41. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1
İstanbul Film Festivali’nin salonlara dönmesi ile sinema gündemimiz de bu yöne doğru kaydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, vizyondaki iyi film sayısı da son derece az. O halde, festivalde izlediğim filmlere, iki bölüm halinde kısa bir bakış atayım.
Öncelikle 5 gün boyunca takip etme şansım olan festival ile ilgili birkaç ufak not. Festivalin salonlara dönmesi heyecan verici ama bu heyecan seyirci kitlesine çok fazla yansımamış gibi duruyor. Gerçi, filmlerin bir kısmını basın gösterimlerinde izledim ama genel seyirci ile izlediğim filmler, şimdiye kadar İstanbul Film Festivali’nde gördüğüm en boş salonlara oynadı. Adı daha çok duyulan filmlerin ve klasiklerin bir kısmının (örneğin Baba) dolduğunu duyduk ama belli ki bu durum, tüm festivale yayılmadı. Öğrenci bileti fiyatları oldukça uygun olmasına rağmen, görünen o ki, seyirci güvenli sulardan ayrılmamayı seçmiş. Halbuki festival biraz da hiç adını duymadığımız yönetmenleri, filmleri keşfettiğimiz günlerdir.
Belki de bununla bağlantılı olarak, izleyici kitlesinin gayet iyi olduğunu eklemeliyim. Film sırasında kendi arasında konuşanlar yok denecek kadar azdı. Telefonunu kurcalayanlar ise çok fazla değildi (hiç yoktu demeyi çok isterdim). En azından kişisel olarak bu durumlardan çok rahatsız olan ve hemen uyarı yapan bir seyirci olarak, festival boyunca uyarı yapma ihtiyacı hissetmedim (tamam, kabul 1-2 defa ucuna kadar geldim).
Bazılarınızın pandemi ve maske konusundan oldukça sıkıldığını biliyorum ama kapalı alanda halen takılması gerektiğini düşünen biri olarak, genel olarak gösterimlerde çok fazla maske takılmadığına şahit oldum. Zaten Ankara’dan gelen biri olarak, genel anlamda İstanbul’daki maske takma oranının da Ankara’ya göre son derece düşük olduğunu söyleyebilirim.
Gelelim filmlere. Önce ufak bir not. Festivalin gözde filmlerinden bir kısmını daha önce Berlin ve Sundance Film Festivallerinde izleyip yazdığım için, o filmleri tekrar buraya almayacağım. Merak edenler o yazılara göz atabilirler.
A Night of Knowing Nothing (Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece):
Festivali iyi bir belgeselle açtım. Film, Hindistan'daki bir film okulundaki bir öğrencinin mektuplarından yola çıkıyor. İki öğrencinin arasındaki imkânsız aşktan bahsedecekmiş gibi açılan film, üniversitedeki öğrenci olaylarından, kast sistemi eleştirisine doğru evriliyor. Gerçi imkânsız aşkın nedeninin de kast sistemi olduğu anlıyoruz zaten. Üniversitedeki öğrenci olayları kısmı özellikle ilgimi çekti. Neden: Film okulunun başına, bir takım ticari film ve dizilerde oynamaktan başka bir özelliği olmayan, akademik açıdan yetersiz ama iktidar yanlısı birisi getirilince öğrenciler ve bazı akademisyenler greve gidiyorlar. Greve gidenler, iktidar ve medya tarafından hemen terörist ve Hindistan'ın düşmanı olarak nitelendiriliyorlar. Hımmm. Başka bir yerde de çok benzeri olmuş muydu ya? Yok canım, ne alakası var. Olay Hindistan'da geçiyor 😊
Film bu olayları, sinema öğrencisinin mektupları üzerinden anlatırken, tıpkı o mektupları seslendiren oyuncu gibi dingin, hatta hipnotize edici bir anlatım tutturuyor. Bir yandan da bu tip olaylara, sinemanın nasıl yaklaşması gerektiği ile ilgili de cümleler kuruyor. Her şey bir yana, filmin en eğlenceli anı, bu tip eylemlerde alışık olduğumuz sloganların içinde Eisenstein ve Pudovkin'in isimlerinin de geçmesiydi. Eylemi sinema öğrencileri yapınca, böyle oluyor demek ki.
America Latina:
D'Innocenzo kardeşlerden gizemli bir hikâye. Baş karakterimiz Massimo, başarılı bir dişçi. Mutlu bir evliliği ve iki de kızı var. Bir gün evin bodrumunda bir şeyle karşılaşıyor ve olaylar gelişiyor. Aslında filmin özetinde, bodrumda ne olduğu yazılmış. Ama mümkünse o kısmı okumayın. Ben zaten filmi merak ettiğim için okumamıştım ve o sahnede, karakterin yaşadığı şaşkınlığı yaşadım. Massimo, bodrumdaki gizemi çözmeye çalışırken, etrafındaki herkesten şüphelenmeye başlıyor ve filmin afişine atıf yapacak olursak, kafayı kırıyor.
Film, yarattığı gizem duygusuna seyirciyi ortak etmeyi başarırken, stilize görüntüleri ile de ilgi çekiyor. 90 dakikalık süresi de iyi. Biraz daha uzasa, tekrara düşecekti. Final daha başarılı olabilirdi ama yine de benim düşündüğüm finalin farklı bir versiyonu oldu diyebilirim. Spoiler vermedim ama gizemle ilgili bir ipucu vereyim. Massimo'nun babası ile konuştuğu sahneye dikkat. Final ile birleşince, ayrı bir anlam kazanıyor.
Leave No Traces (İz Bırakmadan):
1983'de, Polonya'da lise öğrencisi bir gencin polislerin attığı dayak yüzünden ölmesini ve olayın tek şahidi olan arkadaşı ve gencin annesinin, hukuk mücadelesini anlatan, sarsıcı bir film. Tahmin edilebileceği gibi, ölüm olayına kadar olan kısım epey sert ve rahatsız edici. Sonrasında tüm bir sistemin olayın üstünü kapamak için yaptığı bürokratik cambazlıklar ve istihbarat kaynaklarını kullanarak yaptığı, gizli kapaklı eylemler kısmında film biraz sarkıyor. Daha ekonomik bir anlatımla, filmin 160 dakikalık süresi biraz kısaltılabilirdi. Zaman zaman, filmin derdini anladık, devam edelim lütfen diye içimden geçirdim. Günün son seansı olunca, iyice zorladı. Yeri gelmişken söylemem lazım, neredeyse tüm festivaller bunu yapıyor ama uzun filmleri, ucu açık diye günün sonuna koymayın lütfen. Filmin oyuncusu ile de söyleşi vardı. Film gece yarısından sonra bitince, ona da çok az kişi kaldı, ayıp oldu. Filmde anneyi canlandıran oyuncu, gerçekten de rolünden çok etkilenmiş gibi gözüküyordu. Zaten kendisi de filmi tekrar izlemek istememiştim aslında dedi. Filmde gençler, anne vs. tarafın oyunculukları gerçekten iyi ama komünist parti tarafı biraz karikatürize olmuş. Bundan dolayı, yine komünizmi kötülemek için hiçbir fırsatı kaçırmamışlar yorumları da gelebileceğini düşünüyorum ama ben öyle algılamadım. Daha çok, bir baskıcı sistem eleştirisi.
Filmin en başarılı bulduğum taraflarından biri de prodüksiyon tasarımı oldu. 1980'ler en ince ayrıntısına kadar karşımızdaydı. Bu anlamda, çok detaylı ve iyi bir çalışma olmuş.
Marx Può Aspettare (Marx Beklesin):
Bu filmin yönetmen için kişisel önemini tartışacak değilim, zaten belli de film bittiğinde, Marco Bellocchio seviyesinde bir yönetmenseniz, ailenizle yaptığınız buluşmayı anlattığınız film, festivalleri dolaşabiliyor diye düşündüm. Film gerçekten de Bellocchio ailesinin yaşayan tüm üyelerinin bir araya gelip (epey büyük bir aile), eski günleri yadetmesini anlatıyor. Çoğunlukla da Marco Bellocchio'nun çok genç yaşta intihar etmiş, ikiz kardeşinden bahsediyorlar. Marco Bellocchio'nun 1939 doğumlu olduğunu düşünürseniz, bu sohbetin ve filmin bir kısmının, aradan geçen zamanda İtalya'daki ve dünyadaki gelişmeler, bir kısmının da yaşlanmak üzerine olduğunu tahmin edebilirsiniz. Aslına bakarsanız, filmden alınacak keyfin de izleyenin yaş grubu ile doğru orantılı olarak artacağını düşünüyorum. Bellocchio'nun kendisi için çok özel bu filmi yaparken, kendi yaş kuşağına da bir selam gönderdiğini söyleyebiliriz belki.
Freaks Out:
İtalya'nın Marvel'e cevabı. Ya da X-Men'in, 2. Dünya Savaşı'nda İtalya'da ortaya çıktığı alternatif bir evren çeşitlemesi. Yönetmen Gabriele Mainetti, bazı sahneleri ile biraz daha yüksek yaş grubunu hedefleyen, bir süper kahraman filmi çekmiş. Sevdim mi? Sevdim aslına bakarsanız ama finale doğru fazlasıyla artan aksiyon ve gürültü dozunun fazla geldiğini ve beni fazlasıyla yorduğunu da itiraf etmeliyim. Benzer filmler arasında, orta karar bir yerlerde duruyor bence. Bu tip filmlerde kötü adam önemlidir. Franz Rogowski de çok yakışmış doğrusu. Genel olarak oyuncu seçimi iyi zaten. Bu arada Rogowski'nin piyanoda çaldığı şarkılara dikkat. İlk anda ne olduğunu yakalayamasanız bile, hoş sürprizler var orada.
Marvel arada farklı ülkelerden yönetmenlerle çalışalım açılımı yapmaya çalışıyor. Bakın, orada, İtalya'da tam size göre bir yönetmen var.
Un Monde (Oyun Alanı):
Bu film hakkında iyi şeyler duymuştum ama umduğumdan da çok sevdim. Geçen sene izlemiş olsaydım, yılın en iyileri listeme de alırdım muhtemelen. Çocukların gözünden, çocukların dünyasını inanılmaz iyi anlatmış. Üstelik anlattığı şeyin büyüklerde de karşılığı var. Küçük Nora'nın okula başladığı ilk gün babasından ayrılma sancısıyla başlayan film, giderek onun arkadaş edinme sürecini, abisinin uğradığı akran zorbalığını, onun bu sorunla başa çıkma çabasını çok iyi anlatıyor. Biz yetişkinler, artık geçmişte kalan çocukluk günlerimizi unutmuş olmalıyız ki, onların hayatlarının en büyük zorluklarını yaşadıkları anları uzaktan ve içimizden "sen daha ne yaşadın ki ufaklık" diyerek izliyoruz. Yönetmen ve senarist Laura Wandel, o günleri unutmamış belli ki. Kamerayı Nora'ya ve onun bakış açısına sabitleyen yönetmen, yetişkinlere de ancak onun seviyesine indiğinde alan açıyor. Kadraj dışı alan ve ses kullanımı konusunda da çok başarılı bir film.
Tüm çocuk oyuncular çok başarılı ama başrolde Maya Vanderbeque, inanılmaz oynamış. Yönetmen nasıl yaklaştı, ondan bu performansı nasıl aldı bilmiyorum ama o yaşta, o duygu yoğunluğunu, değişimleri kurabilmiş. İzlerken, bu miniğe Oscar, Palmiye, Cesar, artık ne alabiliyorsa verin diye düşündüm.
La Ligne (Çizgi):
Ursula Meier'in önceki filmlerini sevmiştim ama Çizgi, o kadar yakalayamadı beni. Aslında, anne-kız arasındaki bir kavga üzerinden gayet güzel bir şekilde açılıyor (hatta, teknik bir sorundan ötürü, o açılışı iki kez izledik). Ama sonradan aynı etkileyiciliği devam ettiremediği gibi, özellikle bir öfke problemi olan kızın davranışlarının nedeninin altını da dolduramıyor. Yine de Stéphanie Blanchoud'ın bu rolde, etkileyici bir performans sergilediğini söylemek lazım. Genellikle sevdiğim bir oyuncu olan Valeria Bruni Tedeschi ise fazlasıyla soğuk ve yapmacık geldi. Gerçi canlandırdığı karakter öyleydi denebilir ama bilemiyorum, bir şeyler eksikti sanki. Filme adını veren "çizgi" meselesini de çok etkileyici bulmadım. Tamam, kıza verilen uzaklaştırma kararı sonrası, evin çevresine 100 metre yarıçapında, dairesel bir çizgi çekilmesini anladım da, karşı taraf için, o 100 metrenin dışına çıkamamak gibi bir kısıt olmayınca, bazı sahneler, pek anlamlı olmadı.
Lieber Thomas (Sevgili Thomas):
Alman sanatçı, Thomas Brasch'ın hayatını, giderek gerçeklikle bağlantısını zayıflatarak anlatan, siyah-beyaz bir film. Yine günün son filmi olarak, 150 dakikalık bir film izleyince, ağır geldiğini itiraf etmeliyim. Brasch, genel olarak her şeye muhalif, libidosu da fazlaca yüksek bir sanatçı olarak çizilmiş. Açıkçası, filmlerde görmeye alıştığımız, tipik bir sanatçı portresi gibi gördüm. Albrecht Schuch'un oyunculuğunun başarılı olduğunu söylemek lazım yine de. Dediğim gibi, dikkatimi toplayamadığım bir film oldu çoğunlukla. Bu nedenle sağlıklı bir değerlendirme olmaz belki ama bu seneki festivalin iz bırakan filmlerinden olmadı benim için.
The Middle Man (Aracı):
Bent Hamer'ın özellikle çıkış noktasını epey beğendiğim filmi. İnsanların kimi zaman saçma sapan, farklı nedenlerle öldüğü bir kasabada, ölüm haberlerini soğukkanlı bir şekilde vermek için birinin görevlendirilmesi gerekir. Baş karakterimiz Frank de bu işe taliptir. Bir kara komedi için çok güzel bir çıkış noktası. Ölüm gibi depresif bir durum üzerine komedi kurmak zor iş. Bu film, bunu başarıyor aslında. En azından belli bir yere kadar. Film ilerledikçe, başta kurduğu atmosferden biraz uzaklaşıyor ama yine de izlenebilir bir film.
Yönetmen Bent Hamer olunca, filmin Norveç'te geçtiğini düşünmüştüm ama Amerika'nın orta bölgelerinde geçiyor. Kuzey Avrupa mizahı ile Amerikan bağımsızlarının bir harmanı denebilir. Bent Hamer, ülkemizde de belli bir kitlesi olan bir yönetmen. Doğru bir tanıtımla vizyona girerse, fena olmayan bir seyirciye ulaşabilir. Bu tarz filmler için, demek istiyorum tabii.
Robe of Gems (Değerli Taşlar):
Bir kayıp vakası etrafında şekillenen, Meksika'daki suç dünyasının, insanlar üzerindeki etkilerini yansıtan Robe of Gems, tarzını takdir ettiğim ama bir türlü ısınamadığım filmler arasındaki yerini aldı. Yordu açıkçası. Natalia López Gallardo'un ilk yönetmenliği ama sinema dünyasının çok içinde bir isim. Reygadas ve Escalante gibi kimi isimlerin kurgusunu yapmıştı. Hatta, Our Time'da Reygadas'la başrolleri paylaşmışlardı. Ki, gerçekte de evliler zaten. Kendi filminin de kurgucularından biri elbette. Aslına bakarsanız bu filmin tarzı da çalıştığı diğer filmlerin tarzına ve kurgu anlayışına benziyor. Yavaş bir tempo, uzun, sessiz, kesintisiz planlar ve yavaş kamera hareketlerinden oluşan bir tarzı var çoğunlukla. Ve kimi sert şiddet sahneleri. Beni yoran kısmı da o yavaş temposu oldu ama bu tip filmlerin şöyle bir sıkıntısı oluyor. Genellikle vizyonda çok karşımıza çıkamıyorlar. Ama festivalde de günde 4-5 film izleyince, konsantre olmanın epey zor olduğu filmler oluyorlar. O yüzden, çok sevemedim ama başka yerde yakalarsam bir şans daha verebilirim notunu düştüğüm filmlerden biri oldu.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN