SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

27. UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1

26 Mayıs 2024 Pazar 13:08
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sinefilden Notlar bölümümüze, bazı özel sebeplerden dolayı bir süre ara vermek zorunda kalmıştık. Festivallerden, vizyon filmlerinden izlenimlerimizle geri dönüyoruz. Bu zor süreçte yanımda olan herkese tekrar teşekkürler. Artık eskisi gibi, daha düzenli bir periyod tutturmaya çalışacağım.
Geri dönüşümüz, çok sevdiğimiz festivallerden biriyle, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali ile olsun. Bu yıl 27. kez düzenlenen festival, belli bir yaşın üzerindeki Ankaralı sinemaseverlerin anılarında özel bir yeri olan, Kavaklıdere Sineması’nda, yeni adıyla Kült Kavaklıdere’de düzenlendi. Geçtiğimiz sene, yeni adıyla tekrar açılan sinemada, yeni dönemde düzenlenen en kapsamlı etkinlikti sanırım. Mekanla ilgili bazı sorunlar dile getirildi ama bunları doğrudan festival yönetimine de söylediğimiz için, burada tekrarlamayalım. İlerleyen zamanlarda, onlar da düzelecektir diye umalım. Yine hem festival ekibinin, hem de gönüllülerin canla başla çalıştığı bir festivaldi. Hepsine buradan selam edip, filmlere geçelim.
Her zamanki gibi, daha önceki festivallerde izleyip yorum yazdığım filmlerin (örn: Faruk, Kızlar Bildiğiniz Gibi) bu yazıya dahil olmayacağını hatırlatalım.

 

O corno (The Rye Horn / Çavdar Boynuzu):
1971 İspanya'sında farklı kadınlar üzerinden yürüyen, doğum, kürtaj, annelik ve özgürlük konularına değinen bir film. İzlemesi zor, çok sancılı, uzun ve çığlık çığlığa bir doğum sahnesi ile açılıyor film. İzlerken, bu kadar uzun olmasına gerek var mıydı dedim ama finalde yönetmen, doğum olayına farklı bir şekilde bakıyor. Spoiler olmasın diye detay vermeyeceğim ama ana karakterin yolcuğunu ve değişimini bu şekilde, bir döngünün içinde anlatmış oluyor aslında. Filmdeki çok kritik olaylardan biri de, bir kürtaj meselesi. Aslında ilk sahneden sonra, kürtaj sahnesinin de çok sert olacağını düşünmüştüm ama daha çok onun sonuçları ile ilgileniyor.
Dönemini iyi yansıtan ve kadın özgürlüğünün yanında olan bir film. Ancak bence en büyük sorunu, odak noktasını geç yakalaması. Ana karakter başta doğum yapan kadın gibi gözükürken, sonra odak hamile genç kıza dönüyor. Filmin ortalarına yaklaşırken, asıl karakterimizin, hem doğuma, hem kürtaja yardım eden kadın olduğunu anlıyoruz. Bu bilinçli bir tercih de olabilir ama bence filmi uzatmış.

 

La Chimera:
Alice Rohrwacher'in büyülü gerçeklik türünü sevdiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Filmleri gerçekçi şeyler anlatsa bile, çoğu zaman rüya ile gerçek arasında bir atmosfer kuruyor. La Chimera da böyle bir film. Bunun da güzel bir örneği.
Filmin başında, bizi İngiliz arkeolog Arthur ile tanıştıran Rohrwacher, başta onu geçimsiz ve aksi bir karakter olarak çizse de, giderek seyirci ile arasındaki mesafeyi azaltıyor. Bir yandan bir tarihi eser peşinde koşmasını, bir yandan da aşk hikayesini anlatıyor. Aslında, esas derdinin tarihi eser olmadığını, yaptığı bir hareketten anlıyoruz. Rohrwacher, finali de çok hoş bir şekilde bağlıyor.
Tüm oyuncular başarılı ama Isabella Rossellini'nin apayrı bir aurası var. Filmin oluşturduğu büyülü atmosfere, en fazla katkı yapanlardan biri, o. Ayrıca, filmin dijital kameralarla değil, analog şekilde çekilmesi, yer yer 16 mm. filmler kullanılması da önemli. Bugünden bakınca, çok eskide kalmış gibi gözüken bu film materyali, filme de sanki gerçekten 80'lerde çekilmiş izlenimi veriyor.

 

Kayıtsız:
Uzun süredir Fransa'da yaşayan Nursel'in, Füruğ Ferruhzad’ı canlandıracağı bir proje için Türkiye'ye döndüğünde, İran'dan Türkiye'ye gelen Perisa ile yolunun kesişmesini anlatan bir ilk film. Yönetmen Özlem Çıngırlar'ın konuya yaklaşımını sevdim. Ama ilk film sendromu dediğimiz şeyden, bu film de muzdarip. Pek çok farklı konuyu filme yedirmeye çalışmış. Zaten yönetmen de iki farklı senaryosunu, bu filmde birleştirdiğini söyledi. Biraz da buradan kaynaklanmış olabilir.
İki kadın annelik konusunda, hayatlarındaki farklı hikayeler nedeniyle bir ortaklık kuruyorlar. Göçmenlik, ötekilik mevzusu da işliyor ama mesela, yapımcının karısının kıskançlığı gibi konular, ya da bazı politik göndermeler havada kalıyor. Tülay Günal harika bir oyuncudur. Kendisini tiyatro sahnesinde defalarca, hayranlıkla izledim. Oyunculuğuna laf edersem çarpılırım ama başıma bir şey gelmeyecekse, burada fazla teatral kalmış demek isterim. İranlı oyuncu Nastaran Mazal, daha doğal geldi bana.
Sonuç olarak, Özlem Çıngırlar'ın sonraki projeleri için umut veren, iyi bir başlangıç olduğunu söyleyebilirim.

 

Benim Adım Mutlu:
Bir müzik yarışmasında dikkat çeken Mutlu Kaya'nın bir erkek tarafından vurulduktan sonra değişen hayatını, birkaç yıl sonra kızkardeşinin benzer bir şekilde öldürülmesini, ailenin hak arayışını ve hayata tutunma çabasını anlatan bir belgesel. Olay o kadar sarsıcı ve üzücü ki, belgesele kayıtsız kalmak mümkün değil. Filmin pek çok anında, boğazınız düğümleniyor, gözyaşlarınıza engel olamıyorsunuz. Ama duygu sömürüsü yaptığını da söyleyemeyiz. Umudu da hiç elinden bırakmıyor.
Benim açımdan dağıldığım yer, Mutlu'nun hala beyninde kalan mermi parçası için, "mermiyle de barıştım, o da orada olmak istemezdi" dediği an oldu. Belki yaşaması bile mucizeyken, o bir şekilde hayata tutunmuş, hala şarkı söylemeye devam ediyor.
Film sadece arşiv görüntüleri ve söyleşilerden oluşsa da etkili olurdu ama erkeklerin saldırıları anlatılırken, adeta bir gerilim filmi etkisi de yaratıyor. Kurgusu da gayet başarılı. Bazı şeyleri, söylemeden anlatmayı başarıyor. Mesela, İstanbul Sözleşmesi Yaşatır, dedikten sonra, o sözleşmeden bizi çıkaran şahsiyetin afişine kesmesi, başka bir şey demeye gerek bırakmıyor.
Kadın cinayetleri ile ilgili yeni bir şey söylemiyor belki ama bu olaylar tekrarlandığı sürece, aynı şeyleri söylemeye, daha güçlü, belki de daha öfkeli bir şekilde söylemeye ihtiyacımız var belki de.

 

I'm Not Everything I Want to Be (Olmak İstediğim Her Şey Değilim):
Çek fotoğrafçı Libuše Jarcovjáková'nın hayatını, dünyaya ve kendine bakışını, tamamen onun fotoğraflarını ve sözlerini kullanarak anlatan bir belgesel. Tümüyle fotoğraflardan bir film oluşturmak zor iş. Bunun altından kalkılmış. Sağlam bir kurgusu var. Yalnız şöyle bir durum oldu bende. Bu yorumu, filmi izlediğim gün yazsam, muhtemelen daha çok övecektim. Birkaç gün gecikmeli yazınca, ilk andaki etkisinin azaldığını fark ettim.
Gördüğüm kadarıyla, Libuše Jarcovjáková'nın işleri ve fotoğrafa yaklaşımı Nan Goldin ile sıkça karşılaştırılmış. Bu film de All the Beauty and the Bloodshed'e benziyor açıkçası. Onun tamamen fotoğraflar üzerinden yürüyen hali gibi biraz. Benim açımdan, o filmin hissi de benzer olmuştu. O zaman, All the Beauty and the Bloodshed'i seven, bunu da sevdi diyebiliriz.

 

Las buenas compañías (Kadınlar Arasında):
Tam Uçan Süpürge'ye yaraşır bir film. 1976'da İspanya'da feminist mücadeleye katılan genç bir kadının büyüme hikayesi. Fazla sayıda konuya girip çıktığı söylenebilir ama bunları hikâyeye yedirmeyi başarmış.
Ana hikâye, kürtajın yasallaşması için eylemler yapan feminist grup etrafında şekillense de, sınıf ayrımından, lezbiyen aşk ilişkisine, çocuk tacizinden, politik aktivizme kadar pek çok konuya giriyor. Fakat senaryo, ana karakterimiz Bea'nın bunları yaşadığına, bizi inandırıyor. Genç oyuncu Alícia Falcó da, Bea karakterinin hem isyancı, hem kırılgan halini çok iyi yansıtmayı başarmış. Bu, ilk önemli rolü sanırım. Bana geleceği parlak bir oyuncu hissini verdi.
Oyunculuktan gelen bir yönetmen olan Sílvia Munt da, iyi bir dönem atmosferi yaratmakla birlikte, yönetmenlik becerisini öne çıkarmaktan çok, oyunculara alan açan bir tarz benimsemiş. Güzel de olmuş. Herhalde, büyük festivallerden birinde açılmadığı için, çok övüldüğünü görmedim ama benim için festivalin iyi filmlerinden biriydi.

 

Kobieta z… (Women Of… / …Kadın):
Polanya'da bir trans kadının, yıllara yayılan hikayesini, incelikli şekilde anlatan, sağlam bir film. Benim için, festivalin en iyilerinden biriydi. Karakterin kendini bulma ve kabul ettirme sürecini, başarılı bir şekilde veriyor.
Son yıllarda izlediğimiz trans hikayelerinden, belli noktalarda ayrışıyor. Bu hikayelerde, genellikle genç karakterler ele alınıyor. Burada ise, gençlik hallerini de izlesek de karakterin esas değişimi, orta yaşlı diyebileceğimiz dönemde oluyor. Aslında gençliğinde de kendisini kadın hissediyor belki ama bunu kendisine bile itiraf etmekten çekiniyor, çevresi ile hiç paylaşamıyor. Diğer bir farklı yönse, yaşadığı tüm zorluklara rağmen, özellikle eski karısından gördüğü destek. Burada da film, bir alternatif aile yapısı kurmayı beceriyor.
Karakterin farklı dönemlerini canlandıran her iki oyuncu da, ama özellikle Malgorzata Hajewska, çok başarılı. Joanna Kulig de öyle.

 

Blackbird Blackbird Blackberry (Karatavuk Böğürtlen):
Yükselmekte olan Gürcistan sinemasından iyi bir örnek daha. Ölüme yakın bir deneyim yaşayan, 48 yaşındaki Etero'nun, yaşamını tekrar sorgulaması ve o güne kadar yaşamadığı deneyimler yaşaması üzerine bir film. Baskıcı bir baba ve abi ile büyüyen, onların ölümünden sonra, artık kimseye eyvallah etmeyen, hayatına da başka bir erkek sokmayan, hayata karşı sert bir kadın Etero. Ama içinde kırılgan bir yan da var. Film bu durumu çok iyi veriyor. Başrol oyuncusu Eka Chavleishvili de son derece başarılı.
Yönetmen hikâyeyi anlatırken, zaman zaman tekinsiz, rüya/kabus benzeri bir atmosfer de kuruyor. Bu nedenle bir ara, Altıncı His benzeri bir sürpriz bile bekledim. Ama hayır, öyle bir şey yok.
Ana karakterler başarılı ama yan karakterleri biraz abartılı buldum. Özellikle sürekli Etero'ya laf sokan kadınları. Evet, o tarz kadınlar var gerçekten ama onlar bu kadar doğrudan değil, daha üstü kapalı laf sokarlar bence. Filmde Türkiye'nin uzaktan uzağa hayran olunan ülke olması da ayrı bir hoşluktu. Gelin bir de içeriden bakın diyemedik tabii.
Bu arada biz festivalde izledikten hemen sonra, MUBİ'ye geldi. Önerilir.


Bye Bye Tiberias (Hoşça Kal Taberiye):
Hiam Abbas, muhtemelen Filistin'den çıkıp dünya sinemasında kendini kabul ettiren, en ünlü oyuncu. Bu filmde, Hiam Abbas'ın kızı Lina Soualem, ailesindeki 3 kuşak kadının hayat mücadelesini anlatıyor. Kendisini de katarsak, 4 kuşak aslında ama o çoğunlukla anlatıcı konumunda. Son yıllarda, yönetmenlerin kendi ailelerini filmin öznesi yaptığı belgeseller çok arttı. Bu da onlardan biri. Hem ailenin arşivi, hem de hatıraları üzerinden yürüyen bir yapım.
Bu kadınların ortak tarafları, bazen zorunlu olarak, bazen Hiam Abbas örneğinde olduğu gibi isteyerek, yerlerinden yurtlarından ayrı düşmeleri. Burada kaçınılmaz olarak İsrail'in yaptıkları da devreye giriyor. Film daha yeni olsa, güncel durumla ilgili söyleyecekleri de olurdu muhtemelen.
Filmin en güzel taraflarından biri, artık hayatta olmayan kadınların hikayelerini anlatırken, bunu günümüzle de birleştirebilmesi. Beni en çok etkileyen kısmı ise, Hiam Abbas'ın annesinin ölümünden sonra eve dönüp, onun eşyaları ile baş başa kaldığı anlar oldu. Muhtemelen içinden geçtiğim dönem itibariyle, bu kısımdan ekstra etkilenmem normaldir. Ama bu bölümün duygusal yoğunluğunu, kardeşler arası ilişkileri de işin içine sokarak dengelemiş.
Benzer yapıdaki belgesellerden çok farklı değil belki ama bu tip hikayeler hep etkileyici oluyor. Bu nedenle, bu da izlediğime memnun olduğum filmlerden biri oldu.

 

Sultana's Dream (Sultan'ın Rüyası):
Bu animasyon filminin en ilginç tarafı, 1905 yılında, Bengal'de, Müslüman bir kadın tarafından yazılan bir hikâyeyi öğrenmem oldu. Kadınların yönettiği, erkeklerin evden dışarı çıkamadığı bir bilim-kurgu hikayesi. İzlerken yakın gelecekte geçtiğini düşündüm ama 1905 için, bayağı fantastik olmalı. Uçan arabalar, güneş enerjisi falan var. Aslında film sadece bu hikâyeyi animasyon olarak anlatan bir orta metraj olsa, çok güzel olabilirmiş.
Fakat bu hikâye, günümüzde geçen ve ana karakteri için belki de yönetmenin alter egosu diyebileceğimiz, bir başka hikâye ile iç içe anlatılıyor. Ama anlatının o kısmı bana biraz zayıf geldi.
Animasyon tekniği olarak da, perdenin her köşesinde pek çok ayrıntı yakalayabileceğimiz bir teknik kullanılmış. Beğendim ama zaman zaman yorucu olduğunu da itiraf etmeliyim. Hatta sinemada izlerken, pek çok ayrıntıyı atladığımdan eminim. Belki de evde, ara ara durdurarak, sahneleri inceleyerek izlemeye daha uygun bir filmdir. Çok bayılmasam da, bir yerlere gelirse, o şekilde tekrar izleyebilirim.

 

Smoke Sauna Sisterhood (Sauna Kızkardeşliği):
Bir saunada bir araya gelen bir grup kadının, bazen sıradan ama giderek en mahrem hikayeleri birbirlerine anlatarak düzenledikleri arınma seansını, seyirciyi de adeta onlardan biri haline getirerek anlatan bir belgesel. Filmi izlerken bir ara, bu kadınlar aynı şeyleri, bir masa etrafında toplanarak da konuşabilirlerdi diye düşündüm ama film ilerledikçe, bu dış dünyadan uzaklaşma ve çıplak kalma halinin, ter atmanın, hem sembolik, hem fiziksel olarak bir anlamı ve faydası olduğunu fark ettim. Gerçekten de, bir masanın etrafında konuşulsa, filme adını veren kızkardeşliğin oluşması, çok daha zor olurdu ve o en mahrem hikayeler anlatılamazdı belki de.
Bu sauna ritüeli, Estonyalı kadınların yıllardır gerçekleştirdikleri bir ritüelmiş. Belli ki, insanlara faydalı oluyor. Başta da dediğim gibi, yönetmen bizi, hemen her zaman çok içeride tutuyor. Uzaktan bir seyirciden çok, her an hikayesini anlatacak birisi gibiyiz. Kadınlar bu duyguyu daha derinden yaşamış olabilirler. Geçen senenin en çok ödül alan belgesellerinden biriydi notunu da düşeyim.

 

Favoriten (Sevgili Öğrencilerim):
3 sene önceki Bay Bachmann ve Sınıfı'nı izlemiş miydiniz? Aynısı. O film 3,5 saatti. Bu film, onun Viyana’da geçen 2 saatlik versiyonu gibi. Yine göçmenlerin çoğunlukta olduğu bir sınıfı, 3 yıl boyunca takip ediyoruz. Öğrencilerin öğretmenleri ve birbirleri ile olan ilişkilerini, büyüdükçe yaşadıkları değişimleri izlerken, bir yandan da eğitim sisteminin bambaşka kültürlerden gelen bu çocukları, ortak bir noktada buluşturmak için neler yaptığını da görüyoruz.
Örneğin, küçük yaştan itibaren çocuklara, büyüdükleri kültür ne olursa olsun, kadın erkek eşitliği ile ilgili, dinlerin herkesi kucaklayıcı yapıda olması gerektiğine dair mesajlar veriliyor. Camiye gidip imamdan da ders alınıyor, kiliseye gidip papazdan da. Afişteki isimlere bakarsanız, filmde ara sıra Türkçe konuşulduğunu da tahmin edebilirsiniz. Aynı durum, Bay Bachmann'da da vardı aslında ama bu kez öğretmenimiz İlkay Hanım da normalde Almanca konuşsa da çocuklarla iletişim için, mecbur kalınca Türkçe'ye dönebiliyor.
Çocuklar sevimli ve olaylara karşı tepkileri de son derece doğal olunca, filmin 2 saatlik süresi, keyifli bir şekilde geçiyor. Yönetmen Ruth Beckermann'ın elinde 3 senelik çok fazla malzeme vardı muhtemelen. Başarılı bir ayıklama yapılmış.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar