25. UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1
Ankaralı sinefiller olarak, geçtiğimiz haftayı Uçan Süpürge Kadın Filmleri festivalini takip ederek geçirdik. Bu yazı yazıldığında, son gününe girdiğimiz festival, birkaç nazar boncuğu aksaklık dışında çok iyi gitti. Program da gayet iyiydi. Vakit kaybetmeden, festivalin ilk günlerinde izlediğim filmlere geçelim.
Carajita (Kerata):
Kendi çocuklarını uzaklarda bırakıp, başka bir ailenin yanında çalışan, onların çocuklarına bakıp büyüten karakterler ile ilgili epeyce film izledik son yıllarda. Bu da onlardan biri. Ama bu kez, iki ailenin yollarını çok daha sert bir şekilde kesiştiriyor. Filmin ortasında yer alan kritik olay, özetinde de yazılmamış olduğu için oraya hiç girmeyeyim. Aslında o sahnenin nereye gideceği de çok göstere göstere geldi. Oradan sonra filmin kalıp değiştirdiği ve asıl derdini anlatmaya giriştiği söylenebilir. Sonraki kısımdaki vicdani açmaz da fena işlenmemiş ama filmin en sevdiğim sahnesi, kuzenin, karşısındaki zengin aileye öfkesini kustuğu sahne oldu.
Genel olarak kurulan mizansenleri ve oyunculukları da beğendim ama toplamda tam bir tatmin duygusu da vermedi. Benzer birkaç filmdeki kadar etkilenmedim yani.
A Feature Film About Life (Hayat Üzerine Bir Film):
Adıyla çok belirgin bir biçimde, Kieslowski'nin meşhur filmine gönderme yapan bu film, aslına bakarsanız, hayattan çok ölümle ilgili. Ya da şöyle diyelim, ölümün de hayatın bir parçası olmasıyla ilgili. Arkadaşları ile tatil yapıp eğlenirken babasının ölüm haberini alan Dovilė’in geri dönüp cenaze töreni ile ilgilenmesini anlatan filmde, yönetmen ana karaktere kendi adını vermiş. Filme de kendi babasının kaybı sonrası başlamış zaten. Hatta, eğer yanlışım yoksa, filmdeki VHS'den gelen eski görüntüler de gerçekten kendi çocukluk görüntüleri. Demek ki, tümüyle gerçek olmasa da, yönetmenin kendi hayatının içinden çıkıp gelen, kişisel, belki de bir nevi terapi filmi. Aslında film fena da işlemiyor, geçmiş-günümüz geçişlerini de sevdim ama fazla uzamış diye düşündüm. Çok belirgin şekilde bitebileceği 1-2 yer var, oraları pas geçip, aynı duygular üzerinde dönmeye devam ediyor.
Mafifa:
Yönetmen Daniela Muñoz Barroso'nun, Küba'nın bir ucundan diğer ucuna yaptığı yolculukta, genç yaşta hayatını kaybetmiş olan kadın müzisyen Mafifa'nın izini sürmesini anlatan bir belgesel. Yönetmenin kendisini de filmin içine dahil ettiği, hatta kendi işitme problemini filmin bir parçası haline getirdiği bir yapım olarak ilginç. Aslında Mafifa da ilginç bir karakter ama daha fazla malzeme bulunup, daha kapsamlı bir portre çıkabilirdi. Filmin fazlasıyla yakın plana dayanan görüntü tercihlerini de fazla yorucu bulduğumu söylemeliyim. Gerçi bunu muhtemelen yönetmenin işitme problemi ile ilişkilendirmek lazım diye düşünürken, söyleşide bir arkadaş bunu çok güzel toparlayıp sordu. Fakat, orada da galiba bir "lost in translation" durumu oldu, yönetmenin soruyu ne kadar anladığından emin olamadım. Ama evet, bu tercihin bilinçli ve bir amaca hizmet ettiğini anlasam da filmi izlemeyi zorlaştırdığı da bir gerçek.
Stop-Zemlia (Dursun Dünya):
Ukrayna'dan gelen bu filmde, liseyi bitirmek üzere olan üç arkadaşın gençlik hallerine, kafa karışıklıklarına, yeni keşfettikleri hislere tanıklık ediyoruz. Berlinale'nin Generation bölümüne çok uygunmuş gerçekten ve ödül de almış zaten. Film, karakterlerin hislerini, açmazlarını yansıtmakta oldukça başarılı. Büyük bir çoğunluğu, kendi isimlerinde ve muhtemelen kendilerine benzer karakterleri canlandırıyorlar ve onlar da gayet iyiler. Fakat filmin bazı kısımlarının fazlasıyla uzun tutulduğunu düşündüm. Özellikle finale doğru olan parti sahneleri, bitmek bilmedi. Filmin iki saatlik süresi biraz kısaltılsa, daha çok sevecektim sanırım.
Poly Styrene: I Am a Cliché (Poly Styrene: Ben Bir Klişeyim):
Yine kadın bir müzisyen üzerine bir belgesel ama bunu Mafifa'ya göre çok daha fazla sevdim. Öncelikle, filmin yönetmenlerinden birinin, Poly Styrene'in kızı olması, filme içeriden bir bakış katmış. Aslında bu kişisel bakışın, anneyi fazlasıyla övmek ya da gömmek gibi bir riski olabilirmiş ama Celeste Bell, annesi ile arasındaki sevgi-nefret ilişkisinden dengeli bir portre çıkarmayı başarmış. Arşiv materyalleri ve söyleşiler açısından da zengin bir belgesel. Ama müzisyen bir kişiliğin belgeseli olsa da, müzik açısından biraz zayıf. Film sonundaki söyleşide, bu da şöyle açıklandı. Poly Styrene ve grubu X-Ray Spex'in şarkılarının telifleri kendilerinde olmadığı için, pek çok şarkıyı filmde kullanamamışlar. Yine de hem enerjik, hem hüzünlü, hem de öfkeli olan bu belgesel, festivalin ilk günlerindeki favorilerimden biri oldu. Özellikle müzik belgesellerini ve punk-rock dönemini sevenlere öneririm.
Bu Ben Değilim:
Toplum içinde kendi kimliklerini açıklamadan yaşayan, evlenip, çocuk yapan, bırakın toplumu, zaman zaman kendilerine bile cinsel yönelimlerini itiraf edemeyen erkek eşcinseller üzerine başarılı diyebileceğim bir belgesel. Hikayeleri anlatılan kişilerin çoğunun yüzü görünmüyor. Gerçi onları tanıyanlar için, seslerinden, yürüyüşlerinden vs. "aaaa, bu bizim bilmemkim abi" demek zor olmayacaktır ama herhalde onlar için tehlikeli olabilecek kişilerin, bu belgeselle yolları kesişmeyecektir. Anlatılan bazı hikayeler çok tanıdık aslında ama genel seyirci için öyle olmayabileceğini, film sonrasındaki sorulardan anladım. Oraya sonra gelirim.
Ama mesela, “eşcinselim ama bu ilişkim de bir yere varmazsa, bir kadınla evleneceğim, onlar daha sadık” söylemi bana da ilginç geldi. Filmin genel olarak, seçtiği karakterlerle geniş bir yelpaze sunabildiğini düşünsem de, yine seyirci sorularında da geldiği gibi, taraflardan birinin hem karısına hem partnerine ciddi şiddet uyguladığı halde, romantize edilmesi, beni de rahatsız etti. Film bunun yanında, perdede hiçbirini görmediğimiz halde, hiç bilmeden eşcinsel erkeklerle evlenen kadınların da en büyük mağdurlardan biri olduğunu anlatmayı başarmış. Kimi durumu sorgulayınca dayak yemiş, kimi arzu ettiği halde, kocası ile ancak yılda bir cinsellik yaşamış vs.
Seyirci sorularına gelirsek, filmin nasıl bir kitleye gösterildiğinin algıyı ne kadar değiştirdiğini görmek, film kadar ilginçti bence. Mesela KuirFest'te gösterilse, daha soru sorulurken büyük tepki alabilecek söylemler, burada anlayışla karşılandı. Soran iyi niyetliydi çünkü. Örnek vermek gerekirse, bir soruda "hastalık" nitelemesi geldi, "normal-anormal" kavramları havalarda uçuştu, "ama bunlara bakıldığında eşcinsel oldukları hiç anlaşılmıyor" dendi, eşcinsel ilişkide her zaman bir tarafın kadın, bir tarafın erkek rolü üstlendiğine dair ön kabuller geldi. Bu örneklerin hepsi sorunlu söylemlerdi aslında ama işte soru soran kişilerin bu konularda, bazı kavramlara hiç aşina olmadıkları, ama bu cümleleri kötü niyetle kurmadıkları da belliydi.
Sonne:
Bu seneki Berlinale Encounters bölümünden gelen bir film. Aslında bu bölümdeki filmler, biraz daha izlemesi zor filmler oluyor ama bu gayet rahat izlenen, zaman zaman çok da eğlenceli bir filmdi. Hani diyoruz ya, insanlar içinde bulundukları toplulukla ilgili şaka yapabilirler ama başkaları yaparsa sıkıntı diye, bu film tam da bunun bir örneği. Filmin özellikle ilk yarısında Kürt ve Müslüman olmak ile ilgili epeyce şaka var. Ama yönetmen de Kürt ve Müslüman zaten. Aynı şakalar dışarıdan gelse, epey tepki alabilirdi. Bunun yanında Merkel'in kafasını çıplak bir vücut üzerine yerleştirmek gibi şakalar da yapıyor gerçi.
Hikâyenin çıkış noktası olan, üç kızın, çarşaf giyip, "Losing my Religion"a klip çekmeleri yeterince absürd ve komik zaten. Klip Youtube'da patlayınca, bunlar da sürekli birtakım etkinliklere, genelde de Kürt düğünlerine çağırılıp, aynı şarkıyı söylemeye devam ediyorlar. Repertuarlarında başka şarkı yok zaten. Buralar da çok eğlenceli.
Ama bir yandan, özel yaşamında da çarşaf giyen tek karakterin, ben çarşaf giyiyorum diye, senin kafandaki sınırlara göre yaşamak zorunda değilim isyanları da çok etkiliydi. Bu arada babanın inanılmaz anlayışlı olduğunu da not olarak düşelim. Hatta inandırıcılığın sınırlarını zorlayacak kadar anlayışlıydı.
Genel olarak epey beğendim diyebileceğim bir filmdi ama finale girerken, karakterlerden bazılarının aldığı bir karar var ki, o notumu düşürdü. O alınan kararın altı doldurulmuş olsa itirazım olmazdı ama çok havada kalınca, filmin son bloğu da etkisini yitirdi benim için.
Yine de yönetmenin görsel olarak normal kadraj ile telefon kadrajı arasında sık sık gelip gittiği bu film, festivalin aklımda kalan filmlerinden olur.
Crai Nou (Mavi Ay):
Romanya'da varlıklı sayılabilecek ama tutucu, geniş bir aileye mensup, üniversiteye gitme planları yapan genç bir kızın yaşadığı cinsel istismar sonrası gelişen olayları konu alan bir film. Hikâyenin ilk akla gelen şekilde gelişmediğini söyleyebiliriz. Bu bir artı belki ama özellikle karakterlerde inandırıcı olmayan durumlar da var. Bunlar da senaryoyu zayıflatıyor. Ama görsel açıdan üzerinde itina ile çalışılmış bir film olduğu da belli. Film sonrasındaki söyleşide, başrol oyuncusu da çekimler öncesinde çok uzun prova yaptıklarını, hiçbir şeyin doğaçlama olmadığını ve çekim öncesinde kamera ile oyuncuların durduğu yer ve hareketlerinin çok net belli olduğunu söyledi zaten. Ama oyuncuları sürekli takip eden hareketli kameranın da yorucu olduğunu itiraf etmeliyim.
Film de genel olarak, artıları ve eksilerinin birbirini dengelediği bir yapım oldu benim için. İlk yarısındaki olay örgüsünü daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.
Bitmemiş Cümleler:
Aslı Erdoğan'ın Türkiye'de hapisten çıktıktan sonraki dönemine ve Almanya'daki sürgün günlerine odaklanan bir belgesel. Elbette çok yakın zamandaki beyin kanaması olayından önce bitmiş bir belgesel ama sağlık durumundaki kötüleşmeyi görüyoruz. En az fiziksel sorunlar kadar önemlisi ve acısı ise (ki, ikisi de birbirini tetikliyor muhtemelen) Aslı Erdoğan'ın bir süredir, yazma isteğini de yitirmiş olması. Belgeselin en üzüntü verici tarafı oydu. Umuyoruz hem sağlık durumu düzelir, hem de yazma isteği yerine gelir. Ona, onun gibi insanlara çok ihtiyacımız var.
Belgesele gelince, uzun soluklu bir çalışmanın sonucu ama bildik belgesel kalıplarını kıran bir yapım değil. Zaten buna niyeti olmadığı da belli. Bu yüzden, karşımda tam olarak beklediğim tarzda bir film bulduğumu söyleyebilirim. Derdini anlatıyor ama fazlasını da yapmıyor. Anlattığı konunun önemi nedeniyle izlenebilecek filmlerden biri.
Gerda:
Rusya'da annesi ile beraber yaşayan, bir yandan evi çekip çevirirken, bir yandan annesine bakan, gündüz öğrencilik, gece bir striptiz kulübünde dansçılık yapan genç bir kadının hikayesini izliyoruz. Zaman zaman umut kırıntıları olsa da Rusya'nın mevcut durumuna epey karanlık bir bakış. Gerda'nın ödevi kapsamında yaptığı anketler dolayısıyla, Rusya'nın geçmişine de bir bakış atıyoruz ki, film oraya dair de çok olumlu şeyler söylemiyor aslında. Güçlü bir film, başrolde Anastasiya Krasovskaya da gayet iyi fakat film, bir türlü bitemiyor. Bir ara fazlalık gibi gördüğüm, fantastik rüya sahneleri, annenin konuşması ile bir anlam kazanıyor ama film o konuşmada bitebilirdi rahatlıkla. Film 111 dakika ama wiki'de, muhtemelen yanlışlıkla 90 dakika yazılmış. Aslında ideal süresi de oymuş bence.
Bir de filmde, anket için gidilen evlerin nasıl seçildiğine dair bir bilgi var mıydı hatırlamıyorum ama bayağı yanlış örneklem seçimi. 80 yaşlarında bir kadına, gelecekteki maaş beklentisini sormazsın mesela.
Yine de bazı sorunlarına karşın, festivalin aklımda kalacak filmlerinden biri olur.
Vera andrron detin (Vera Denizi Düşlüyor):
Her ne kadar güçlü bir kadın olsa da kendisini genellikle, bir yargıç olan kocası üzerinden tanımlayan, aslında bunu seçen Vera'nın kocasının ölümü, daha doğrusu intiharı sonrasında yaşadıklarının hikayesi. Kocası öldükten sonra onun adının kötü anılmaması için intiharını gizlemeye çalışan Vera, giderek gizlemesi gereken çok daha fazla şey olduğunu öğrenmeye başlıyor. Bir yandan da kocası ile ortak mülkiyet hakkına sahip olduğu bir evi, elinde tutmaya çalışıyor. Yasal olarak ev onun belki ama gelenekler öyle demiyor. Film sonrası söyleşide yönetmen, Kosova'da pek çok kadının, yasal olarak sahip olmaları gereken mülkiyet haklarını alamadığından, "gönüllü olarak" devrettiğinden bahsetti. Evet, bir yargıcın eşi olsanız da. Hikayesi merakla takip edilirken, iyi oyunculuklar da izliyoruz. Görsel yapısı ile çok öne çıkmasa da, rahat izlenen, kadının özgürleşmesi üzerine sorular açan bir yapım.
Ese Fin de Semana (O Hafta Sonu):
Yıllar sonra, terk ettiği evine geri dönen Julia'nın kızı ile birlikte geçirdiği ve geçmişten kalan bazı hesapları kapamaya çalıştığı bir hafta sonunu anlatan bir film. Festivalin iddiasız ama hoş filmlerinden. Hem anne, hem kız açısından o iki günün önemini vermeyi de başarıyor.
Yönetmen, küçük ve samimi bir hikâye anlattığının farkında, sinema dilini de buna uygun bir şekilde kurmuş. Çok iyi değil belki, ama çok önemli bir film iddiasına girip, altında ezilen filmlere tercih ederim.
Piccolo Corpo (Küçük Beden):
Ölü doğan çocuğunun arafta kalmaması için onu vaftiz ettirmek için uğraşan, bunun için onun bir anlık da olsa hayata dönüp nefes almasını sağlamaya çalışan Agata’nın, çocuğunun bedeni ile birlikte kutsal dağlara yolculuğu. Esasen gayet iyi çekilmiş, etkileyici sahneleri olan bir film. Agata’nın yol arkadaşı üzerinden kuir okumalar da yapılabilir. Ama hikayedeki bazı mantıksız gelen unsurlar filmden uzaklaştırıyor. Hayır, işin fantastik tarafına mantıksız demiyorum tabii ki. Zaten, fantastik tarafları bir kenara bırakılıp, 100 yıldan daha öncesinde geçen bir yolculuk hikayesi olarak da izlenebilir. İyi ya da kötü diyemeyip, ortada kaldığım filmlerden.
Haftaya festivalin geri kalan filmlerinde görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN