29. ADANA ALTIN KOZA FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-2
Geçtiğimiz hafta, Adana Altın Koza Film Festivali’ndeki ulusal uzun metraj kurmaca film yarışmasındaki filmlere bir bakış atmıştık. Bu hafta da festivaldeki diğer filmlerden izleyebildiklerimize bir bakalım. Bu filmlerin hemen hepsinin Filmekimi’nde ve ilerleyen aylarda muhtemelen Başka Sinema’da karşımıza çıkacağı notunu da düşelim.
Corsage (Korsaj):
Festivalde izlediğim ilk film, tam da o gün Avusturya'nın Oscar adayı olarak açıklanan, Korsaj oldu. Avusturya imparatoriçesi Elisabeth'in hayatının bir dönemine bakan filmde, biraz Spencer, biraz Marie Antoinette ve bolca Vicky Krieps var. Zaman zaman temposu düşse de genel olarak sevdim. Yönetmen Marie Kreutzer, karakterine gerçek hayattan esinlenilmiş, kurmaca bir karakter olarak yaklaşmış. Hatta filmin finaldeki gibi bir olay da gerçekte hiç yaşanmamış. Dönem filmi olsa da modern dokunuşların hissedildiğini de vurgulamak lazım.
Film, bir yandan saray ritüelleri içinde boğulan ve hem sarayın hem halkın dikkatinin üzerinde olduğu bir kadını anlatırken (bkz. Spencer), bu kadının yaşlanma ve kilo alma ile olan savaşını da ele alıyor. Her ikisi de birbirine belli ölçüde bağlı aslında. Herkesin gözü üzerinde olmasa, Elisabeth bu konuları belki de bu kadar dert etmeyecek.
Filmin soundtrack'inde de genellikle modern şarkılar kullanılmış (bkz. Marie Antoinette). Filmin duygusuna da çok iyi oturmuşlar doğrusu. Final şarkısının, çok sevdiğim bir şarkı olduğu notunu da düşeyim. Oynadığı en sıradan filmde bile parlayan Vicky Krieps ise, filmi sırtlamış, götürmüş.
Benden önceki sinemasever kuşağı için, filmi ilginç kılacak bir detay da vereyim (anlamış da olabilirler ama): İmparatoriçe Elisabeth'in takma adı ne: Sissi. Evet, yıllar önce Romy Schneider’in, o yıllarda büyük ilgi çeken, üç filmlik seride canlandırdığı Sissi.
Butterfly Vision (Kelebek Görüşü):
Ukrayna yapımı bu film, Donbass bölgesinde, ayrılıkçılar tarafından tutuklanan Lilya'nın, tutuklu olarak bulunduğu iki ay sonunda ülkesine döndükten sonra yaşananları konu ediyor. Ailesi ile ilişkilerini, toplumun ona bakışını ve bunun zamanla değişimini de irdeliyor. Bir kadın asker olarak, tutuklu olduğu dönemde başına gelenlerin sonuçları ve travması ile boğuşmak zorunda kalan Lilya, bir yandan da medya / sosyal medya ilgisi ve yorumları ile yüz yüze kalıyor. Ele aldığı konu açısından, hele ki günümüzde geldiğimiz noktada, gerçekten önemli film. Karakterin yaşadıklarını, flashback'ler üzerinden açması ve bunu ele alış fikri de iyi ama film, ele aldığı konu kadar önemli olamıyor. Çok düz bir sineması var ve bazı sahneler fazla ucuz duruyor. Başrol dışındaki oyuncuların da çok iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Evet, izlenir. Ama çok da beklentiyi yükseltmeden.
Film, Rusya'nın Ukrayna’ya saldırısından önce çekilmiş ama belli ki post prodüksiyonu savaş sırasında bitmiş. Jenerik sonunda, film ekibinden belli sayıda kişinin (şu an sayıyı hatırlayamadım) orduya katıldığı ve Ukrayna'yı savunduğu notu vardı.
Broker (Bebek Servisi):
Yeni Koreeda filmini ne kadar seveceğiniz, tamamen eskileri ne kadar sevdiğinizle alakalı. Çoğunlukla benzer temalar ve duygular üzerinden giden yönetmen, Shoplifters'da adeta kusursuz bir örneğini verdiği sulara dönüyor.
Bir kez daha aralarında kan bağı olmayan, alternatif bir aile temsili çiziyor, bir kez daha ailelerinin terk ettiği, evlat edinilen/edinilmeyi bekleyen çocukları ele alıyor, yine hem güldürüyor hem ağlatıyor ve yine karşımıza iyi kalpli suçlular çıkarıyor. Yalnız burada suçlular, annelerinin terk ettiği çocukları kaçırıp satan tipler. Koreeda onları filmin kahramanları haline getirebilmiş ama başka bir filmde, hikâyenin kötü adamları da olabilirlerdi.
Ben sevdim mi? Sevdim. Ama finale yaklaştıkça duygusallık dozunu giderek arttırmasa, daha çok sevecektim. Bir yerden sonra, tamam yeter bu kadar dedim gerçekten. Finalin nereye gideceği çok belliydi zaten. Bu kadar sündürmeye gerek yoktu. Ama işte Koreeda, bunu da hep yapıyor.
Cannes'da Song Kang-ho en iyi erkek oyuncu ödülü almıştı. Her zamanki gibi iyi ama öyle çok hayran olunacak bir performans da değil. Diğer Cannes filmlerini de görmek lazım tabii. Başta dediğime döneyim, diğer Koreeda filmlerini, özellikle Shoplifters'ı sevdiyseniz, kesinlikle izleyin. Sevmediyseniz, pas geçebilirsiniz.
Au hasard Balthazar (Rastgele Balthazar):
Madem festivalde EO öncesi, Balthazar'ı tekrar izleme fırsatı çıktı, bunu kullanayım dedim. Adana'da bu iki filmi (hatta bir de arada aynı temada bir kısa filmi), programa alanları ve arka arkaya gösterenleri kutluyorum. Fakat, festivalde çok sayıda sinema yazarı varken, özellikle Bresson'a hâkim ve sinemasını seven biri, bu üç film üzerine zihin açıcı bir sohbet de yapabilirdi. Bu açıdan, kaçırılmış bir fırsat olmuş bence.
Film zaten çok bilinen bir klasik olduğu için detaylara girmeyeceğim. İnternet’te filmle ilgili onlarca analiz bulunabilir. Bresson'un filmlerinin hemen hepsini izledim ama çok yakınlaşabildiğim bir yönetmen değil. Sinema kuramı açısından çok önemli bir isim olduğunu kabul etmekle birlikte, filmlerini çok da sevebildiğimi söyleyemeyeceğim. Bir eşeğin hayatını takip ederken, bir yandan da onun sahipleri üzerinden çeşitli insanlık hallerini anlatmak, güzel bir fikir gerçekten. Güzel fikir olduğu için, aynı fikri kullanan başka sinemacılar da var zaten. Fakat ben Bresson'a başlayacaklara Mouchette’i öneririm sanırım. Benim de en sevdiğim filmi o.
Başkalık:
Ergin Çavuşoğlu'nun bu 20 dakikalık kısası, Bresson'un Balthazar'ından esinlenmekten de öte, önemli sahnelerinin neredeyse birebir yeniden çekimi gibi. 2011'de, çok kanallı bir video yerleştirmesi olarak tasarlanmış. Muhtemelen o şekilde daha anlamlı idi. Ama kendi başına bir kısa film olarak izleyince ve üstelik Balthazar'ın hemen arkasından izleyince, "ama neden" demekten kendimi alamadım.
Benim gibi, kalabalık salonda film izlemeyi sevmeyenler için, şöyle bir faydası oldu yalnız. Salonu bayağı bir silkeledi. Önceki filmi izleyip, buna girenler muhtemelen, "hayııııır, yine mi eşek" diyerek ilk 5 dakika içinde salonu terk ettiler. 2 saat boyunca, diyalogsuz, siyah-beyaz bir eşek hikayesi izleyeceğimizi sananlar da 20 dakika dolmadan salonu terk ettiler. Böylece salonun en az yarısı gitmiş oldu ki, kalanlar da sessiz sedasız, EO'ya devam ettiler zaten.
EO (Aİ):
Adana'da günün üçüncü eşek filminde, Jerzy Skolimowski’nin ilerlemiş yaşına rağmen, taze bir sinema yaptığını gördük. Bir buçuk saat boyunca filmin kahramanı olan eşeğin başına gelenleri heyecanla izliyoruz. Rastgele Balthazar'dan yola çıkarak oluşturulmuş bir film olabilir ama yaptığı numaralarla, renk ve görüntü kullanımı ve ses bandı ile günümüz seyircisinin ilgisini de taze tutabilen bir film. Eşeğin yolculuğu, günümüz dünyasına dair bir şeyler de söylüyor elbette. Eşeği adeta bir insan gibi bize benimsetebilmesi de kolay iş değil.
Ancak eşeğin yolculuğundaki durakların birbirine bağlanması, zaman zaman zayıf geldi bana. Bir de bazı oyuncular (bazı insan oyuncular demeliyiz belki de), eşekten rol çalıyor. Tuhaf bir tabir mi oldu? Şöyle diyeyim. Filmin doğallığı açısından, filmde ünlü bir oyuncu görmesek, daha iyi olurdu sanki.
Belki çok tutkuyla bağlanmadım filme ama karşımıza az çıkacak türde bir film olarak, izlenmeli diyorum.
Les Pires (İşe Yaramazlar):
Gençleri konu alan bir filmin oyuncu seçmelerinde, yönetmen amatör oyuncularla çalışmak ister ve seçmelere katılan en "işe yaramaz" gençleri seçer. Fena film değil ama film içinde film denince akla gelebilecek basit numaraları yapıyor. Filmdeki karakterlerle, film içindeki filmin karakterleri arasındaki bağlantı ve birbirini beslemeleri, film gerçekliği ile kurmacanın iç içe geçmesi gibi temalar üzerinden dönen bir yapısı var. Bunları kullanmayı da iyi beceriyor. Filmi izlerken ister istemez, seyirci olarak bir üçüncü katman daha kuruyorsunuz ve acaba bu filmin seçmeleri nasıl yapıldı, ya da gördüğümüz deneme videoları gerçek miydi soruları kafanızda dönmeye başlıyor. Muhtemelen yönetmenler de bunu hedeflemiş zaten. Buna çok uygun bir anlatı kuruyorlar çünkü. IMDB'ye göre gençlerin hemen hepsinin de ilk rolleri olduğu için, gerçeklik ve kurmaca iyice iç içe geçiyor. Gençlerin oyunculukları da buna hizmet ediyor ve çok doğallar gerçekten.
Filmin toplamında fazla olumsuz unsur bulamadım ama son tahlilde çok da bayılmadım. Sanırım yeterince heyecan verici gelmedi. Yine de ileride Başka Sinema getirirse, izlenir. Benden fazla sevenler de olacaktır diye tahmin ediyorum.
R.M.N. (MR):
En baştan söyleyeyim. Adana'da izlediğim en iyi film. Epeydir film çekmeyen, yapımcılığa ağırlık veren Cristian Mungiu sağlam bir filmle sahalara döndü. Yabancı düşmanlığı ile ilgili nokta atışı tespitleri var ve bunu çok iyi bir sinema ile anlatıyor. Filmin konusunu, iki farklı etnik kökenden (Romen ve Macar) insanların yaşadığı bir kasabaya, Sri Lanka'dan işçiler gelir ve olaylar gelişir, şeklinde özetleyebiliriz. Gelişen olaylar, öne sürülen argümanlar o kadar tanıdık ki. Filmi izlerken, Türkçe dublaj yapılsa, Sri Lanka yerine Suriye dense, papaz da imam olarak değiştirilse, filmi Türkiye'de geçiyor diye yedirebiliriz diye düşündüm. Evet, biraz abarttım ama sadece biraz. Hemen her şey, çok benziyor. Filmde yerel halk Hristiyan, gelenler ise Müslüman sanıldığı için, bir ayrıştırma katmanı daha var ama yine de bir yerde papazla ilgili öyle bir cümle kuruluyor ki, Türkiye'den bir film olsa, diyanete gönderme yapmışlar derdik. Orada kahkahayı patlattım zaten.
Ele aldığı konuların önemi bir yana, Mungiu'nun ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Bu filmde de şaşırtmıyor. Üstelik bu sefer kendini de biraz geri çekerek, daha gösterişsiz ama usta işi bir sinema kuruyor. Filmin kalbi sayılabilecek 20-25 dakikalık tartışma sahnesi, bunun en iyi örneği. Cannes'daki yorumları okuduğumda bu sahnede kameranın çok hareketli olduğunu düşünmüştüm nedense. Halbuki tam tersiymiş. Bu sahnede sabit ama kesintisiz bir çekim kullanmış. Görünüşte çok basit bir sahne. Ama öyle değil işte. Sahnenin kendi içindeki dinamiği ve oyuncu yönetimi çok çok iyi. Karşılaştırmak için, başka bir yönetmene aynı sahne verilse, Mungiu'nun başarısını daha iyi anlarız.
Filmin en tartışmalı kısmı ise finali. Film bittiğinde herkesin kafasında, Mungiu burada ne demek istiyor sorusu vardı. Biz kendi aramızda epey tartıştık. Daha geniş kapsamlı izlendiğinde, farklı yorumlar çıkacaktır, eminim.
Boy from Heaven (Cennetten Gelen Çocuk):
Tarık Saleh’in önceki filmi The Nile Hilton Incident’ı epey sevmiştim. Yeni filmi de hiç fena değil. Film, Kahire’deki meşhur El-Ezher Üniversitesi’nin baş imamının ölümü ile başlıyor. Sadece üniversitenin başı değil, ülkenin içinde de çok önemli bir pozisyon bu. Bu nedenle yeni baş imamın kim olacağı ile ilgili, dipten ve derinden büyük bir iktidar savaşı dönmeye başlıyor. Filmimizin ana karakteri, üniversitenin yeni öğrencilerinden Adem de kendisini bu savaşın ortasında buluyor.
Aslında iktidar savaşları ile ilgili çok hikâye izledik, izlemeye de devam ediyoruz. Bu çekişme bir ülkenin iktidarı için de olabilir, bir şirketin de, hatta çok daha küçük bir topluluğun da. Burada Tarık Saleh, odağına İslami bir yapıyı alarak, iktidarın her yerde aynı çekiciliğe sahip olduğunu gösteriyor, bir yandan da, tahmin edebileceğiniz gibi, dışarıdan çok erdemli görünen kişilerin, içerde ne dolaplar çevirebileceğini de gösteriyor.
Önceki filminde bir polisiye hikâye arkasına ülkenin yapısını yediren Saleh, aslında yine benzer bir şey yapıyor ve bir yandan, sonraki adımının ne olacağı merakla takip edilen bir hikâye kurarken, bir yandan da sisteme eleştiri oklarını göndermeyi ihmal etmiyor.
Stars at Noon (Öğle Güneşinde Yıldızlar):
Claire Denis filmleri ile bir dargın, bir barışık bir ilişkimiz olduğunu hep söylüyorum. Bir filmini yılın en iyileri listeme alırken, diğerinin sonunu getirmekte zorlandığım çok oluyor. Bu sene Berlin’de açılan filmini pek sevmemiştim, Cannes’da açılan bu filmi severim diye düşünüyordum ama olmadı. Evet, bu da sonunu getirmekte zorlandığım filmlerden.
1980’lerde Nikaragua’daki devrim sırasında geçen bir romanı günümüze getirmek ve hikâyeyi Covid günleri içinde anlatmak ilginç bir fikir aslında. Film, Amerikalı bir iş adamı ile İngiliz bir gazetecinin aşk hikayesi üzerinden ilerleyen politik bir erotik gerilim olarak tarif edilebilir. Fakat hikâye ve âşık çiftimiz bir türlü inandırıcı olamıyor, seyirciyi yakalamayı başaramıyor. Filmin başından itibaren kurulan diyaloglar o kadar yapay ki, adeta bir B sınıfı filmden fırlamış gibi. Bu yapaylığın bir nedeni olmalı diye bekledim ama bir yere bağlanmadı. İki başrol oyuncusu arasındaki kimya da tutmamış bana sorarsanız. Halbuki büyük kısmı bu ilişkinin cinsel gerilimi üzerinden kurulan bir hikâyede, en önemli şeylerden biriydi.
Yine de Margaret Qualley, filmin en iyisi. Hem oyunculuğuyla, hem güzelliğiyle. Bir de elbette her Claire Denis filmindeki Tindersticks müzikleri. İşte o hiç hayal kırıklığına uğratmıyor. Filme sevmeseniz bile müziklere odaklanabiliyorsunuz. Burada da öyle.
Bir de o dönem çekilen pek çok film Covid yaşanmamış gibi davranırken, Denis’in bu yılki iki filminde de Covid dönemi içinde olduğumuzu özellikle vurgulaması hoşuma giden bir unsur. Belki de sonraki filminde bunun daha fazla üzerine gider. Üst üste iki filmini sevmediğime göre, üçüncüden umutluyum.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN