SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

26. UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1

07 Haziran 2023 Çarşamba 16:27
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu sene Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali yine Ankara’da, 31 Mayıs–7 Haziran tarihleri arasında düzenlenmekte. Geçen sene olduğu gibi, bu sene de festival direktörlüğünü Nil Kural üstleniyor ki, gerçekten yine çok iyi bir program hazırlamış. Festival bir ara duraklama dönemine girmişti, salonları çok dolduramıyor, çarpıcı filmler getiremiyordu. Pandemi sonrası, önce Azize Tan’ın, sonrasında Nil Kural’ın yaptığı programlara bu dönemden çıktığı ve tekrar parladığı söylenebilir. Bu yıl neredeyse her seansta, salonlar tıklım tıklım dolu. Ankara’da delicesine yağmur yağdığı günlerde bile seyirciler salonlara ulaştılar. Bunda programın başarısı yanında, bilet fiyatlarının uygunluğu da önemli bir faktör tabii ki. Tam biletin 40, öğrenci biletinin 20 lira olarak belirlenmesi de seyirciyi çekti. Vizyon filmlerinin seyirci sayılarının giderek düştüğü günümüzde, tekrar görüyoruz ki, seyirci evinden çıkıp salonlara gelmeye istekli aslında ama film kalitesi ve bilet fiyatları önemli.
Gelelim festivalde izlediğim filmlerle ilgili kısa yorumlarıma. Başlamadan önce şu notu düşeyim. Programın en iyileri arasında yer alan, 20.000 Arı Türü, Totem ya da Yavaş gibi bazı filmleri, daha önce takip ettiğim festivallerde izleyip yazmıştım. O yüzden, onlar bu yazıda yer almayacak. Merak edenler, önceki yazılarıma bakabilirler.

Kuşaklararası Aktarımlar:
Uçan Süpürge'ye, İranlı kadın yönetmenlerden gelen 5 filmlik bir kısa film seçkisiyle başladık. Bunların en iyisi, 2002 yapımı İpekten Hayaller filmiydi. Yönetmen Nahid Rezaei, okuduğu liseye dönüyor ve oradaki kız öğrencilerle söyleşiyor. Hemen hepsi pırıl pırıl, zeki, özgür görüşlü kız çocukları. Dertlerini düzgün cümlelerle ifade eden, ülkenin durumu hakkında düşünen çocuklar. İzlerken, bugün 30'lu yaşlarında olması gereken bu kuşağın, İran'daki kadın hareketinin önemli bir parçası olduğunu düşündüm. Keşke imkân olsa da, Rezaei bugün aynı kadınları bulup, onlarla tekrar konuşabilse. Bu arada kızlardan biri, başka ülkelerde devlet başkanlarına küfür bile edebiliyorlar, başlarına bir şey gelmiyor, biz eleştiremiyoruz bile dedi. Dedim evet, var öyle ülkeler!

İçimdeki Ses:Hakikatin Parçaları, İran tarihinin feminist isimlerinden Tāj al-Saltaneh'i, daha doğrusu onun İnternet dünyasında nasıl algılandığının izini sürüyordu. Bunu yaparken güzellik algısının, yıllar boyu değişimine de bakıyordu. Ayrıca, 1800'lerin sonu, 1900'lerin başında İran'daki olası queer hayatın nasıl olabileceği ile ilgili de bir fikir jimnastiği yapıyordu. Basit bir fikirden ortaya çıksa da keyifli ve düşündürücü bir filmdi.
Özgür Serçe, İranlı kadınların ancak belli bir yaşa geldiklerinde ya da belki de ülkeyi terk ettiklerinde özgürleşebildiklerini söyleyen, nesneler üzerinden yürüyen ve yönetmenin kendi büyükannesinin hikayesini anlattığı bir filmdi.
Doğmamış Çocuğa Mektup ve Yoldan Görüntüler ise, biraz daha deneysel, sinemanın görsel ve işitsel yanı ile oynayan ilgi çekici yapımlardı.

Belmin Söylemez: Şehirde Kâinatı Aramak 1: Uçan Süpürge'de Belmin Söylemez'in kısa filmlerinden oluşan iki seçki var. Bunların ilkinde 4 kısa film vardı. Bir kısmını izlemiştim aslında ama tekrar izlemek güzel oldu. En eğlencelisi Bıyık filmiydi. Türk erkeğinin bıyıkla imtihanı diyebileceğimiz belgeselde, bir erkeklik, güç ve kudret simgesi olarak görülen bıyıklar konu ediliyor. Bıyıklar bazen de politik bir simge oluyor elbette. Ülkücü bıyığı, solcu bıyığı ve muhtemelen filmin çekildiği 2000 yılında o kadar gündemde olmayan, badem bıyık. Belmin Söylemez, tüm bunları ve erkeklik konusu, ele aldığı insanlarla dalga geçmeden ama hep bıyık altından(!) bir gülümsemeyle anlatmış.

Bilge ve Öğrencisi: Bir Reji Asistanının Günlüğü, çok özel bir film. Sinemaya Bilge Olgaç’ın asistanı olarak başlayan Belmin Söylemez, o günleri anlatırken hem kendi kariyerinin ilk yıllarına bakıyor, hem de ustasına bir selam gönderiyor. Türkiye'de erkek egemen bir sektörde kadın olmanın zorluklarına ve Bilge Olgaç'ın bitmek tükenmek bilmeyen çalışma aşkına da değiniyor. Bu film önceki yıllarda Uçan Süpürge programında vardı, izlemiş olmam lazım ama neden ilk defa izliyor gibiyim diye düşünürken, 2015 yılındaki bir tweet'imi buldum. O sene, kısa filmlerden, eser işletme belgesi istenmesi krizi olmuştu hatırlarsanız. Belmin Söylemez de bunu protesto için, filmi festivalden çekmiş. Eh, kısmet bugüneymiş.
Dalgalar, Belmin Söylemez adını ilk duyduğum filmdi sanırım. Boğazın sularında yüzen gençleri ve kentle kurdukları ilişkiyi anlatan film, hala o zamanki kadar etkileyici. Aradan geçen yıllarda, Söylemez'in kenti en iyi anlatan sinemacılardan biri olması, şaşırtıcı değil.
ZAP!, yine İstanbul sokaklarına bakan ve oradaki toplumun dışladığı bir gençle bir sokak köpeği arasında bağlantı kuran bir film. Bir yandan da dönemin popüler kültürünü, arka planına alıyor.

1976 (Chile '76):
Pinochet’nin diktatörlüğünün ilk yıllarındayız. Sokaklarda diktatöre karşı protestolar, sert bir karşılık bulurken, üst sınıf hayatlarına mutlu mesut devam ediyor. Yani çok mutlu olmasalar da, pek de etliye sütlüye karışmıyorlar diyelim. Oyuncu olarak tanıdığımız Manuela Martelli, yönetmen olarak ilk filminde, bu ortamda, üst sınıftan bir kadının, eylemlerde yaralanmış bir genci saklama ve onu tedavi etme çabasını anlatıyor. Filmin daha ilk sahnesinde sokak eylemlerini göstermek yerine, onun etkilerini sembolik bir anlatımla göstermeyi seçen Martelli, aslında bu anlayışı tüm filme yayıyor. Pinochet’nin yaptıklarını doğrudan göstermeden, ülke üzerindeki etkisini, baskı atmosferini hissettirmeyi, bu ortamdan aslında toplumun hiçbir kesiminin uzak duramadığını anlatmayı başarıyor.
Martelli, seyirciyi de karakterleri gibi sürekli diken üstünde tutan bir atmosfer kurarken, kolaycı çözümlere de başvurmuyor. Seyirciyi yakalamakta, tüm filmi sürükleyen Aline Kuppenheim’in payı da büyük. Bir mini trivia: Filmin yönetmeni, Manuela Martelli’yi 20 yıl önceki Machuca filminin gencecik başrollerinden biri olarak hatırlayabilirsiniz. Kuppenheim ile tanışmaları, o zamanlara dayanıyor.

Apolonia, Apolonia:
Yönetmen Lea Glob, Fransız sanatçı Apolonia Sokol’u uzun yıllar boyunca takip etmiş ve ortaya bu belgesel çıkmış. İşin ilginç ve güzel tarafı, belgeselin çekimleri başladığında Apolonia, henüz ünlü bir sanatçı değilmiş. Glob’un Apolonia’nın kişiliğinden etkilenip onun hayatından kesitleri kayıt altına aldığı, ailesinin işlettiği tiyatronun hikayesini de ilginç bulduğu söylenebilir. Sonradan işin içine, Femen’in önemli figürlerinden biri ile arkadaşlığı giriyor, Apolonia’nin önemli bir okuldaki eğitimi, mezuniyeti, ilk sergisi ve başarıları ile devam ediyor. Belki de olaylar farklı bir şekilde gelişse, ortada bir belgeseli oluşturacak materyal olmayabilirdi bile. Film aslında sadece Apolonia’nın da filmi değil. Onun hikayesi kadar baskın olmasa da, yıllar içinde yönetmenin kendi hikayesine de belli ölçüde tanıklık ediyoruz.
Yönetmen için filmi nerede bitireceğine karar vermek de zor olmuş belli ki. Filmin 2 saate yakın bir süresi var ve son yarım saatinde sürekli şimdi bitecek diyerek izledim. Apolonia’nın ilk sergisinde de bitebilirdi, Apolonia’nın hayatında dramatik bir olay var, orada da bitebilirdi, yönetmenin hayatında dramatik bir olay var, orada da bitebilirdi. Sanıyorum bir türlü arkadaşından ve hikâyeden kopamamış.

How Dare You Have Such a Rubbish Wish (Ne Cüretle Bunu İstersin?):
Uçan Süpürge'nin çok sevdiği Mania Akbari (biz de severiz), yeni filmiyle de festivalin konuğuydu. Film, İran sinemasında, devrim öncesi, kadın bedeninin istismar edildiği bir dönemi konu ediyor. Aslında bizdeki seks filmleri dönemine denk düşen bir dönem bu. Pek çok ülkede de benzer yıllarda, benzer akımlar olmuş zaten. Akbari, o dönemin istismar filmlerinden parçalarla birlikte, kendi bedeninin de görüntülerini kullanarak bir anlatı kuruyor.
Anlatısında, erkeklere seslenerek şunu diyor: Bir dönem bedenimi arzu nesnesi olarak kullandın, perdede türlü çeşitli şekillerde gösterdin, şimdi de çarşaf altına sokuyorsun. Aslında bunların ikisi de çok farklı değil. Beden, benim bedenim, o bedenle de istediğimi yaparım.
İran sinemasının bu dönemini bilmeyenler için epey şaşırtıcı olmuş olabilir. Ama birkaç yıl önce, Ehsan Khoshbakht'ın Filmfarsi filmini izleyenler için o kadar da yeni değildi. Nitekim Akbari, bu filmde Khoshbakht ile birlikte çalışmış. Anlatısı ile güçlü bir film ama istismar sahnelerinin birbiri ardına gelmesinin ve bu sahnelerdeki çiğliğin beni bile biraz rahatsız ettiğini söyleyebilirim. Nitekim kadın seyircilerden biri, izlemekte çok zorladığını söyledi. Akbari de, zaten ben rahatsız etmek istedim dedi.
Söyleşide, Akbari'nin modern görünümlü, muhafazakâr bir seyirciye verdiği cevap alkış aldı. Biz kadın bedeninin erkekler tarafından kullanılmasına karşıyız, yoksa kadın kendi bedeni ile ilgili istediği her şeyi yapar, isterse soyunur, isterse satar dedi. Ben de istersem burada soyunurum, hatta gördünüz, filmde de soyundum diye de ekledi.

Radiograph of a Family (Bir Ailenin Röntgeni):
Bu sene Uçan Süpürge'de, yönetmenin kendisini, ailesini, arkadaşlarını anlattığı çok sayıda belgesel var. Bu film, onların en iyisi bence. Yönetmen, Firouzeh Khosrovani, arşiv görüntüleri ile, kendi ailesini anlatıyor. Yönetmenin ailesi görücü usulü ile birbirlerini sadece fotoğraflarından tanıyarak evlenmişler. O sırada babası Hüseyin, İsviçre’de çalışan, modern, seküler bir kişilik, annesi Tayi ise İran'ın muhafazakâr ailelerinden birinden geliyor. Hatta evlilikleri bile daha birbirlerini görmeden oluyor. Sonrasında Tayi, İsviçre'ye taşınıyor ve büyük bir kültür şoku. Her yerde günahın izlerini görmeye başlıyor. Zamanla, kocasının da etkisiyle başını açsa da sürekli İran'a dönmek istiyor. Neticede, çocukları olunca İran'a dönüyorlar. Henüz devrim olmamış ve Tayi, kocasının İran'da yaşadığı çevrenin de aslında İsviçre'den çok farklı olmadığını görüyor. Ama tam tersine, o da giderek dine daha çok bağlanmaya başlıyor. Ve devrim geliyor…
Yönetmen Khosrovani, elindeki ailesine ait görüntülere İran ve İsviçre’nin arşiv görüntülerini de ekleyerek, hem çok kişisel bir hikâye anlatıyor, hem de İran’ın değişim hikayesini, iki kültür arasında kalmışlığını anlatıyor.

Irani Bag (İran Çantası):
Önceki filmle aynı seansta izlediğimiz, İran sinemasında çantanın önemini anlatan bu kısa film, hiç dikkat etmediğim bir konuyu ele almış. İran sinemasında, kadın ve erkeğin dokunması yasak olduğu için bu hep bir obje üzerinden oluyor. Bu da çoğunlukla çanta. Kadın ve erkeğin el ele tutuşmaları, çantayı birer ucundan tutmak şeklinde gösteriliyor. Birbirlerine vurmaları, kavga etmeleri, her türlü fiziksel temas, çanta üzerinden oluyor. Ya da bir motora binerken araya konan çanta, aynı anda hem bir engel, hem bir temas nesnesi. İranlı yönetmenlerin en basit teması anlatabilmek için bile farklı çözüm yolları bulma çabalarını da görüyoruz. İran filmlerini izlerken, buna da dikkat etmek lazım.

Bella:
Amerika'daki modern dans camiası içinde önemli bir kişilik olan, Bella Lewitzky'nin hayatı üzerine bir belgesel. Bella, kesinlikle hayatı filme konu olmaya değer bir kişilikmiş. Onu tanıdığıma memnun oldum ama film çok bildik yapıda bir belgesel. Yönetmen Bridget Murnane, iyi bir arşiv çalışması yaparak, Bella'nın önemli dans gösterilerini ve sanatçı olarak durduğu noktayı belgelemiş ve önümüze getirmiş. Film, Bella'nın sansüre karşı durduğu bir basın açıklaması ile açılıp, geriye doğru gidiyor. Bella, kariyerine klasik bale ile başlamış. Bir dönem Hollywood filmlerinde hiç içine sinmeyen dansçı kadın rolleri oynamış. Sonradan esas kariyerini, bir modern dansçı ve koreograf olarak yapmış. Bu arada, komünist faaliyetler yürüttüğü gerekçesiyle, kara listeye girmiş. Bir dönem, dans topluluğunu ayakta tutmak için aldığı devlet desteğini, işin sansüre uzanacağını gördüğünde reddetmiş (filmin başındaki basın açıklaması da bununla ilgili zaten). Gördüğünüz gibi, dans alanındaki başarısı kadar, otoriteye karşı duruşu ile de önemli bir kişilikmiş.
Evet, film tüm bunları bize anlatıyor ama dediğim gibi, yıllardır kullanılan ve bir yenilik içermeyen bir belgesel formatıyla. Karakter ilginizi çektiyse, ilgiyle izleniyor ama belgesel sinema alanına yeni bir şey kattığını söylemek zor.
Ek olarak, aynı seansta gösterilen, Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada isimli kısa filmi zaten önüme çıkan her fırsatta övdüm. Tekrar övmeye gerek yok diyerek, tekrar öveyim. İzleyiniz...

Boşlukta:
Yönetmen Somnur Vardar'dan inşaat işçileri ve kent üzerine bir belgesel. Bir yandan, son dönemin en gözde sektörünün ayakta durmasını sağlayan ama haklarını almakta çok zorlanan işçilerin hayatına ve hayallerine bakıyor. Bunu yaparken temelde iki işçiyi takip ediyoruz ama şantiyelerdeki, yatakhanelerdeki ortamı da izleyerek, genel durumu da anlıyoruz. İşçiler arasında üniversite mezunları da var, daha eğitimsiz olanları da ama hayat ortak bir noktada buluşturmuş onları. Bir yandan hayatlarını sürdürüyorlar, bir yandan meydanlarda hak mücadelesindeler, bir yandan da hayallerinin peşindeler. Mesela yurtdışına gidip, hayatlarını kurtaracak bir para biriktirmek, onların da hayali. Film bir yandan da değişen fakat gelişemeyen kentin de bir portresini sunuyor. Koca bir şantiye haline gelen kentin, hafızasının yok olmasını, geçmişin yerini beton yığınların almasını da anlatıyor.
Benzer temalardaki filmlerin içinde, işçilerin hayatlarını tüm doğallığı ile yansıtması ile iyi bir yere oturuyor. Görünen o ki, bu temadaki filmleri izlemeye, önümüzdeki dönemde de devam edeceğiz.

Les années Super 8 (Super-8 Yılları):
Nobel edebiyat ödülü sahibi Annie Ernaux, kendi arşivindeki görüntüler üzerine yazdığı metni, oğlu ile birlikte bir film haline getirmiş. Yazarın eserlerine hakim olan ve seven okurlara önerebilirim sanırım ama bana pek geçmedi. Ortada çok farklı coğrafyalara giden, buralarda çeşitli faaliyetlere katılan bir aile ve bunları anlatan yoğun bir metin var. Filmin bir saatlik süresine rağmen, yoğunluğundan dolayı, hissedilen süresi daha fazla geldi bana. Aynı zamanda fazla kişisel buldum. Ama filmin isminden anladığım kadarıyla, yazarın Les Années (Seneler) kitabının bir tamamlayıcısı olarak görülebilir. En başta yazdığımı, biraz daha kısıtlayarak, bu kitabın hayranları daha çok keyif alacaktır diyeyim.

Ingeborg Bachmann - Reise in die Wüste (Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk):
Sanırım bu film için de, sadece Ingeborg Bachmann hayranlarına göre diyebilirim. Margarethe von Trotta'nın kariyerinde harika filmler var ama bu onlardan biri değil. Gerçi haksızlık da etmeyelim. Trotta, bu filmi 80'lerde çekmiş olsaydı, belki yine benzer şekilde çekerdi ve başarılı bulurduk ama filmin asıl sorunu, günümüz sinemasını yakalayamayışı. İyi bir oyuncu ile çekilmiş ve güzel görüntülerle bezenmiş bir biyografi filmi ama bu filmi benzer biyografi filmlerinden farklı bir yere koymuyor. Öne çıkması için, farklı bir şeyler yapması gerek ama filmin öyle bir çabası da yok. Filmin karşıma çıktığı üçüncü festival. Açıkçası çok da bir ümidim olmadığı için, diğerlerinde hep elemiştim. Bu kez izledim ama beni şaşırtacak bir unsur da bulamadım. İzlenir ama çok da iz bırakmaz.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN 

GALERİ


Diğer Yazılar