34. ANKARA FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1
Ankaralı sinemaseverler olarak, geçen haftamız, Ankara Film Festivali ile geçti. Gerçekten güzel bir hafta, güzel bir programdı. Filmlerin çoğunun biletlerinin tükendiğini ya da çok büyük oranda satıldığını da söylemekte fayda var. Festivalde yine pek çok film izledim. Vakit kaybetmeden, filmlere geçerken, programın önemli filmlerinden bir kısmını önceki festivallerde izlediğim ve o festivaller ile ilgili yazılarda bahsettiğim için, bu yazıda kendilerine yer bulamayacaklarını tekrar hatırlatayım.
Türk Korku Sinema Tarihi 1:
Hem türe olan ilgimden dolayı, hem de Kaya Özkaracalar'ın türe hakimiyetini bildiğim için, yarım saatlik bir belgesel olmasına karşın, festivalin en merak ettiğim yapımlarından biriydi. Sıkıntıları var ama keyifle izledim. İsminden anlaşıldığı gibi devamı gelecek. Bu ilk film, şu anki furyanın başlangıç dönemlerine kadar geliyor. Okul'un, Musallat'ın, Dabbe'nin geldiği yıllara yani. Aslında hepsi bitseymiş de şöyle 1.5-2 saatlik, geniş kapsamlı bir belgesel izleseymişiz daha doyurucu olurmuş.
Sinema tarihimizdeki ilk korku filmlerini, Yani Drakula İstanbul'da, Ölüler Konuşmaz Ki, Şeytan gibi örnekleri, Kaya Özkaracalar anlatıyor. Aslında onu daha çok görmek isterdim ama sonrasında, yukarıda bahsettiğim filmleri yapanlar topu alıyor. Bu kısımda da Taylan Biraderler, Doğu Yücel, Alper Mestçi, Hasan Karacadağ gibi isimleri dinliyoruz. Bu kısımda, ilginç anekdotlara, filmlerin çekim sürecinde yaşananlara biraz daha fazla yer verilebilirdi belki. Mesela Sır Dosyası dizisinde, yapımcıların Taylan Biraderlere, bu karanlık olmuş, aynı sahneleri bir de gündüz çekin, parasını vereceğiz demeleri çok eğlenceli bir bilgiydi.
Ayrıca, görece yeni (2000 sonrası) ve popüler filmlerin bile arşiv görüntülerinin çok kalitesiz olması, film muhafaza etmeye halen önem vermediğimizin bir göstergesi. Umarım dijital çağdan sonrakilerde durum farklı oluyordur.
Devamını da merakla bekliyorum. Ama söyleşide de belirttiğim gibi, iyi örneklerin yanında, son yıllarda karşımıza giderek daha fazla çıkan, en kötü ve özensiz korku filmlerini yapanlarla da konuşulsun isterim. Kendi yaptıkları filmlerle ilgili ne düşünüyorlar, çok merak ediyorum.
Makineler Arasında Sinema: Necip Sarıcı:
Yıllarını sinemaya vermiş olan Necip Sarıcı'nın kurmuş olduğu müzenin ambarında çekilen bu film, daha ziyade bir sözlü tarih çalışması olmuş. Yarım saatin, neredeyse tamamı Necip Bey'in konuşması ile geçiyor. Açıkçası filmi zenginleştirici, ek materyaller çok az olduğu için bir yerden sonra fazla tekdüze geliyor. Ancak arşiv olarak, bunların kayda alınmış olması önemli. Bu yönüyle önemli bir çalışma.
Ertuğrul Muhsin Bey: Bir Tutkunun Kahramanı:
Muhsin Ertuğrul, tiyatromuzun simge ismi ama sinemamızın da bir dönem tek ismi konumundaydı. Ama filmleri hep tiyatronun bir uzantısı olarak görülür. Bu film, bu tartışmayı ve Ertuğrul'un sinemacı kişiliğini irdeliyor. Canlandırmalar ve farklı isimlerle, akademisyenlerle yapılan söyleşilerle konu incelenmiş. Daha kapsamlı olabilirdi ama bu haliyle de fena değil. Ama özellikle sinemanın o yıllarına ilgi duyan, sınırlı bir kitleye hitap edebilecek bir belgesel.
Rapito (Kidnapped):
Marco Bellocchio'nun filmi, beklediğimden daha iyi çıktı. Usta yönetmen, 1850'lerde İtalya'yı bayağı meşgul etmiş, hatta etkileri uluslararası camiaya da yayılmış, gerçek bir olayı anlatıyor.
İtalya'da yaşayan Yahudi ailelerden birinin çocuklarından biri, onlardan habersiz küçük yaşta vaftiz edilmiş. 6-7 yıl sonra kilisenin bundan haberi olunca, Hristiyan bir çocuk, Yahudi bir ailenin yanında büyütülemez diyerek, çocuğu ailesinden zorla koparıyor. Olay büyüyünce, Papa devreye giriyor ve çocuğun eğitimini de kendi üstleniyor. Aile uzun uğraşlara rağmen, çocuğu geri alamıyor.
Çocuğun ailesinden alındığı sahneler, ilk başta Yahudi öğretilerini unutmamak için tekrarlaması ama giderek Hristiyanlığı benimsemesi iyi verilmiş. Filmin en etkileyici anları çocuğun anne ve babasıyla olan sahneleriydi. Hele annesi ile son görüştükleri sahne var ki, kısa olmasına rağmen, filmi birkaç basamak yukarı çıkarıyordu bence.
Bellocchio, hikâyeyi anlatırken dönemin gelişmelerini de işin içine sokmuş. Olayların gelişimi için de önemli sahneler zaten. Buralarda da çok etkileyici sinemasal anlar vardı. Süresi biraz uzun. Özellikle dini ritüellerin gerçekleştiği sahneler biraz azaltılabilirdi diye düşündüm ama bir yandan da filmin olayı o. Bu nedenle, o sahnelerde biraz filmden kopsam da olması gerekliymiş diye düşündüm, son tahlilde.
Filmin dağıtımcısı Filmartı olduğuna göre, vizyona da girer herhalde. Genel izleyiciyi biraz sıkabilir ama ben yine de önereyim.
Zeevonk (Yakamoz):
Belçika-Hollanda ortak yapımı olan bu film, yas sürecinin inkâr dönemini anlatan başarılı bir yapım. Babasını bir deniz kazasında kaybeden genç bir kız, kazanın babasının hatası sonucu olması ihtimali ortaya çıkınca, bunu sert bir şekilde reddediyor. Bu nedenle olayı gizemli bir deniz canavarına bağlıyor ve bu canavarın gerçek olduğuna dair kanıtlar toplamaya, kendi ailesi dahil herkesi buna ikna etmeye çalışıyor.
Benzerlerini gördüğümüz bir film olmakla birlikte, duygusunu güçlü buldum. Kızın üzüntüsünü, öfkesini, hayal kırıklığını ve kabullenişini tümüyle hissediyorsunuz. Bunda başroldeki genç oyuncu, Saar Rogiers'ın da büyük payı var. Performansını çok başarılı buldum.
Bir deniz canavarına inanmak için, karakterin yaşı biraz büyük değil mi diye düşünmedim değil ama bir kayıpla baş edebilmek için beynimiz bizi her şeye inandırabilir gerçekten. Film ilerledikçe, beni buna da ikna etti.
Festivalin çok öne çıkan filmlerinden biri olmayacak ama ben sevdim. Şimdilik Türkiye dağıtımcısı yok ama tam MUBİ’lik film bence. Belki oraya gelir.
Duvar:
Festivalin belgesel yarışması bölümünden, Türkiye'yi olimpiyatlarda temsil eden paralimpik tenisçi Büşra Ün'ü konu alan, 20 dakikalık bir yapım. Bir konuşan kafalar belgeseli olmamak için özel bir çaba harcanmış. Özenli bir kurgu çalışması da var. Ayrıca hikâye animasyonlarla da desteklenmiş. Son zamanlarda belgesel içinde animasyon kullanımını daha sık görmeye başladık. Bu filme ve hikâyeye de yakışmış. Hikâye kurgusu da başarılı. Hani neredeyse, sürpriz bir final yapıyor.
Yakın zamanda, Engelsiz Filmler Festivali'nde katıldığım panelde, engelliler, bizi sadece bir başarı hikayesi ya da trajik bir olayın kahramanı olarak yansıtmayın demişlerdi. Bu film, o açıdan da makul bir yerde duruyor bence. Büşra'nın yaşadığı zorlukları anlatsa da (ki, bunların bazıları, engelli olmasıyla ilgili değil), asla ona karşı bir acıma duygusu yaratma peşinde değil. Zaten belgeselden tanıyabildiğim kadarıyla, Büşra da buna müsaade edecek biri değil. Ama bir yandan film bir başarı öyküsü de değil. Vazgeçme de var, yeniden başlama da.
Ayrıca, filmi bir süre önce izlediğimiz Düet filmiyle de yakın buldum. Orada da senkronize yüzme dalında yarışan iki sporcu konu ediliyordu. Sporcuların aldığı kararlar benzediği gibi, çok önde olmayan bu spor dallarına, federasyonların ilgisizliği de benzer. Burada Büşra, olimpiyatlara katılmasına rağmen, antrenörünü yanında götürememiş örneğin.
Flanöz:
Yine belgesel yarışmasından bir film. Kocasını yakın zamanda kaybeden bir kadının, beraber kurdukları hayatı geride bırakarak, çocuklarının yanına, şehre taşınma çabasını anlatan bir yapım. Özellikle siyah-beyaz görselliğe dayanıyor ama biz biraz karanlık izledik. Filmin farklı festivallere kabul edildiğini düşünerek, normalde daha iyi olduğunu tahmin ediyorum.
Aslında hikayesi anlatılan Emine karakteri de başta beni çok etkilemedi. Ama film ilerledikçe ve duyduğumuz şiirlerini onun yazdığını fark edince, filmin değeri de arttı. Bu noktada Emine'ye, modern bir ozan gözüyle de bakılabilir. Bu özelliğinin altı daha fazla çizilebilirdi. Bu haliyle, orta karar bir belgesel diyorum.
Il sol dell'avvenire (Güzel Günler):
Bu sene, ustaların dönüş senesi gibi bir şey oldu. Sıra Nanni Moretti'de. Diğer ustalar kadar çarpıcı bir filmle gelmese de ben yine de keyifle izledim. Bildiğimiz Nanni Moretti. Yine başrole kendisini koymuş ve yine bir yönetmeni canlandırıyor. Yanında da yine Margherita Buy var. Bu kez 1950'lerde İtalyan Komünist Partisi'nin Sovyetlere karşı aldığı konumu anlatan bir film çekmekte olan bir yönetmeni takip ediyoruz. Elbette onun ailevi sorunlarını da izliyoruz.
Sinema sektörünün günümüzde geldiği yere de kızgın bir yönetmen. Muhtemelen Nanni Moretti'nin kendisi gibi. Bir yandan kendini yetenekli gören ama çok büyük alt anlamların peşinde koşarmış gibi gözükürken şiddet pornosu yapan yönetmenlere sallıyor, bir yandan Netflix'e. Hayatının gidişinden de hiç memnun değil. Zaten bu film içindeki filmin finaline de yansımış.
Karanlık bir tablo çizdim ama Moretti yine gayet muzip. Çok eğlenceli sahneler, popüler şarkılar var. Hatta 1-2 sahne neredeyse müzikal tadında. Zaten neticede film de umutlu bir finale bağlanıyor. Moretti, film içinde defalarca, daha sık film çekmeliyim dediğine göre, yeni projeleri var. Ama filmin sonunda, tüm filmografisine bakan, çok hoş bir numara yapıyor ki, acaba final filmi mi diye de düşündürdü bana.
Bu ardada, filmde çok ünlü bir yönetmenin adı da geçiyor. Filmin, hatta jeneriğin sonuna kadar cameo yapmasını bekledim ama olmadı. En azından, sesini falan duysak, çok hoş olurdu.
Vincent Doir Mourir (Vincent Ölmeli):
Çok iyi bir fikirden yola çıkan, ortalama bir yapım. Baş karakterimiz Vincent, kendi halinde, evden işe, işten eve modunda bir adam. Bir gün işyerinde önce bir stajyer, sonra bir iş arkadaşı ona saldırıyor. Giderek, göz teması kurduğu herkesin, nedensiz yere ona saldırdığını fark ediyor. Zorunlu haller dışında evden çıkmasam kurtarırım diyor ama yetmiyor. Zamanla, izole bir hayata doğru sürükleniyor. Bu arada da yalnız olmadığını, kendisi gibi başkaları da olduğunu öğreniyor.
Buraya kadar film gayet iyi geliyor aslında ama bundan sonra, özellikle işin içine bir de aşk hikayesi girdikten sonra sıkıntılar başlıyor. Hikâye, tek kişinin başına böyle anlamsız bir olayın gelmesi şeklinde ilerlerken çok daha tedirgin edici aslında, çünkü bir nedeni yok. Ama işi toplumsal bir meseleye, bir salgına döndürdüğünüzde, belli kurallar koymanız gerekiyor. Bu kurallar da herkese eşit şekilde işlemiyor. Örneğin, çok uzaktan Vincent'a bakan bir aile, nasıl göz teması kurmuş olabilir ki?
Olayı, aslında bizi aşk kurtaracak noktasına getirmesi ise beni filmden tümüyle kopardı. Yine de özellikle ilk yarısı ile sağlam bir atmosfer kurduğunu söylemek lazım. Başrolde Karim Leklou da rolüne gayet yakışmış.
Son olarak, filmle ilgili sohbet ettiğim iki arkadaştan, ayrı ayrı duyduğum bir yorum: Vincent, arkası gözükmeyen bir güneş gözlüğü taksa, tüm sorun çözülecekti!
Lost Country (Kayıp Ülke):
1990'ların ortalarında, Yugoslavya'nın son günlerindeyiz. Miloseviç iktidarının kaybetmiş olduğu yerel seçimleri, bir punduna getirip, iptal ettirmeye çalıştığı ve bunun sonucunda ülkenin iyice karmaşaya sürükleneceği bir dönem.
Filmde, ülkenin tam da bu döneminde büyüme sıkıntıları yaşayan bir gencin, Stefan'ın hikayesini izliyoruz. Lisede okuyan Stefan ve arkadaşları, muhalefeti destekliyor ama tüm bunların içinde, kritik bir durum daha var. Stefan'ın annesi iktidar partisinde, önemli bir konumda. Buna rağmen arkadaşları ile Stefan'ın arası iyi. Bilmeyenlerden de annesinin kim olduğunu gizlemeye çalışıyor zaten. Ama iktidar baskısını arttırdıkça, iş şiddete ve protestocuların ortadan kaybolmasına vardıkça, Stefan da, annesinden dolayı giderek dışlanmaya başlıyor.
Filmin başarılı bir dönem atmosferi kurduğunu, bir anne-oğul hikayesi üzerinden ülkenin yıkılma sürecini anlattığını söylemek mümkün. Tahmin edilebileceği gibi epey de karamsar bir hikâye. Final bayağı insanın içine oturuyor ki, yönetmenin amaçladığı da bu muhtemelen.
Genel olarak başarılı bir film diyebilirim ama o dönemi anlatan Avrupa filmlerinin çoğunda olduğu gibi sadece dönemin Sosyalist Parti'sine değil, genel olarak sosyalizme karşı bir tavır takındığı söylenebilir. Filmin olumsuz karakteri sayılabilecek annenin adının Marklena olması ve bu isimin Marx ve Lenin'in bir karışımı olduğunun özellikle vurgulanması, boşa değil herhalde.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN