farklı sınıflardan ailelerin çocuklarının verdiği cevaplar, İran'da da tıpkı bizdeki gibi, farklı gelir düzeyleri arasındaki uçurumun ne kadar açıldığını gösteriyor. Bir kısmı tatil için dünyanın çeşitli yerlerine gitmişken, diğerleri bunu hayal bile edemiyor mesela. İlk başta çarpıcı olsa da bir süre sonra aynı formattan çıkmayan ve aynı temalar üzerinde dönen yapısı ile tekdüze olmaya başlıyor.
Finalde, özellikle eski filmi bilenler için güzel bir şey de yapıyor ama orta blokta sıkıldığımı itiraf etmeliyim.
Nitram:
Çoğunlukla görsel yanı ağır basan filmlerle tanıdığımız, arada her nedense Assassin's Creed de çeken Justin Kurzel bu defa karakterin ve oyunculuğun çok öne çıktığı bir filmle karşımızda. Cannes'da erkek oyuncu ödülü alan Caleb Landry Jones gerçekten çok iyi. Kurzel, bir kişinin eline silahı alıp etrafındakileri öldürdüğü olayların Avustralya'daki, hatta dünyadaki en kanlı örneklerinden birini, daha doğrusu, bu katliama gidene kadar geçen süreci anlatıyor. Zaten çocukluğundan beri şiddete meyilli olduğunu ve psikolojik problemleri olduğunu gördüğümüz Nitram/Martin, giderek toplumun dışına itiliyor. Tek dert ortağı, kendisinden yaşça epey büyük olan kadın da ölünce, dönülmez bir karanlığın içine giriyor.
Kurzel, tüm bu hikâyeyi uzaktan, soğuk ve yavaş bir üslupla anlatırken, oyuncusuna alan açıyor. Ana karakterine de bir nefret ya da acıma duygusu ile yaklaşmıyor. Daha çok, kaçınılmaz olana gidişe kimsenin engel olmamasını ve tabii ki silah edinebilmenin kolaylığını vurguluyor. Filmin takdir ettiğim taraflarından biri de sadece katliamda değil, başka sahnelerde de çok rahat şiddet pornosuna kayabilecekken bundan uzak durması oldu. Psikolojik olarak, izlemesi zor bir film olsa da festivalde izlediğim filmler arasında öne çıkanlardan oldu.
C'mon C'mon (Yaşamaya Bak):
Festivalde çok fazla adı geçmedi ama sanırım çoğu kişi, çeşitli şekillerde daha önce izlediği için öyle oldu. Yoksa, geçen hafta boyunca epey övgü alırdı diye tahmin ediyorum. Ben, ziyadesiyle sevdim. Bir dayı-yeğen ilişkisi izlerken, onların giderek yakınlaşmasını, birbirlerine iyi gelmelerini takip ediyoruz. O kadar doğal, o kadar sıcak bir film ki, sanki gerçekten bu ikili ile birlikte şehirleri geziyor, onların duygularına ortak oluyoruz. Joaquin Phoenix, uzunca bir aradan sonra, oturup beraberce iki tek atıp muhabbet etmek isteyeceğiniz bir karakteri canlandırmış ve iyi oyunculuğun, mutlaka uçlarda bir karakteri canlandırırken ortaya çıkmayacağını da göstermiş. Yeğenini canlandıran Woody Norman ile uyumları da çok iyi. Anladığım kadarıyla çocuklara yapılan söyleşiler kısımları gerçek. Bu da filmin samimi tarafını güçlendiriyor. Filmin mekân kullanımı da gayet başarılı. Öyle olup olmadığını bilmiyorum ama fena halde gerçek mekanlarda çekilmiş gibi duruyordu. Öyle değilse bile, o hissi verebilmiş.
Bir ara Oscar'da da çeşitli dallarda adı geçiyordu ama neticede adaylık bile çıkaramadı. Valla, yazık olmuş. En azından bir senaryo adaylığı, belki bir oyuncu adaylığı yakışırmış. Bu da bir kendini iyi hisset filmi belki ama CODA'dan çok daha iyi bence.
Earwig:
Lucile Hadzihalilovic'den yine tarzına, atmosferine hayran kaldığım ama ne anlattığını pek de çözemediğim bir film. Finale doğru ufak bir açıklama yapsa da günün 5. filmi olarak izleyince, o açıklamayı da pek kavrayamadım doğrusu. Gerçi belki de ne anlattığını çok da kavramamız gerekmiyor. Neticede bir rüya, hatta daha çok bir kâbus atmosferi kuruyor ki, böyle düşününce bir neden sonuç ilişkisi, mantığa dayalı bir hikâye yapısı görmemiz gerekmiyor aslında. Yine de dinç bir kafayla izlersem daha çok zevk alacağımı hissettiğim filmlerden biri oldu. Yönetmenin önceki filmi, Évolution'da da öyle olmuştu. Filmin Türkiye dağıtımcısı var. Demek ki vizyon şansı da var. En kötü, MUBİ'ye falan gelir. O zaman tekrar izlenecek, notunu düşüyorum.
Bu arada, festival seyircisine Gaspar sürprizi güzeldi de onu çağırmışken, Lucile'i hanımı da getirselermiş keşke. Bu film, güzel bir soru-cevap etkinliğini hak ediyormuş.
Juju Stories (Büyü Öyküleri):
Festivalin "folk horror" bölümünden geri kalmamak için izlediğim bir film daha. Nijerya'dan bir korku filmi ilginç olabilir demiştim ama ne yazık ki festivalde izlediğim 20 film içinde, en sona koymak durumundayım. Aslında filmin türüne korku demek de pek doğru değil. Daha ziyade, fantastik unsurlar taşıyan drama filmleri hatta aşk hikayeleri diyelim. Özellikle 1. ve 3. öykünün iskeletini, tamamen aşk ve o nedenle yapılan büyüler oluşturuyor. 2. öykü biraz daha farklı bir yerde duruyor. Kendilerini, “Surreal 16” olarak tanımlayan ve Nijerya sineması içinde farklı şeyler yapma isteğinde olan yönetmenlerin çabaları ilgi çekici olsa da ortaya çıkan film, o kadar ilgi çekici değil. Açıkçası yönetmenlik tarzlarını, senaryoyu ve oyunculukları yetersiz buldum. Diyaloglar da çok basmakalıp geldi. Locarno FF'de ana yarışmadaymış, başka festivallerde de bazı ödüller almış ama benim için hayal kırıklığı oldu. Yine de fantastik sevenler, bir yerlerde rastlarlarsa, farklı bir örnek diye bakabilirler.
Medusa:
Festivalde izlediğim son film. Filmi seçmemde, tanıtım yazısındaki Argento referansı, etkili olmuştu. Filmin tümünde olmasa da özellikle giriş sahnesinde ve kızlardan oluşan bir gruba yeni giren kız hikayesi ile Suspiria'ya bariz gönderme var gerçekten. Yönetmen Anita Rocha da Silveira, pek çok konuya el atmış aslında. Sosyal medya çılgınlığından, toplumun dayattığı güzellik anlayışına kadar pek çok temaya girip çıkıyor ama temelde köktendinci bir anlayışın tehlikesine ve saçmalığına dikkat çekiyor. Filmde, belli bir saatten sonra sokakta tek başına gezen, daha özgür, cinselliğini yaşayan, "iffetsiz" kadınları cezalandıran bir topluluk içindeyiz. En acısı, bu cezalandırma işini de başka kadınlar yapıyor. Film bir yandan da içindeyken size gayet doğal gelebilecek bazı ritüellerin, dışarıdan bakınca ne kadar komik olduğunu da gösteriyor. Bu grubun gerçekleştirdiği arınma ritüelleri gerçekten de onlar için çok kutsal bir şeyken, biz seyirciler için son derece yapay gözüküyor. Çok da spoiler olmasın ama film giderek, bu kadınların bilinçlenme sürecini anlatıyor diyebiliriz.
Yine Argento referansından tahmin edilebileceği gibi, yönetmen anlatısını kurarken stilize bir tarz kurmuş. Filmin anlattığı konu ile de uyumlu olmuş doğrusu. Oyuncuların da rollerinin gerektirdiği şekilde, bazen doğal, bazen yapay bir oyunculuk sergilediklerini söyleyebiliriz. Yönetmenin bazı çok sevdiği mizansenleri fazlaca tekrarlayıp, filmin süresini uzatması dışında, genel olarak başarılı buldum. Festivale iyi bir final oldu.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN