SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

26. GEZİCİ FESTİVAL İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1

29 Kasım 2021 Pazartesi 22:29
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bir yıldır fiziksel festivallere hasret kalmışken, bir anda hepsi arka arkaya gelmeye başladı. Bir yandan online kimi etkinlikler de devam etmekte. Vizyona da haftada 8-10 film giriyor. Biz sinemaseverler olarak yine, hangisine yetişeceğimizi şaşırmış durumdayız. Yine de tatlı bir yorgunluk diyerek, geçen sene yapılamamış olan Gezici Festival’in Ankara ayağının ilk üç gününde hangi filmleri izledik, onlara kısa kısa değinelim.

Brighton 4th (4. Sokaktaki Pansiyon):
Son dönemde fırsat buldukça, Gürcistan sinemasının yükselişinden bahsediyorum. Bu filmi, yakın dönemdeki diğer Gürcü filmleri kadar sevmesem de belli bir seviyeyi tutturmayı başarıyor. Sanırım biraz bildik geldiği için çok heyecanlandırmadı. Başta farklı bir karakterin hikayesi gibi girse de, Amerika'ya oğlunun yanına giden eski bir güreşçi babanın hikayesini anlatırken, biraz Amerikan bağımsızlarını hatırlatıyor. Yine de özellikle görsel olarak gösterişli ya da renkli karakterlerin cirit attığı bir mahalleden çok, daha melankolik mekanlarda dolaştırıyor bizi. Son dönemde Oscar kalibresinde işlerle karşımıza çıkan görüntü yönetmeni Phedon Papamichael, burada da başarılı. Kimi zaman, temposunu düşük bulduğum için sıkıldığımı da itiraf etmeliyim ama insanın içine dokunan finaline doğru tekrar yükseliyor.

Redemption of a Rogue (Serserinin Kefareti):
Ankara'da göğün delindiği bir günde, haftalarca yağmurun dinmediği bir kasabada geçen bir filmi izlemek ilginç bir tesadüf oldu. Yağmurdan sırılsıklam halde gelip, salonda da ıslanmaktan kurtulamadık adeta.
Günahlarıyla yüzleşmek için doğduğu kasabaya dönüp, kardeşiyle, babasıyla, eski sevgilisiyle konuştuktan sonra intihar etmeyi planlayan bir adamın hikayesini kara komedi kalıpları içinde izliyoruz. En baştan hastalık ve ölümle dalga geçebilmesi, filmin tonunu da belirliyor. Filmin mizahı, salondan farklı tepkiler aldı. Film sonunda izleyen arkadaşlarla konuştuğumda da herkesin eşit derecede sevmediğini gördüm. Mizahın oldukça sübjektif olduğunu kabul edip, benim zevkime hitap etti diyebilirim. Gayet eğlendim. Yönetmen Philip Doherty, anlatısına sağlam sinemasal karşılıklar bulmayı da başarmış. Özellikle geçmiş ve günümüz arasındaki geçişler, femme-fatale diyebileceğimiz karakterin dahil olduğu sahnelerde değişen tarz, sağlam kurulmuş. Bu arada film bolca İncil referansı da veriyor. Muhtemelen bir kısmını tam anlamamış olabilirim ama bunlar da filme ayrı bir katman ekliyordu. Herkesin çok sevmediğini düşünerek, temkinli bir öneri yapmış olayım.

Zuhal:
Antalya'da Nihal Yalçın'ın ödül alırken yaşadığı saçma sapan olayla gündem olan ama film olarak nasıl olduğu pek de konuşulmayan Zuhal'i, Gezici Festival'de izledik. Kusursuz denemez ama gayet iyi bir ilk film. Nihal Yalçın gerçekten başarılı. Zaten Ankara Film Festivali’nde izlediğimiz üç kısa filmde de Nihal Yalçın oynuyordu. Hepsinde de gayet iyi ve birbirini tekrarlamayan performanslar sunuyordu. Burada da bunlara bir yenisini eklemiş.
Film, kimsenin duymadığı bir kedi sesini duyan bir kadını anlatması ile ilk anda Memoria'yı akla getirdi. Ama bambaşka filmler elbette. Burada Zuhal, kediyi ararken apartmanındaki komşularla iletişime geçiyor, onların hayatlarına bazen doğrudan giriyor, bazen sadece gözlemci oluyor. Komşuların çoğu ilginç karakterler ama onları sadece Zuhal'in gördüğü kadar tanıdığımız için hayatlarına çok dahil olamıyoruz. Gerçi çok fazla komşu olduğu için, onları daha detaylı tanımaya kalksak, filmin süresi oldukça uzardı. Bu tercih doğru bence. Zaten hem komşular, hem anne, hem de erkek arkadaş gibi karakterlerin temel özellikleri öğrenebiliyoruz. Mesela Fatih Al'ın çok kısa bir sahnesi olduğu halde, konuşmaya başladığı ilk anda, uçana kaçana yazmaya çalışan bir karakter olduğunu hemen anlıyoruz (evet, sosyal medyada bu tip karakterlere çok uyan bir tanımlama var ama burada kullanmayayım).
Filmin tonu çoğunlukla komedi üzerinden gitse de o komedi ile birlikte bazen tekinsiz, bazen duygusal anlar da yakalayabiliyor. Komedisi de her sahnede olmasa da çoğunda işliyor. Filme adını veren karakter Zuhal olsa da pek çok farklı kadın karakterin hikayesine de dahil oluyoruz. Bunların çoğunda da kadın dayanışması anları yakaladığımı söyleyebilirim. Gerçi yönetmen, söyleşide kadın karakterler ile ilgili farklı bir açıklama yaptı. Bu arada söyleşide Nazlı Elif Durlu, çok samimi ve açık bir görüntü çizdi. Bazı yönetmenler, filmde kullandıkları simgeleri açıklamaktan imtina ederler, seyirci ne anladıysa o, derler ama bu söyleşide öyle olmadı. İlk film heyecanı da vardı biraz sanki. Bunun yanında, filmde kullandığı metaforların altını çok çizmemesi, seyirciye anlamadıysanız, bir daha anlatayım dememesini başarılı buldum.
Festival döngüsü bittikten sonra, vizyona da girecektir mutlaka. Bence şimdiden notunuzu alın.

Futura (Gelecek):
İtalya'nın önemli yönetmenlerinden üçü, gençlerin gelecekten ne beklediklerini belgelemek ve onlarla söyleşiler yapmak üzere, İtalya'nın farklı bölgelerine dağılıyorlar. İtalya, Türkiye'ye benzer denir ya, gençlerin dertleri de benziyormuş aslında. Orada da gençler gelecekten ümitsiz, İtalya'da kendilerine bir gelecek göremiyorlar ve yurt dışına gitmek istiyorlar, gelir eşitsizliğinden şikayetçiler, azınlık sayılabilecek gruplar, ötekileştirilmekten şikayetçiler ve genel olarak yükselen bir öfkeleri var. Elbette, düzenle daha uyumlu, yaşanan olumsuzlukları kabullenen gençler de var ama bu da doğal. Her zaman olacaktır. Tüm bunları belgelemekte olan film, bu şekilde de gayet etkili olacakmış aslında ama bir de çekimler sırasında pandemi patlayınca, başka bir düzleme kayıyor. İlk dalgada çekimler duruyor zaten. Yaz sonu her şey iyiye giderken bu iş bitti deniyor ama sonra ikinci kapanma geliyor. Film tüm bunların gençler üzerindeki etkisini gözlemleyerek önemli bir belge haline geliyor. Farklı ekonomik ve sosyal yapıda olan şehirlerde yaşayan gençlerin görüşlerindeki farklılık da dikkat çekiyor. Filmi izlerken aklıma Pasolini’nin yıllar önce yaptığı benzer yapıdaki bir belgesel geldi. Onu yakın zamanda izlediğimde, bazı şeylerin ne kadar değiştiğini ama bazı şeylerin de aynı kaldığını düşünmüştüm. Bu filmi de yıllar sonra izlediğimizde aynı şeyi düşüneceğiz muhtemelen.

Mes frères, et moi (Kardeşlerim ve Ben):
Fransa'nın güney bölgelerinde yaşayan 14 yaşında bir gencin, hayatında önemli olayların yaşandığı bir yazı konu alan bir film. Gencimiz, üç abisi ve hasta annesi ile beraber yaşıyor ve operaya çok ilgi duyuyor. Zaman zaman, yine bir büyüme hikayesi dedim ama iyisi olduğu sürece de bir sıkıntı yok aslında. Burada da ana karakterin müzik tutkusu, abileri olan ilişkisi gayet iyi verilmiş. Birbirlerinden farklı özelliklere sahip abileri de birer stereotipe dönüştürmeden, altlarını doldurarak anlatılabilmiş. Oyuncular da başarılı performanslar sergilemişler. Olumlu yanlarına karşın, bir görülmüşlük duygusu verdiğini de inkâr edemeyeceğim. Çok belirgin bir sorunu olmadığı halde, festivallerde çok öne çıkmamasını da buna bağlayabiliriz sanırım.

Yaramaz Çocuklar:
Yönetmen Ahmet Necdet Çupur'un kendi ailesi içinden çıkan iki öyküyü anlattığı, Türkiye’de kadın olmak üzerinden okunabilecek bir belgesel. Adana'da en iyi film ödülü aldığında epey tartışılmıştı. Özellikle belgesel-kurmaca arası yapısı konuşulmuştu. Ankara Film Festivali’nde de belgesel yarışmasında gösterilmişti. Nihayet Gezici'de yakalayabildim. Yönetmenin, çok yakın olduğu insanlardan kendini mümkün olduğunca uzaklaştırarak bir film çekmesi zor iş. Anlattığı konu da önemli ama benim asıl derdim, bazı sahnelerin çok yapay ve sanki sonradan canlandırma şeklinde çekilmiş hissi vermesiydi. Bunu yönetmene söyleşide de sordum ama kesinlikle önceden yazılmış diyaloglar ya da canlandırma gibi şeyler olmadığını söyledi. Bu durumda, o şekilde çekilmediğini kabul etmemiz lazım ama kimi sahnelerde bana o doğallık geçmedi ne yazık ki. Yalnız, başka bir sorunun cevabında, çektiklerinin bir film olabileceğini düşünmeye başladıkça, ele aldığı karakterlerin biraz kameraya oynadıklarını, o sahneleri mümkün olduğunca kullanmadığını da söyledi. Belki de benim doğal bulmadığım sahneler, öyle anlardır. Filmin pek çok yabancı ortağı var. İzleyiciler arasında, Türkiye'de yaşayan bir yabancı seyirci de çok duygulandı, hatta ağlamaktan sorusunu soramadı. Belki de bizim maalesef kanıksadığımız bazı olaylar, onlar için daha ilgi çekici olmuş. Ben çok umduğumu bulamadım ama sanırım vizyona da girecek. Bence izleyip, tartışmalar içinde nerede durduğunuza kendiniz karar verin.

Ankara’dan Etkinlikler:
Zaten Gezici Festival devam etmekte. Ankara’daki vizyon dışındaki temel sinema etkinliğinin bu olduğunu söyleyebiliriz.

Ayrıca, 4 Aralık’ta Fransız Kültür Merkezi’nde Tout en haut du monde filmi gösterilecek.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar