SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

32. ANKARA FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 2

14 Kasım 2021 Pazar 19:14
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

32. Ankara Film Festivali, geçtiğimiz hafta içinde yapılan ödül töreni ile noktalandı. Geçen hafta da belirttiğimiz gibi, seyircinin filmlere ilgisi yoğundu. Festivalin ikinci yarısında, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na dahil filmler izledik çoğunlukla. Fazla vakit kaybetmeden, festivalin ikinci yarısında izlediğim filmlere bir göz atalım.

This Is Not a Burial, It's a Resurrection (Bu Bir Defin Değil, Uyanış):
Lesotho gibi hiç bilmediğim bir ülkeden gelen, etkileyici bir film. Tüm ailesini çeşitli nedenlerle toprağa verdikten sonra, kendi cenazesine hazırlanan bir kadının hikâyesi zaten ilginç. Olaya bir de yapılacak bir baraj nedeniyle, yerleşim bölgesinin ve tüm mezarların su altında kalacak olması eklenince, hikâye ayrı bir boyut kazanıyor. Baraj ve su altında kalma olayı tanıdık geldi, değil mi? Evet, Hasankeyf'i düşünmemek mümkün değil. Film, dar kadrajı ustaca kullanarak, akılda kalıcı anlara imza atıyor. Müzikler de başarılı. Ama filmin asıl gücü, bu filmin çekiminden bir süre sonra hayatını kaybetmiş olan başrol oyuncusu Mary Twala. Tüm filmi o yaşlı omuzlarında taşıyor. Sadece gözlerinden bile, o tüm yılların yaşanmışlığını, yaşananların hüznünü, giderek öfkesini yakalamak mümkün. Çok etkileyici bir performans. Yine de film biraz daha kısa olsa, daha iyi olacaktı diye de düşünmedim değil.

Belgesel Film Yarışması 1:
Bu grupta 3 film vardı. Kurtuluş Özgen'in Habitus of Self'i en ilgimi çeken oldu. Özgen'in klasik belgesel yapılarının dışında işler yaratma çabasını biliyorum ve seviyorum zaten. Burada da yeni bir görüntü çekmeden, sadece Youtube'dan bulduklarını bölüp parçalayıp, sonra bir araya getirerek bir anlam yaratmayı hedeflemiş. İyi de olmuş. Ama klasik bir belgesel bekleyenleri yakalamayabilir.
Aslı Akdağ'ın kendi hamilelik sürecine odaklandığı film, Türkiye'de bekar bir hamile kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor. Çevrenin otomatikman, ortada bir koca olduğunu düşünüyor olması, bir yandan ilginç, bir yandan da çok beklendik. Hatta şöyle bir kendimi sorgulayınca, eski bir arkadaşımın hamile olduğunu öğrensem, ben de aynı şeyi düşünürdüm dedim. Bazı kalıplar içimize işlemiş, kurtulmak çok kolay olmuyor. İyi bir belgesel ama biraz kısaltılabilirdi. Yönetmenin kendi hikayesi olunca, makas atmak zor olmuştur. Belgesel jürisinin ödülü de bu filme gitti. Belgesel kategorisinden az sayıda film izlemiştim ama ödül kazanan filmi yakalamışım.
Haymatlos ise, mülteciler ile ilgili bir belgesel çekeceğiz, acaba ne yapsak diye düşününce ilk akla gelen cevaplardan birinin uygulaması idi. Mültecilerin göç yollarında, onlarla söyleşiler yapıp, kurgulayalım. İyi niyetli bir çaba ama pek de fazlası değil.

Kısa Film Yarışması 1:
Geçtiğimiz haftaki yazımda, kısa film yarışmasındaki diğer filmlerden bahsetmiştim. Filmlerin kalan bölümünü izleyince gördüm ki, yarışma filmlerinin üçünde Nihal Yalçın oynuyor. Üstelik ilk 5 listesi yapsam, oynadığı 3 film de o listede olur. Plastik Rüya ve Stiletto bu seçkideki favorilerimdi. İlki kırışıklıklarından rahatsız olmaya başlayan bir kadın üzerine, diğeri de gizli arzuları olan bir aile babası üzerineydi. İki film de mizah dozunu iyi kullanan filmlerdi. Stiletto, bana biraz abartılı geldi ama jüri öyle görmemiş olsa gerek ki, kısa film yarışmasının ödülünü bu filme verdi. Kişisel kararım bu film olmazdı ama çok da itirazım olan bir ödül değil.
Mizahı iyi kullanan bir diğer film de cenaze taşırken arabaları yolda kalan iki arkadaşı anlatan Belki Bir Gün Gideriz idi. Daha önce defalarca izlediğim Binbir Gece seçkinin iyilerindendi ama izledikçe biraz etkisi azaldı sanırım. Teslimat, mülteciler ile ilgili, etkili ama artık fazla anlatılmış bir konuyu işliyordu. Hemnefes ise define arayan iki kardeşi anlatıyordu. Bana, daha uzun bir filmden alınmış bir parça hissi verdi. Seansın ilk filmi Med Cezir Tango'nun ise şöyle bir şansızlığı oldu. Daha insanlar yerine yerleşirken, salona girişler devam ederken izleyince dikkatimi toparlayamadım. Filmin süresi de 4 dakika olunca, film başladı derken bitti.

What Do We See When We Look at the Sky? (Gökyüzüne Baktığımızda Ne Görüyoruz?):
Günün son filmi olarak 150 dakikalık bir filmi izlemek zorladı mı? Zorladı. Bazı sahneler çok uzatılmış mıydı? Evet. Ama festivalde izlediğim en iyi filmler arasında girmekte zorlanmadı. En klişe aşk filmi başlangıcı ile, yolda birbirine çarpışan ve kitaplarını düşüren iki karakter ile başlayıp, bambaşka yerlere giden, bambaşka anlatım olanaklarına kapı açan bir filmdi. Dış ses kullanımını, seyirciyle diyaloğa giren yapısını (filmin seyirciden yapmasını istediği şeyi, kaç kişi yaptı merak ediyorum mesela), filmin temel hikayesinin fantastiğe kaymasını, filmin kendisini de işin içine katarak meta bir anlatıya dönüşmesini, hepsini çok sevdim. Ama, evet, biraz da günün son filmi olmasının etkisiyle, bazı sahneler bu kadar uzun olmasaydı keşke demekten de kendimi alamadım. Geçen senenin en iyi filmlerinden Beginning'i de düşününce, Gürcü sineması çok sağlam geliyor sanki.

Digger (Kazıcı):
Bir ara sinemamızda, yine mi baba-oğul çatışması dediğimiz çok sayıda film izliyorduk. Digger için, aynı tarzda filmlerin, Yunan sinemasından gelen bir örneği diyebiliriz. Bu çatışmanın yanında, yönetmen bir de yok ettiğimiz doğa temasını da işin içine sokuyor. Genel olarak filmde ciddi bir sorun bulmasam da çok akılda kalıcı bir şey de bulamadım. Hatta günün sonunda, üzerine birkaç film daha devirince, hafızamda bulanıklaşmaya başlamış bile.

Koridor:
Ulusal yarışma bölümünde yer alan bu film için Adana’da gösterildiğinde gelen yorumlar muhtelifti ama benim epey sevdiğim bir film oldu. Beraber yaşayan, belli bir yaşa gelmiş iki kız kardeşi anlatan film, öncelikli olarak doğallığı ile dikkat çekiyor. Neredeyse, gerçek iki karakterin evine kamera yerleştirilmiş de çekilmiş gibi. Karakterlerin birbirleri ve çevreyle olan ilişkileri o kadar gerçek ki.
Bu doğallıkta, başarılı senaryo ve ayrıntılara gösterilen özen kadar, oyuncuların çok başarılı performansları ve yine çok başarılı set tasarımı da etken. Ayrıca, detayına girmeyeyim ama bana kişisel bir yerden de dokunan bir film oldu. Üstelik, çok elverişli anlar olmasına rağmen, duygu sömürüsü yoluna da başvurmamış. Yoksa çok rahatlıkla gözyaşlarımı salıvereceğim bir film de olabilirdi. Filmin kurgusunu Fikret Reyhan'ın yaptığını da not olarak düşelim. Reyhan'ın kurgusunu yaptığı film ve yönettiği filmin aynı yarışmada buluşması, hatta aynı anda iki farklı salonda gösterimlerinin olması hoş bir tesadüf olmuş. Yönetmenler arası bu destekleri seviyorum. Film sonrasındaki söyleşinin moderasyonunu yapmak da bana kısmet oldu. Seyirciden filme farklı noktalardan bakan, güzel sorular geldi. Duygusal anlar da yaşadık. Bence güzel bir söyleşi oldu.

Muhtaç:
Festivalin ulusal belgesel film yarışması bölümündeki Muhtaç, Türkiye'de bireysel tarımcılığın bitmekte olduğunu gösteren bir belgesel. Epey umutsuz bir tablo çizmiş. Genel durum bu şekildeyse, gerçekten de kısa vadede durum fena. Çiftçiler, doların yüksekliğinden, girdi maliyetlerinin artışından yakınıyor. Üstelik, filmin çekildiği sırada dolar son atağını yapmamıştı büyük ihtimalle.
Bir sorununun da planlama eksikliği olduğu açık. O konuda, bir DPT vardı, ne oldu ona diye geçirdim içimden. Film, klasik bir belgesel yapısını benimsemiş. Çiftçiler ve konunun uzmanları ile söyleşiler ve tarım arazilerinin görüntüleri. Bu yapı içinde, düzgün bir film. Girişinde filmin esas derdini anlayana kadar biraz zorlandım yalnız. Bir de tüm filme eşlik eden müzik fazla geldi.

Dcera (Daughter / Evlat):
Bir baba-kızın hikayesini hastane odasından başlayıp, geri dönüşlerle anlatan, 15 dakikalık çok başarılı, hüzünlü bir Çek animasyonu. Geçen sene, Oscar adayı da olmuştu. Bir yerlerde rastlarsanız, izleyiniz.

Zrcadla ve tme (Mirrors in the Dark / Karanlıktaki Aynalar):
Birbirlerine bir ilişki testi uygulayan bir çift (ki bu testi film boyunca, sadece kadının yüzüne odaklanarak izliyoruz) ve aralarda kadının dansçılık kariyerinden görüntüleri izlediğimiz bir yapım. Bir ilişki analizi filmi denebilir, arada ilginç fikirler de yok değil ama toplamda çok da bir yere varmadı benim için. Başrolde Alena Doláková'nın oyunculuğunu övebilirim ama onun ötesinde çok bir yere varmadı benim için.
Film sırasında fotoğraf çekip, altına destan yazan abi beni delirttiği için filme konsantre olamamış da olabilirim. Yanına kadar gidip uyardım, baktım destanı Çekçe yazıyor. Korkarım elçilik mensubuydu.

Sabırsızlık Zamanı:
Sınıf bilincine sahip ikiz kardeşlerin, bir sitenin havuzuna girme çabalarını ve neden onlar gerçek havuza giriyor da, biz plastik havuza giriyoruz sorgulamaları. Fikir fena değil ama uygulamada sorunlar var. Kimi yerleri çok doğal, günlük yaşamdan alınmış gibi gözükürken, kimi yerleri, o kısımlardaki oyuncuların da etkisiyle çok yapay duruyor. Çoğunlukla, okul sahnelerinin sıkıntılı olduğunu söyleyebilirim. Çocuk oyuncuların iyi bir keşif olduğu söylenebilir. Belli ki onlar da çekerken eğlenmişler. Diğer yarışma filmleri arasında daha iddiasız duran, iyi niyetli bir çaba diyeyim.

Lacivert Gece:
Zonguldak'tan gelen, futbolla başlayıp madene doğru evrilen bir hikâye. Yine bir baba-oğul teması da var ama daha çok kolunu kaybeden bir adamın bir yandan bu durumla, bir yandan maden şirketi ile mücadelesini izliyoruz. Eli yüzü düzgün, ne anlatmak istediğinin farkında olan ve bunu çok da makyaj yapmadan anlatan, vasatın üzerinde bir film. Ecevit resmi gibi ince detaylara gösterilen özeni de beğendim. Cansu Fırıncı, engelli bir karakteri duygu sömürüsüne kaçmadan, sade bir şekilde ele almış. Başarılı. Ama filmin gizli kahramanı Güliz Gencoğlu bence. Durup, durup öyle bir vuruyor ki, tüyleri diken diken ediyor. Tam da o sahnede salondaki bir abiden "bravo" yorumunu da aldı.
Bu arada filmin Adana'da yardımcı kadın oyuncu ödülü aldığını görünce, herhalde Güliz Gencoğlu'na ödül verebilmek için yardımcı olarak düşünmüşler demiştim ama değilmiş. Çok az rolü olan Aslı Bankoğlu'na verilmiş. Tamam o da kötü değildi ama çok kilit bir rol de değildi.
Jüri de benim gibi düşünmüş olmalı ki, Güliz Gencoğlu'na en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü verdi. Jüri ile ortak noktada buluştuğumuz az sayıdaki kararlardan biri, hak edilmiş bir ödül.

Anadolu Leoparı:
Toronto'daki Fipresci ödülü ile ümitlendiğim, sonradan gelen bazı yorumlarla ümidimi biraz törpülediğim bir filmdi. Ona rağmen benim için festivalin en büyük hayal kırıklığı oldu. Yeni bir bunalımlı orta yaşlı erkek hikayesi izlememize gerek var mıydı? Yoktu. Uğur Polat rolüne yakışıyor, tamam da, defalarca ve defalarca kalabalıklar içindeki yalnızlığına tanık olduk. Anadolu Leoparı gibi, yok olmakta olan bir tür olduğunu altı kalın kalın çizilerek öğrendik. Filmin temposu, renk paletinin koyuluğu ile birleşince karakter kadar bunaldık. Filmin amacı buysa, başarılı olmuş.
Bazı sahnelerin karanlığından ne gördüğümüzü çözemedik. Projeksiyonda sıkıntı olma ihtimalini bir kenara atmıyorum ama bu salonda izlediğimiz diğer filmler iyiydi. Filmi hareketlendirecek gibi gözüken İpek Türktan'ı da hikâyenin gelişiminde önemli bir yerde kullanılıp unutuldu. Halbuki film, o karakter üzerinden farklı yerlere varabilirdi. Finalde bağlandığı yeri sevdim ama o sahnede savcının da dediği gibi, hikâyenin sonu çok da önemli değil.
Benin yorumlarım olumsuz oldu ama jürinin açık ara en beğendiği film oldu belli ki. En iyi film, erkek oyuncu, kadın oyuncu ve görüntü yönetmeni ödüllerini aldı. Görüntü yönetmeni ödülünü, film bizim izlediğimiz kadar karanlık değildi diye yorumlamak istiyorum ama jüri ile aynı salonda izlemiş olmamız lazım. Bu nedenle ilginç buldum. Uğur Polat’ın ödülünü de anlayabiliyorum ama İpek Türktan, her zamanki gibi iyi oynamış ama oynadığı karakter, iyi yazılmamış bir karakter olduğu için ona ödül verilmesini de ilginç buldum.

İki Şafak Arasında:
Festivalin ulusal uzun yarışmasında izlediğim son film. Güzel bir final oldu. Çok iyi çekilmiş, senaryosu tıkır tıkır işleyen ve en küçük oyuncusuna varıncaya dek çok iyi oynanmış bir film izledik. Yarışmanın en iyi 2-3 filminden biri bana göre (jüriye göre öyle değilmiş, film ödülsüz döndü). İş cinayetleri konusunu, işveren tarafından anlatmak ilk bakışta riskli bir hareket ama o ailenin çok bozulmamış bir üyesini takip ederek anlatıp, seyirciyi de onun ikilemleri içine atınca, sistemin bozukluğunu gözler önüne serebilmiş. Senaryonun üzerinde çok düşünüldüğü belli. Filmin başlarında gördüğümüz ufak detaylar, sonrasına hizmet ediyor. Olaylar sürekli ardı ardına gelirken, aradaki nefes alma yerleri de faydalı olmuş. Başrolde ve filmdeki tüm sahnelerde yer alan Mücahit Koçak, filmi sürüklemeyi bilmiş. Ama başta dediğim gibi tüm kadro çok iyi. Pislik avukat olarak Erdem Şenocak ve lokumcu teyze olarak Gülçin Kültür'ü ayrıca övelim yine de. Film uzun planlardan oluşuyor ama söyleşi sırasında yönetmen Selman Nacar, bunu vurgulamadan önce bu kadar da uzun olduğunu fark etmemiştim bile. Filmin iç temposu o kadar yüksek ki, sanki hızlı kurgusu olan bir film izliyor gibi hissettim.
Şimdilik vizyon tarihi gözükmüyor ama herhalde kendine yer bulacaktır. Ben şimdiden kaçırmayın notunu düşeyim.

L'événement (Kürtaj):
Ana karakterinin dibinden ayrılmayan ve sürekli onu takip eden hareketli kamerasıyla bizi de onun duygularına ve çektiği acılara ortak eden bir film. Bu tarz kamera kullanımını her zaman sevmiyorum ama burada filmin amacına çok uygun bir kullanım. Film, Türkçe adının çok net belirttiği gibi, Anne karakterinin hamile olduğunu anladıktan sonraki kürtaj sürecine odaklanıyor. Bir an bile acaba çocuğu doğursam mı gibi bir düşüncesi olmadığını görüyoruz, hatta filmin bir yerinde hamileliği hastalık olarak niteliyor. Bu nedenle filmin de başka olaylarla, yan karakterlerle pek işi olmuyor, doğrudan tek bir konu üzerinden ilerliyor. Yan karakterleri en fazla, Anne'in yalnızlığını vurgulamak için kullanıyor. Böyle olunca da filmin tümü yükü Anamaria Vartolomei üzerinde. Çok da iyi oynamış. IMDB'ye bakınca kendisini 10 yıl önceki bir filmde Isabelle Huppert'in kızı olarak gördüğümüzü hatırladım. O da tartışmalı bir filmdi. Ama sonra pek öne çıkmamış. Bundan sonra daha iyi filmlerde, daha sık görebiliriz.
Gelelim filmin en çok konuşulan kısmına. Evet, bizim seansta da fenalaşan oldu ama izlediğimiz sahneden çok, kişinin kendi yaşanmışlıklarından dolayı olduğunu tahmin ediyorum. Yoksa, o ana kadar çok ağır bir sahne izlememiştik. Filmin tümünde de o kadar sert bir sahne olduğunu düşünmüyorum. Ancak, bir miktar kesilmiş olabileceğine dair mesajlar dolaşıyor etrafta. İzlerken bende kesilmiş hissi uyandırmadı ama kim bilir? Belki de vizyon kopyası hazırlandı ve o da kesilmek zorunda kalındı.

Los Lobos (Kurt):
Aslında dertleri farklı iki film ama birer gün arayla izleyince Los Lobos ve Sabırsızlık Zamanı arasında çok fazla ortak nokta göze çarptı. Her iki film de büyük ölçüde, iki çocuğun üzerine kurulmuş. İlk defa kamera karşısına geçen bu iki çocuk, filmdeki gibi, gerçek hayatlarında da kardeşler. Her iki filmde de kafalarını taktıkları bir arzuları var. Birinde havuza girmek, diğerinde Disneyland'a gitmek. Fakat burada çocukların kendi arasındaki ve çevreleri ile olan etkileşimleri daha başarılı kurulmuş ve daha doğal bir dünya yaratılmış. Yan karakterler açısından da daha başarılı bir film. Yine de Amerika'da göçmen olmakla ilgili akla gelen klişelerin içinden de kurtulamayan bir film. Gerçi o klişelerin bir nedeni olduğunu da söylüyoruz zaman zaman. Gerçekle elbette bir bağlantısı var. Bir ara karanlık bir tabloya doğru gidiyor gibiydi ama finale doğru umut ışığını da yakıyor. Gerçi o umut ışığını da Amerika'nın sembolleri üzerinden yakarak, her şeye rağmen, güzel günlerin yine de Amerika'da olduğu mesajını veriyor sanki.

Ankara’dan Etkinlikler:
Çağdaş İtalyan Filmleri haftası devam ediyor. 16 Kasım tarihine kadar Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde fiziksel gösterimler yapılacak. Ayrıca, aynı filmler online olarak da izlenebilecek.

Ayrıca, 20 Kasım’da Fransız Kültür Merkezi’nde La dernière vie de Simon filmi gösterilecek.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar