SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

33. ANKARA FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-1

13 Kasım 2022 Pazar 11:24
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

3-11 Kasım 2022 tarihleri arasında düzenlenen 33. Ankara Film Festivali’ne, bu yıl seyirci büyük ilgi gösterdi. Ulusal uzun kurmaca film yarışmasındaki çoğu filmin biletleri hızla tükendi. Kısa filmler ve belgesellerin bir kısmı da dolu dolu salonlara oynadı. Belli ki Ankara seyircisi, festivalini özlemiş.
Bu yıl kendi adıma, geçirdiğim bir rahatsızlıktan dolayı, festival öncesinde planladığım kadar fazla film izleyemedim. Ancak daha önce Adana ve Antalya film festivallerini takip edebildiğim için, ulusal uzun bölümünden sadece bir eksiğim vardı zaten. Onu da izledim. Kısa film yarışmasını tümüyle, belgesel yarışmasını da dört filme takip edebildim. O halde bu kez festivalin biraz kıyıda köşede kalan bu bölümleri ile başlayalım.

Ulusal Belgesel Film Yarışması:

Kim Mihri:
Tarihi, kazananların yazdığını nicedir biliyoruz. Son yıllarda, tarihi erkeklerin yazdığına dair anlatılar da güçlendi. Bu belgesel de tarihimizin unutulmaya yüz tutmuş, eserlerinin büyük kısmı kayıp olan kadın ressamlarından Mihri Hanım'ı anlatıyor. 
Film Mihri'yi anlatırken, aynı zamanda onun hikayesinin peşine düşen, yönetmen Berna Gençalp'in hikayesini de anlatıyor. Böylece Mihri Hanım'ın hayatı seyircinin de gözünün önünde katman katman açılıyor ve film, adeta merak uyandıran bir dedektiflik hikayesine dönüşüyor. Mihri Hanım'ın hayatını, sanatını, sanatının değişimini, bilinmezliklerini dinlediğimiz isimler de çoğunlukla yönetmen ile iletişim halindeler ve bu da filmi, basit bir konuşan kafalar belgeseli olmaktan uzaklaştırıyor. Konuşan sanat tarihçilerinin, sanatçıların hemen hepsinin kadın olması da belli ki bilinçli bir tercihti (eğer yanlış hatırlamıyorsam, sadece 2 erkek vardı konuşan, onlar da olmasa, itiraz etmezdim). Çünkü artık, kadınların hikayelerini, kadınların anlatmasına ihtiyacımız var. Filmde yer yer animasyonların kullanıldığını da söylemeli. Bu da filme ayrı bir dinamizm katıyor. 
Belgeselin zayıf tarafı olarak, Mihri Hanım'ın hayatının son döneminden çok fazla bahsedilmediğini düşünmüştüm. Ama o dönemden çok belge olmadığı da anlaşılıyordu zaten. Yönetmen de film sonrasındaki söyleşide bunu doğruladı. Ne yazık ki, bu tip filmlerin doğası gereği biraz kıyıda köşede kalacak ama ben önermiş olayım. Belki ilerde kurmacası da gelir de daha çok kişiye ulaşır. Evet, böyle de bir niyet varmış.
Son not olarak. "Kim Mihri" adını bulana da ayrı bir tebrik (muhtemelen yönetmenin kendisidir ama). Hem dikkat çeken, hem de akılda kalıcı bir isim olmuş.

Crossroads:
Mahmut Fazıl Coşkun, kurmacaları ile tanıdığımız bir isim ama filmografisine baktığımızda, belgeselden geldiğini görüyoruz. Bu film için, uzunca bir aradan sonra, belgesele dönüşü diyebiliriz. Çok da iyi bir dönüş olmuş. Film, dört sanatçı üzerine kurulu ama onların hayat hikayelerini dinlemekten çok, sanata bakışlarını, beslendikleri yerleri, şehirle ilişkilerini ve en önemlisi, şehrin içinden çekip çıkarıp damıttıkları sanatın, üretim süreçlerini takip ediyoruz.
Belgesel sadece sanatçılarla yapılan söyleşiler ve onların üretim süreçlerinin düz bir kurgu ile arka arkaya eklenmiş halinden ibaret olsa, yine ilgiyle izlerdim muhtemelen. Çünkü gerçekten ilginç işler yapıyorlar. Ama Fazıl Coşkun, hikayesini farklı şekilde anlatmayı seçmiş. Ortaya çıkan yapıtın da sanatçıların eserlerinin bir uzantısı olması istenmiş sanki. Tüm anlatı, çok hızlı bir kurgu ile, seyircinin bir an bile nefes almasına fırsat vermeden ilerliyor. Görüntü ve ses bandı üzerinde titizlikle çalışılmış, farklı şekillerde kullanılmış. Fazıl Coşkun açısından beni asıl şaşırtan da bu oldu zaten. Kurmacalarında daha sakin bir sinema anlayışını kullanan, uzun planları seven Coşkun'dan bu tarzı hiç beklemiyordum. Bu film için çok iyi işliyor doğrusu. Sonraki filmlerindeki tarzını etkileyecek mi, merakla bekliyorum.

Kuru Pasta Gazoz:
Ankara'nın muhafazakâr olarak tanımlanabilecek düğün salonlarında (alkollü içki verilmeyen diyelim) şarkıcılık yapan Hülya'ya odaklanan, kısa bir TRT belgeseli. Film sonrasında yönetmenin söylediğine göre, bir belgesel serisinin parçasıymış aslında. Diğer bölümlerde, aynı mekanlarda müzisyenlik, fotoğrafçılık ya da garsonluk gibi işleri yapanların hikayelerini izliyormuşuz. Belki de bunların toplandığı bir filmi izlesek daha doyurucu olurdu.
Hülya'nın öyküsünün ilginç olduğu kesin. Gündüzleri bir hastanede işçi olarak çalışırken, tek başına oğlunu büyütebilmek amacıyla, sesi güzel olduğu için şarkıcılık yapmaya başlamış, üstü kapalı geçse de belli ki bu nedenle ailesi ile sorunlar da yaşamış. Yine satır aralarından çıkarabildiğimiz kadarıyla, farklı dedikodulara malzeme olmamak ya da tatsız yaklaşımlara maruz kalmamak için kendini dışarıya oldukça kapatmış ve tabir yerindeyse o dünya içinde erkekleşmek zorunda kalmış. Ama dediğim gibi, bunlar hep satır aralarından çıkartabildiğimiz sonuçlar. Filmin 23 dakikalık süresi, bunları yeterince ele almaya yetmemiş. Belki de diğer karakterlerin hikayeleri de olsaydı, en azından mekanlar ve buralarda çalışan insanların profilleri açısından bir yere bağlanırdı.

Suyu Bulandıran Kız:
Aslında bu filmi Antalya'da da izlemiştim. Orada kısa film yarışması içindeydi. Yönetmenin, daha bebekken ölen ablasının izini sürdüğü bu film için, o zaman yazdığımı tekrarlayayım. Sıradan bir belgesel olarak giderken, son cümlesi ile vuruyor. Öyle ki, bu sefer son cümlenin ne olacağını bilerek gelmeme rağmen, yine de tüylerim diken diken oldu.

 

Ulusal Kısa Film Yarışması:
Bu bölümde kısa film yarışmasındaki filmlerinden özel olarak dikkatimi çekenlerinden kısaca bahsedeyim.
Ankara'da kısa film yarışmasında en sevdiğim film, Antalya seçkisinde biraz daha ortalara koyduğum Birlikte, Yalnız oldu. Hem ikinci izleyişte daha çok sevdim, hem de orada daha yukarıya aldığım filmler, burada yoktu. Suç dünyasının en altlarında yer alan iki gencin yaşadığı dramatik bir olayı anlatan filmde, sağlam bir hikâye kurulmuş, iyi oyunculuklar var, özellikle filmin ortasındaki bir sahnede seyirciyi de çok yükseltiyor ama halen finalin daha güçlü olabileceğini düşünüyorum.
Türkiye prömiyerini, Ankara'da yapan Fraktal: Para Adam da yarışmanın iyilerinden bir diğeriydi. Distopik bir gelecekte, bir plazada çalışan bir adamın başına gelenleri anlatan film başarılı bir fantastik sinema örneğiydi. Doğu Yücel'in hikayesinden, iyi bir film çıkmış. Mehmet Cerrahoğlu, yine nokta atışı bir rolde. Filme ait temel sorunum, kimi fikirlerin, başka filmleri, kitapları fazlaca akla getirmesi oldu. Yine de yönetmen Zahid Çetinkaya'nın adını not ettim. İleride uzun metraj çekerse, özlediğimiz iyi tür filmlerinden biri ile karşılaşabiliriz.
Jürinin en iyi film seçtiği, Koyun da benim için, en iyilerin hemen altındaydı. Plazaların ortasında adakçılık yapan bir adamın hikayesini, kara komedi tarzında anlatırken, günümüz dünyasına ilişkin başarılı saptamalar da yapıyor. Finalde verdiği mesaja çok da gerek yoktu sanki.
Ev Diye Bir Şey Yok'da yönetmen Nur Özkaya, önceki filminden de alışın olduğumuz animasyon tarzı ile, yine tekinsiz bir atmosfer sunuyordu. Özkaya, çok içine girebildiğim filmler yapmasa da değerli olduğuna inandığım bir sinema peşinde. Gece Babamızı Ararken ve Babamın Öldüğü Gün, isimlerindeki benzerlikler yanında, her ikisinin de iki kardeşin hikayesi olmasıyla, onların farklı ve ortak yönlerini irdelemesiyle de benzer yapımlardı. Her ikisi için de orta karar diyebilirim.
Bahsetmek istediğim son kısa film ise Niyetler. Mülteciler ve ötekileştirme konusunu bir misafirlik üzerinden ilerleten film, ümit verici başlamıştı ama bir yerden sonra diyaloğa boğuldu ve fazlaca mesaj verme kaygısına büründü. Karakterlerini çok kalın çizgilerle ayırdı.

Ulusal Uzun Film Yarışması:
En başta da belirttiğim gibi, bu bölümde yer alan filmlerden tek bir eksiğim vardı. Diğer filmler hakkındaki yorumlarım için Adana ve Antalya film festivalleri ile ilgili yazılarıma bakılabilir.

Mukavemet:
Yönetmen Soner Caner, yeni filminde teknik olarak çok zor bir işin altına girmiş. 104 dakikalık bu film, tümüyle tek plan olarak çekilmiş. Büyük çoğunlukla bir apartman dairesinde geçmekle beraber sokakta başlayıp, sokakta biten bir film. Belli ki öncesinde çok çalışılmış, kamera ve oyuncular ile uzun provalar yapılmış. Yönetmenin söylediğine göre film yedi denemede çekilmiş ve bizim izlediğimiz, altıncı denemeymiş. Filmin teknik tarafında bir sıkıntı yok. Kameranın gidiş gelişleri, ışık değişimleri, oyuncuların kadraja giriş çıkışları, tıkır tıkır işliyor. Bu kısmın başarısında, görüntü yönetmeni Vedat Özdemir’in de büyük payı var elbette. Soner Caner de zaten, filmin sonunda yazılar akarken, ilk önce Vedat Özdemir’in adını koymuş.
Filmin teknik yönü gayet iyi ama, hatta büyük bir AMA, bu teknik başarıyı ne için kullandığına baktığımızda iş değişiyor. Yönetmen karşımıza bir üçüncü sayfa haberi getiriyor aslında. İki sevgili, üçüncü bir adam, bir kıskançlık ve bir cinayet. Yönetmenin artık kanıksadığımız bu haberlerin aslında ne kadar dehşet verici olduğunu göstermek istediğini anlıyorum. Ama işin cinayet ve cesedi ortadan kaldırma çabası kısımlarını tüm detayları ile, uzun uzun göstermek seyirci açısından bir sabır ve sinir testi haline geliyor. Zaten seyircinin bir kısmı da dayanamayarak salonu terk etti. Aslında, sinemada şiddet ve kan görmeye karşı değilim. Kolay kolay rahatsız da olmam ama burada karşımıza çıkan şey, bir yerden sonra bir şiddet pornosu haline geliyor. Gerçekten, dakikalar boyunca bir adamın kolunun kesilmesini izlemenin seyir deneyimine bir şey kattığını düşünmüyorum.
Gelelim filmin final bloğuna. Söyleşide ilk gelen soruya ben de katılıyorum. Bence de film, eve polisler geldiğinde bitmeliydi. Yönetmen, o bölümü seyirciyi rahatlatmak için koydum dedi ama onaylayalım ya da onaylamayalım, seyirciyi bir kâbusun içine attıysa, o duygudan çok uzaklaşmadan filmi bitirmeliydi. Üstelik final bölümünün tonu da filmin geri kalanına hiç uymuyordu. Mesaj kaygılı bir polis komedi dizisi gibiydi adeta.
Olumlu bir notla bitireyim. Filmin üzerlerine kurulu olduğu iki oyuncu olan Selahattin Paşalı ve Ece Çeşmioğlu da gayet iyiydi. Özellikle, Paşalı’nın oyunculuk skalasının geniş olduğunu göstermesi açısından da güzeldi. Her ikisinin de kimi tepkilerini çok inandırıcı bulmadığım anlar olsa da oralarda da sorunun senaryoda olduğunu düşünüyorum.
Son olarak festivalin ödüllerini toplu olarak listeleyelim:

Ulusal Uzun Film Yarışması
En İyi Film: Kurak Günler
Jüri Özel Ödülü: Karanlık Gece
Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film Ödülü: Ela ile Hilmi ve Ali
En İyi Yönetmen: Özcan Alper (Karanlık Gece)
Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü: Emin Alper (Kurak Günler)
En İyi Kadın Oyuncu: Ece Yüksel (Ela ile Hilmi ve Ali)
En İyi Erkek Oyuncu: Selahattin Paşalı (Kurak Günler)
Mansiyon Ödülü: Ahmet Rıfat Şungar, Barış Gönenen (Çilingir Sofrası)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Selin Yeninci (Kurak Günler)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Erdem Şenocak (Kurak Günler)
En İyi Sanat Yönetmeni: Mariia Denysenko, Andrii Hrechyshkin ve Vitaliy Sudarkov (Klondike)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Sviatoslav Bulakovskyi (Klondike)
En İyi Kurgu: Özcan Vardar, Eytan İpeker (Kurak Günler)
En İyi Özgün Müzik: Zviad Mgbery (Klondike)
SİYAD En İyi Film Ödülü: Karanlık Gece
Ulusal Belgesel Film Yarışması
En İyi Belgesel Film Ödülü: Crossroads
 

Ulusal Kısa Film Yarışması
En İyi Kısa Film Ödülü: Koyun
Ulusal Uzun Proje Geliştirme Desteği: Her Şeyi Hatırlarmış Gibi
Yönetmen- Senarist: Barış Fert Yapımcı: İpek Erden
VEKAM Özel Ödülü: Gordion’un Çobanları

Haftaya, festivalin yarışma dışı bölümlerinde yer alan filmler hakkındaki görüşlerim ile izlenimlere devam edeceğim. Görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar