27. GEZİCİ FESTİVAL İZLENİMLERİ-1
Gezici Festival, 1995 yılından beri, bıkıp usanmadan yolculuğuna devam ediyor. Bu süre içinde, sinema salonu olmayan şehirleri yılın önemli filmleri ile tanıştırdı, buralarda sinema tarihinin önemli filmlerini gösterdi. Aradan geçen sürede, dijital platformların ortaya çıkması ile filmlere ulaşmak kolaylaşsa da, oralarda pek bulunmayacak filmleri karşımıza çıkarmaya, seyirci ile sinemacıları bir araya getirme misyonuna devam ediyor. Ankara Sinema Derneği’nin düzenlediği festival, bu yıl da Ankara’dan yola çıktı. Sırada Sinop ve Kastamonu var. Biz de yine Ankara ayağını takipteyiz. Programdaki filmlerin bir kısmını önceden izlemiştim notunu düşerek, ilk kez bu festivalde izlediğim filmlere bakmaya başlayalım.
Woman on the Roof (Çatıdaki Kadın):
Mahallemizin teyzesi görünümündeki yaşlıca bir kadın, günün birinde bir banka soygunu teşebbüsünde bulunur ve olaylar gelişir.
İyi bir karakter incelemesi olsa da sanırım soygun hikayesi içeren bir özeti olunca beklentim farklı olmuştu. Hatta film, pahalı balık yemini zar zor satın aldıktan sonra, soyguna girişilmesi ile başlayınca, Polonya'daki ekonomik zorluklar üzerine bir film olacak dedim ama bu konulara girse de çoğunlukla bir kadının depresyonu üzerinden ilerleyen bir film. Başrol oyuncusu Dorota Pomykala'nın başarılı performansının da yardımıyla, bunu çok da iyi yansıtıyor ama ağır ve karanlık bir film. Görüntüleri açısından değil ama anlattıkları açısından karanlık.
Bir de hikayedeki bazı noktalara ikna olamadım. Dünyanın en ümitsiz soygun girişimlerinden birini, polis neden bu kadar önemsedi mesela. Gerçi bunun cevabı, olayların Polonya'da geçmesi olabilir. Türkiye'de geçse, polis olaya dahil bile olmayabilirdi. Aklımda birkaç soru işareti daha var ama onlar spoiler olur diye pas geçiyorum.
Sonuçta, oyuncu performansı ile yükselse de orta karar bir film oldu benim için. Biraz da beklenti ile alakalı olabilir.
Kaepernick & America:
Bir, "futbol sadece futbol değildir" belgeseli. Burada bahsedilen Amerikan Futbolu ama olsun. 2016'da San Francisco 49ers'ın oyun kurucusu Colin Kaepernick, milli marş sırasında ayağa kalkmıyor ve tek dizi üstüne çöküyor ve bu harekete, sonraki maçlarda da devam ediyor. Amerika'da siyahlara karşı yapılan ayrımcılığı protesto etmek için yaptığı bu hareket, giderek yayılıyor. Bir kısım bunu desteklerken, bir kısım da, tahmin edebileceğiniz gibi, "ya sev, ya terk et" modunda, Kaepernick'in formasını ateşe veriyor ya da tüfeklerle formaya ateş ediyor. Trump da Kaepernick aleyhine konuşanlardan biri.
Belgesel, bu protestonun yapılışı ile başlayıp Kaepernick'in hayatına bakıyor, beyaz bir ailenin evlat edindiği ve yine beyazlar arasında büyüyen melez bir çocuğun, nasıl bu bilinci kazandığını irdelemeye çalışıyor.
Filmin Kaepernick'in kariyerindeki yükselişi anlattığı kısmında biraz sıkıldığımı söyleyebilirim. Çünkü burası, bir futbol belgeseli kıvamında ve çok ilgimi çekmedi. Ama Amerika'daki olaylarla birlikte Kaepernick'in değişimi ve protesto sonrasında gelişenleri ilgiyle izledim. San Francisco 49ers'ın protestolara aldırmayıp, Kaepernick'le oyun kurucu olarak devam etmesini takdir etmiştim, hatta burada olsa, iki maçtan sonra, takımdan kesilmişti diye düşünmüştüm ama orada da sezon sonunda benzer bir şey oluyor. Kaepernick'in sözleşmesi yenilenmiyor ve ligde hiçbir takım da ona teklif götürmüyor. O da belli bir noktadan sonra, bu konularda konuşmamayı tercih etmiş ve ortadan kaybolarak sessizliğe gömülmüş anladığımız kadarıyla.
Belgeselin önemli bir eksiği de burada ortaya çıkıyor. Olayları tamamen üçüncü şahısların ağzından dinliyoruz. Bu, bir yere kadar işliyor ama en azından finale doğru Kaepernick'in kendisini de görmek, onun bugünkü düşüncelerini de duymak istiyor insan.
Film altını çok çizmiyor ama bu protesto ses getirdikten sonra, Nike'ın fırsatı kaçırmayıp Kaepernick'le bir reklam kampanyası yapması da Kapitalizm 101 konusunda harika bir örnek olarak dikkatimi çekti. Fikirlerin önemi yok, gerekirse her şeyi paraya çeviririz.
Decision to Leave (Ayrılma Kararı):
Park Chan-wook, bu kez bir cinayet soruşturması ile başlayan bir aşk hikayesi anlatıyor. Chan-wook, şimdiye kadar hiçbir filmi ile hayal kırıklığı yaşatmadı bana. Bu da farklı olmadı. En sevdiğim filmlerinden biri demem belki. En azından, ilk izlemede o kadar çarpmadı ama Chan-wook'un kendi filmografisindeki orta karar bir film bile, yılın kalburüstü filmlerinden biri olmayı başarıyor. Bu kez hikayesi ve karakterleri çok ilginç gelmedi sanırım. Finalde bir duygu yoğunluğu yaratmak istediği de açık ama o da bana çok geçmedi. Gerçi, hikâyede kafamda soru işareti bırakan yerler var. Tekrar izleyince daha iyi oturacaktır ama finalin hissi açısından çok farklı etkilemez sanırım.
Ama dönüp işin yönetmenlik tarafına, Park Chan-wook'un neyi nasıl anlattığına bakınca birinci sınıf bir iş görüyoruz. Cannes'daki yönetmen ödülü boşa değilmiş gerçekten. En klişe olabilecek sahneleri bile, farklı bir tarzda karşımıza getirmeyi bilmiş. Tüm film boyunca, sahneleri ilk akla gelen şekilde çekmeme, bir fark yaratma anlayışı olduğu seziliyor. Özellikle sahne geçişleri, objeler üzerinden kurulan bağlantılar vs. hayranlık verici.
Tüm bunları daha ilgi çekici bir hikâyenin hizmetinde kullanmış olsa, ortaya dört dörtlük bir film çıkardı. Yanlış anlaşılmasın, bu haliyle de gayet iyi ama bitince bir tatminsizlik olduğunu da itiraf etmeliyim.
Just Around the Corner (Eli Kulağında):
1921'den gelen bu sessiz filmin çok iyi olduğunu söylemek zor açıkçası. Ama filmi festivalde izleyen bizler için unutulmaz bir deneyim oldu. Neden? Çünkü filmi, Baba Zula müzikleri eşliğinde izledik. Gezici Festival’in, sessiz filmleri canlı müzik eşliğinde gösterme etkinlikleri, her zaman ayrı bir keyif veriyor zaten.
Film, New York'un fakir mahallelerinden birinde yaşayan bir aileyi anlatıyor. İki çocuk ve dul annelerinden oluşan bu aile, hayata tutunmaya çalışıyor. Filmin başlarında biraz sınıfsal meselelere değiniyor gibi gözükse de film ilerledikçe tipik bir melodrama dönüyor. Çünkü bayan Birdsong'un tek derdi, ölmeden önce kızı Essie'ye ideal bir damat adayı bulmak. Kızı da, o ara karaborsacılık yapan, düzenbaz biri ile beraber. Annenin en büyük tavsiyesi de şu: "Aman kızım, sakın evlenmeden öpüşmeyin." (yıl 1921 diyorum)
Filmin yarısı da Essie'nin çıktığı adamın ne mal olduğunu anlaması ve tesadüfen ideal damat adayını bulması ile geçiyor. Bu arada da anne ölüm döşeğinde zaten. Ne zaman ki, kızı güçlü, kuvvetli, mert, tıpkı babasına benzeyen bir erkekle geliyor, o zaman rahatlıyor.
Filmde bu ideal damat adayının adı hiç geçmiyor ama jeneriklerde bu isimsiz karakter nasıl anılmış: "The Real Man!” Müthiş gerçekten. Tam da 100 yıl öncesinin kafası.
Baba Zula'nın müziklerine yorum yapacak kadar donanımlı değilim, haddime de düşmez ama sadece, en başlarda müzikler filmle çok uyumlu değildi diye düşündüm. Gerçi o kısımlarda da Murat Ertel, sazı ile boğuşuyordu, bir ara içeri gitti, geldi falan. Film sonrasında da bundan dert yandı. Sonraki kısımlarda, müzik de filmle daha uyumlu hale geldi. Baba Zula bonus olarak, iki şarkılık bir de mini konser verdi. O kısımda salonu inanılmaz coşturdu zaten.
Festivalin Sinop ve Kastamonu programında da aynı etkinlik olacak. Oralardan, bu yazıyı okuyan varsa, kesinlikle kaçırmasın.
A Thousand Cuts (Kuşatma):
Filipinli gazeteci Maria Ressa ve ekibinin, Duterte rejiminin karşısında, özgür basını ve halkın haber alma özgürlüğünü savunmak için yaptıklarını ve karşılaştıkları zorlukları anlatan bir belgesel. Bu belgesel çekildiği zamanlarda Ressa, Time'ın yılın insanı seçtiği bir gazeteciymiş. Şimdi kendisini, Nobel Barış Ödülü sahibi olarak anmamız gerekiyor tabii ki.
Belgesel, Duterte’nin seçim sürecinden itibaren yaşanan gelişmeleri ve basına yapılan baskının adım adım artmasını, etraflıca anlatıyor. Bir haber belgeseli için gayet iyi. Beklediğiniz şeyi veriyor en azından. İzlerken, ülkemizdeki gazetecilerin durumlarını da düşünmeden edemiyorsunuz elbette.
Fakat ben başka bir şeye takıldım. Her ne kadar Maria Ressa, net bir şekilde reddetse de Duterte ve destekçileri onun Amerika ve CIA tarafından desteklendiğini, parasal yardım aldığını söylüyorlar. Bizdeki fonlama tartışmaları gibi, dış mihraklar diyorlar yani. Şimdi, öyle olduğunu iddia etmeyeceğim ama film, Filipin-Amerikan ortak yapımı olunca, Amal Clooney ve George Clooney gibi isimler görününce (ki yapımda da katkıları var sanırım), bir de festivalde Amerikan Büyükelçiliği desteği ile gösterilince, insan bir huzursuz olmuyor değil. Daha bağımsız bir belgesel olmasını tercih ederdim sanırım.
As Bestas (Canavarlar):
Organik tarımla ilgilenmek için, İspanya'da ufak bir tarla edinen Fransız bir çift ve onların bölgede yaşayan köylüler ile yaşadıkları gerilimin tırmanmasını anlatan başarılı bir film. Gerçek olaylardan yola çıkılmış.
Yönetmen Rodrigo Sorogoyen, yabancı düşmanlığının sadece belli ülkelerden gelenlere yönelik değil, çıkar çatışması olduğu takdirde, "en medeni" Avrupa ülkelerinin vatandaşları arasında da gerçekleşebileceğini gösterirken, gerilim duygusunu da çok iyi kuruyor. Filmin bir bölümü, bir aileye karşı, dışarıdan gelen tehdit temalı bir tür filmi gibi ilerlerken, seyirciyi de yakalayıp içine almayı başarıyor. Filmin de en başarılı kısımları buralar zaten.
Bu kısımda zaten beğendiğim iki oyuncu olan Denis Ménochet ve Marina Foïs, tehdit altındaki karakterler olarak iyi performanslar sunarken, kötü adamlar da tedirgin edici olmayı başarıyorlar.
Fakat, 137 dakikalık bu filmin, son bloğunu fazla uzatılmış bulduğumu söylemeliyim. Gerilim tepeye vurduktan sonra yaşanan süreç, uzun tutulmuş bence. O kısımda da etkili bir sahne yer alsa da, film o noktaya kadar asıl derdini anlatmış oluyor zaten. Yılın, muhtemelen vizyona girmeyecek filmleri arasında beğendiklerimden biri oldu. Herhalde bir zaman sonra platformlardan birine gelir. O zaman için önermiş olayım.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN