SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

27. UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 2

02 Haziran 2024 Pazar 16:37
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz hafta Uçan Süpürge Kadın Filmleri yorumlarımıza başlamıştık. Bu hafta, kaldığımız yerden devam edelim. Aslında iki bölümde bitirmeyi planlamıştım ama izlediğim filmlerin sayısı biraz fazla olduğunu için yetişmedi. Haftaya bu festivali kapatıp, önümüzdeki festivallere bakacağız. Ankaralı sinemaseverler için, Engelsiz Filmler Festivali’nin yaklaştığını da not olarak düşelim.

 

Green Border (Yeşil Hudut):
Agnieszka Holland'ın son dönem filmlerini pek sevemiyorum. Genelde mesaj kaygılı filmler oluyorlar. Bunda sorun yok ama bu mesajı üzerimize boca eden ve altını kalın kalın çizen, bunu yaparken de seyirciyi fazlaca manipüle eden filmler oluyor bunlar.
Ağırlıklı olan Suriye'den ve Afganistan'dan gelen mültecilerin, Polonya-Belarus sınırında yaşadıklarını anlatan bu film de benzer özellikler taşıyor. Bakın mülteciler, insanlık dışı ne gibi hareketlere maruz kalıyor diyerek gösterdikleri, acı pornosunun sınırlarını zorluyor. Bu gösterilenler gerçek de olabilir ama bunları arka arkaya göstermenin, sorunun gerçek nedenlerine inmedikçe, bir faydası yok. Aslında Avrupalı yönetmenlerin çoğunun da olaya yaklaşımı böyle. Haksızlık da etmeyeyim, Holland birkaç sahnede, Avrupa Birliği'ne de eleştiri oklarını yönlendiriyor. Ama o da yüzeysel bir eleştiri olmaktan öteye geçemiyor. Geldiği noktada da insanca davranan aktivistler bu olayı çözebilir diyerek, seyirciyi rahatlatıyor ama hala bu olaylar neden oluyor sorusunu soramıyoruz.
Yıllardır film çeken, her dönem aktif kalmayı başarmış bir yönetmen olarak, Holland'ın filmin teknik tarafında gayet başarılı olduğunu eklemeli. Siyah-beyaz görselliğine, kurduğu mizansenlere, oyuncu yönetimine diyecek lafım yok. Ama işte bunlar, filmin sorunlarını örtmedi benim için.

 

Toll (Gişe):
Gişe, oğlunun eşcinselliğini "tedavi edecek" bir kampa göndermek için para biriktiren ve bunun için yasa dışı olaylara karışan bir annenin hikayesi. Film ilerledikçe, annenin bakış açısının değiştiğini tahmin etmek çok zor değil.
Annenin karakterini, oğlu ile ilişkilerini, içinde kaldığı ikilemi, iyi irdelemiş. Oğlu üzerinden, Z kuşağının hayata bakışını da başarılı bir şekilde verdiği söylenebilir. Fakat bu film de, üzerinden zaman geçtikçe, bende biraz silinen filmlerden biri olmaya başladı. Bu nedenle, konusu ilginizi çekerse, bir bakın ama beklentinizi de çok yüksek tutmayın derim.

 

Türkiye'den Kısalar:
Uçan Süpürge'nin kısa film seçkisindeki bir film, benim için çok özel ve çok değerliydi. Yasemin Demirci'nin, babası Latif Demirci'nin anısına adadığı Onun Kalesinde filmini, ilk kez birkaç ay önce başka bir vesileyle izlemiş ve çok sevmiştim. Yas sürecini başarılı ve doğal bir şekilde anlattığını, bunu anlatırken hiç duygu sömürüsüne başvurmadığını düşünmüş ve çok kişisel olmasından da etkilenmiştim. Festivalde ikinci kez izlediğimde, bu sefer kendi yas sürecimin üstüne denk geldi ve bu sefer çok daha fazla sevdim.
Çünkü bu sefer, neredeyse her sahnesinde, kendi yaşadıklarımla bağlantılar kurdum, ilk izleyişte fark etmediğim detayları fark ettim. Evi, eşyaları toplamak, eski anıları hatırlamak, ilaçları toparlamak, artık hayatımda şunları değiştireceğim deyip, iki gün sonra tersini yapmak, bazen tek başına kalıp, hüzünle dolmak, bazen arkadaşlarınla kahkahalar atarak sohbet etmek, çevredeki kişilerin bazen seni anlayan, bazen tümüyle anlamsız, saçma sapan gelen yorumları. Hepsi bu filmde vardı ve hepsi, o kadar gerçekti ki.
Bu duygusal yoğunluğu bir yana, gayet iyi çekilmiş, mekânı da çok iyi kullanan bir filmdi (Latif Demirci'nin evini kullanmışlar gerçekten de). Nezaket Erden, son yıllarda ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu defalarca göstermiş bir isim zaten, burada da şaşırtmadı. Erdem Şenocak'ın karakterini, ilk izlediğimde biraz abartılı bulmuştum ama değilmiş. Evet, gerçekten de en yakını vefat etmiş birisiyle, bu kadar patavatsız konuşan insanlar da varmış.
Bir kısa film için, fazla uzun yazdım belki ama Onun Kalesinde'nin, film olarak iyiliği bir yana, izlediğim dönem nedeniyle, hayatımdaki en özel filmlerden biri olacağını biliyorum. Festivalde özel olarak da teşekkür ettim, burada da tekrarlayayım. Teşekkürler, Yasemin Demirci.
Kısa film seçkisindeki diğer filmlerden de memnun kaldım ama o kadar uzatmayacağım. Özge Uçar'ın Yolda'sı, kendi şahit olduğu bir kadına karşı şiddet olayını yıllar sonra filme dönüştüren bir yönetmeni anlatıyordu. Film içinde film yapısı işlese de, sanki sadece geçmişteki olayı görsek de olabilirdi diye düşündüm. Bu film için de, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış bir film diyebiliriz.
Ezgi Ay'ın Maşallah'ı, bir kadının kıyafet seçerken, o kıyafeti giyerken yaşadıklarını, çevreden gelen tepkileri, tacizleri, kadının kafa karışıklığını hızlı bir kurgu ve muzip bir sinema diliyle anlatıyordu.
Şirin Bahar Demirel'in Zarafet ve Şiddet Arasında filmi, eski aile fotoğraflarından yola çıkarak yapılan bir kolaj çalışması, tabir yerindeyse, bir deneysel belgesel. Ailedeki kadınların yaşadıklarının izini süren, ilginç bir yapım.
Burcu Görgün'ün Ruj'u ise, bizi sokaklarda su satan küçük bir çocuğun hayal dünyasına götürerek, bu hayalin gerçekle çatışmasını gözler önüne seriyor. Çizgi roman dünyası ile olan bağlantısıyla da ekstra ilgimi çekti doğrusu.

 

My Favorite Cake (En Sevdiğim Pastam):
Ana jüriden bir ödül almasa da bu sene Berlin'de en çok konuşulan filmlerden biriydi. Ayrıca Fipresci ödülünü de almıştı. Epey merak ediyordum. Çok hoş bir film olduğuna şüphe yok ama beklentimi tam da karşılamadı açıkçası.
70'li yaşlara gelmiş, artık yalnız kalmış bir erkek ve bir kadının, bir gecelik aşklarını anlatan film, bunu beceriyor aslında. Biraz hızlıca yakınlaştıklarını düşünsem de, birbirlerine çok yakışıyorlar. Fakat, o gece yaşananlar, fazla uzatılmış gibi geldi bana. Bunda sinema salonundaki atmosferin de etkisi olabilir. Ufak tebessümlerle karşılanacağını düşündüğüm pek çok sahnede, seyirci kahkahalara boğuldu. Mizahın çok kişisel bir şey olduğunu biliyorum ama bana gerçekten fazla abartılı bir reaksiyon gibi geldi. Finalde, olayı duygusal tarafa çekmek için bulunan çözüm de fazla kolaycı geldi. Ama oyuncuların performanslarının başarısı, filmi iyi bir seyirlik haline getiriyor. Hatta, daha sakin bir izleyici ile beraber izlesem, daha farklı da düşünebilirdim.
İşin bir başka boyutu da, bu hikayenin, İran sinemasından gelmiş olması. Bize ilginç gelmesinin bir nedeni de bu bence. İran sinemasının bildik kodlarıyla hareket etmeyen, hatta kurallarına da uymayan bir yapım (Berlin zamanında, yönetmenlere İran dışına çıkış yasağı konmuştu). Aynı hikâye, bir Avrupa ülkesinden gelseydi, bu kadar sükse yapmazdı sanki.
Yine de, iyi bir film olduğunu tekrarlayayım. Sadece beklentinizi çok yükseltmeyin derim.

 

Tiger Stripes (Kaplan Desenleri):
Hakkında çok fazla bir şey bilmeden izlediğim, iyi ki de öyle yaptığım bir film. Malezya'dan gelen bir büyüme hikayesi temel olarak. Ama ben daha klasik bir hikaye sanmıştım, farklı ve hoşuma giden bir tarza doğru ilerledi.
Ana karakterimiz Zaffan, Müslüman ve tutucu bir ailede büyüyen, yine benzer bir yapıdaki bir okula giden, on iki yaşında, genç bir kız. Ama daha o yaşta, dikbaşlı, özgürlüğüne düşkün, öfkeli bir yapıya sahip. Otoritenin istemediği bir karakter yani.
Bundan sonrası, biraz spoiler. En başta dediğim şekilde, bir şey bilmeden izlemek istiyorsanız, devam etmeyin. Filmin başlarında Zaffan'ın ergenliğe girmesi ve ilk kez regl olması ile vücudunda bazı değişiklikler olmaya başlıyor. Aslında, tüylenme, koku vs. gibi beklenen değişiklikler. Ama karakterimiz bunları çok büyütüyor. Bir de aynı yaş grubundaki arkadaşları arasında ilk regl olan olunca, alay konusu da oluyor. Pis olarak görülüyor. Namaza falan da alınmayınca, tüm okul da durumunu öğreniyor zaten.
Karakterimiz bunlarla nasıl baş edecek diye düşünürken, vücudundaki değişiklikler doğal boyutları aşıyor ve film bir body-horror haline dönüşüyor. Evet, elbette yine bir büyüme, özgürleşme ve otoriteye karşı çıkma metaforu ama bu şekildeki anlatım, beni daha fazla yakaladı. Muhtemelen filmin bütçesi çok fazla değil. Bu nedenle, dönüşüm sahnelerindeki özel efektler de pek iyi değil. Ama film, yapmak istediğini yapınca, beni rahatsız etmedi. Kendi gerçekliği içinde, seyirciyi inandırmayı başarıyor.
Filmin en güçlü yanlarından biri, genç oyuncuların performansları. Hemen hepsinin, ilk oyunculuk deneyimleri ama çok başarılılar. Filmin doğallığını arttırırken, fantastiğe kaydıkça inandırıcılığını yitirmemesini sağlayan unsurlardan biri, yine onların oyunculukları.
Yönetmen Amanda Nell Eu, büyüdüğü kültürü yansıtmayı, ona eleştiriler getirirken, genç bir kadının özgürleşmesini anlatmayı başarmış. Bu arada Malezya'nın filmi Oscar'a gönderdiğini ama yönetmenin itirazına rağmen ülkesinde, sansürlü versiyonunun gösterildiğini de ekleyelim.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar