24. UÇAN SÜPÜRGE ULUSLARARASI KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ -ÇEVRİMİÇİ SEÇKİ
Geçen yıl tümüyle çevrimiçi olarak düzenlenen Uçan Süpürge, bu yıl programını ikiye ayırdı. İlk hafta çevrimiçi gösterimler yapıldı, 5 Haziran itibariyle de fiziksel gösterimler başladı. Evet, sinema salonları 1 Temmuz’a kadar kapanmış olabilir ama Ankaralı sinemaseverler, salonda film izleme özlemlerini Cermodern ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin kapalı salonlarında giderebilirler. Elbette şiddeti azalmış gözükse de pandemi devam ediyor, bu nedenle kapalı salonlara girip girmemek, herkesin kendi kararı ama kapasitenin %50’ye düşürüldüğünü hatırlatalım. Ne yazık ki gece yasakları 22.00’da başladığı için planlanan açık hava gösterimleri de kapalı salonlara alınmak durumunda kalındı. Bunu da önlemlerin doğurduğu çelişkili bir sonuç olarak görebiliriz. Eminim ki, şu anda kapalı salonda film izlemeyi düşünmeyen bazı seyirciler açık havaya gelecekti.
Bu arada, bu tarz hibrid festivallerin, normalleşme sonrası da bir boşluğu doldurabileceğini düşündüğümü tekrarlamalıyım. Bu konuda bir yazı yazmıştım zaten ama festivallerin düzenlendiği şehirlere gelemeyen ya da bazı filmlere zamanını uyduramayan sinemaseverler için festival seçkilerinin bir kısmını çevrimiçi vermek, iyi bir alternatif olacaktır.
Uçan Süpürge’nin çevrimiçi seçkisinde 16 film gösterildi. Bunların bir kısmını daha önce farklı festivallerde izleme fırsatımız olmuştu. Bu 16 film içinde, ilk kez bu festivalde izlediğim filmler arasından öne çıkanlar hakkında, sosyal medyada da belirttiğim fikirlerimi kısaca toparlayayım:
La boda de Rosa (Rosa’nın Düğünü):
40'lı yaşlarda bir kadının, tüm ailesinin yükünü sırtlandığını ve kendi isteklerine hiç vakit ayıramadığını fark etmesi sonrası hayatını değiştirme kararı ve bunun ilk adımı olarak, kendi kendisi ile evlenmesini konu alan bir film. Bir insanın kendi kendisi ile evlenme olayı ilginç bir çıkış noktası ama orta yaşlı bir kadının hayatını değiştirme çabasını anlatan benzer filmlerden çok bir farkı yok. Rosa’nın babası, kardeşleri ve kızını da denkleme katınca ilk akla gelen yollardan ilerleyen bir senaryosu var. Ama Uçan Süpürge’nin konseptine çok uygun bir film. Hatta fiziksel olarak gösterilip, sonrasında söyleşi yapılsaydı gayet olumlu yorumlar alacağını da tahmin ediyorum ama yönetmen Icíar Bollaín’in filmografisinde çok üstlerde durmuyor. Yeri gelmişken, yönetmenin yanlış hatırlamıyorsam ilk kez yine Uçan Süpürge’de izlediğimiz Gözlerimi de Al (Te doy mis ojos) filmini izlemeyenlere önermiş olayım. Üzerinden 20 yıla yakın zaman geçmiş. Bilmeyenler vardır mutlaka.
Salir de Puta (Sokaklara):
Arjantin'de feminist hareketin içinde aktif olarak yer alan seks işçilerinin taleplerini anlatan iyi bir belgesel. Hareketin içinde birbirine zıt görüşteki grupların fikirlerini kapsamlı olarak yansıtıyor ama taraf tutmuyor. Taraflardan biri, seks işçiliği diğerleri gibi bir meslektir, yasalarla tanımlanmalı ve düzenlemeleri olmalıdır, kadının rızası varsa suç olmamalıdır, bu işin bir sömürü haline gelmesine ancak böyle engel olunur diyor. Diğer tarafsa, bu bir meslek olamaz, ne olursa olsun bir sömürü düzenidir, tamamen yasaklanmalı ve genelevler kapatılmalıdır diyor. Her iki tarafın mensupları da halen ya da eskiden seks işçiliği yapmış olan kadınlar. Onları dinleyince, bazı şeyleri genellememek gerektiğini anlıyoruz. Biri, az çalışıp çok para kazandım, kendime kalan vakitte üniversite okudum derken, bir diğeri günde 30 erkekle yattığım oldu, ancak karnımı doyurabilecek kadar para kazandım diyebiliyor. Fiziksel gösterimde olsaydı, arkasından güzel bir panel gelebilirdi.
Bu arada filmin orijinal adında da geçen “puta” kelimesi, “orospu” olarak kullanılsa daha doğru olurmuş sanki. Siyahların “nigger” gibi küfür olarak kullanılan bir kelimeyi, kendi aralarında kullanarak dili dönüştürmelerinin bir benzerini yapıyorlar çünkü.
Arba Imahot (Dört Anne):
Bazen bir şeyleri değiştirebilmek için, sadece birkaç kişinin çabasının bile ne kadar önemli olduğunu gösteren bir belgesel. 90’ların sonunda, oğulları askerde olan 4 İsrailli anne, İsrail askerlerinin Lübnan'dan çekilmesi için bir kampanya başlatıyorlar. Kampanya giderek büyüyor, buna paralel olarak karşılaştıkları direnç ve muhalefet de büyüyor. Onların cephedeki askerleri olumsuz etkilediğini söyleyenler oluyor. Ama neticede İsrail, Lübnan'dan çıkıyor. Bu belgesel de o günlerin arşiv görüntüleri ile günümüz söyleşilerini birleştirmiş. Film o günleri kapsamlı bir şekilde anlatmış. Burada bir sorun yok ama o günlerde, oğullarımız boş yere ölüyor diyen annelerin İsrail’in bugünkü durumu hakkında ne düşündüğünü merak etmeden duramıyoruz. Sanki İsrail’in Lübnan’dan çıkması ile her şey bitmiş, sorunlar düzelmiş gibi bir havası var ki, belgeselin en ciddi sorunu da bu bence. Eminim filmin fiziksel gösterimi yapılıp, yönetmen de katılsaydı, bu konu çok gündeme gelirdi.
Filmin en etkileyici anlarından biri, cephedeki askerlerin Bohemian Rhapsody’yi söyledikleri andı. Neden etkileyiciydi derseniz, sözlerini bir hatırlayın derim.
A River Runs, Turns, Erases, Replaces (Nehir Akar, Kıvrılır, Siler, Yerine Koyar):
Pandemi ile birlikte, hayatımıza pandemi filmleri kavramının da girdiğini söyleyebiliriz. Pandemi ile adını zihinlerimize kazıdığımız Wuhan'dan, Wuhan'ın ortasından geçen Yangtze nehrinden kesitler sunan bu film de onlardan biri. Bazı kalabalık görüntüler de olduğuna göre sanırım çekimler önceden başlamış ama sonradan film buna evrilmiş. Wuhan'ın boş sokaklarını, neon lambalı geceleri ve sel basmış sokakları arasındaki tezatı, nehir görüntülerini uzun uzun izliyoruz.
“Uzun uzun” burada anahtar kelime. Bu diyalogsuz filmde, bahsettiğim görüntüleri hareketsiz kameralardan gerçekten uzun uzun, epey uzun izliyoruz. Çok aralıklı olarak (sanırım 4-5 kez) bir dış ses, salgında hayatını kaybedenlerin yakınlarının, onlara yazdıkları mektupları okuyor. Gidenlerin arkasından onlara olan özlemi, bıraktıkları boşlukları anlatan bu mektuplar gerçekten çok etkileyici. Fakat filmin geri kalanı benim için fazla yavaş ve durgun oldu. Ama filmin adı, en sevdiğiniz film isimleri listesine girdi bile. Bu arada, filmin çok sevenleri olduğunu notuna da düşeyim.
Beyaz İsyan (White Riot):
1970'lerde İngiltere'de yükselen ırkçı partilere karşı kurulan Irkçılığa Karşı Rock (Rock Against Racism-RAR) hareketini ve düzenledikleri büyük konserleri anlatan bir belgesel. Bu tarz müzik belgesellerin klasik yapısını kullanıyor. Arşiv görüntüleri ve günümüzden gelen söyleşiler bir arada. Ama zaman zaman RAR’ın o dönem çıkardığı fanzinin tarzını filme de yansıtmayı da başarıyor. Çok bilmediğim bir hareketi anlattığı için de ilgimi çeken bir film oldu. Bu arada, yine bilmediğim bir olay olarak Eric Clapton'un o dönemki ırkçı söylemleri de üzdü. Onun ve David Bowie'nin benzer açıklamaları, RAR'ın kuruluşunda önemli bir çıkış noktası olmuş.
Wanda, mein Wunder (Sen Ne Muhteşemsin Wanda):
Polonyalı bir kadının, İsviçre'deki bir ailenin en yaşlı bireyine bakmak için, çocuklarını ülkesinde bırakıp işe başladıktan sonra gelişen olayları anlatan bir komedi. Filmin konusundan bahsetmeden yorum yapmak biraz zor ama o da spoiler olacak. Wanda'nın evdeki erkeklerin dikkatini çekmesinin kilit rol oynadığını söyleyeyim sadece. Hikâyenin bazı noktaları inandırıcılık sınırlarını zorluyor ama yine de keyifle ve rahatça izleniyor. Zaten filmin Vancouver'da seyirci ödülü almasından da seyirciyi hemen kavrayan bir film olduğu anlaşılabilir. Oyuncuların performansları ve uyumları da iyi. Hoşça vakit geçirmek için, beklentiyi büyütmeden izlenebilir diyeyim.
Öneriler:
Son olarak önümüzdeki hafta boyunca gerçekleşecek fiziksel gösterimler için de daha önce izlediğim filmler içinden, farklı türleri de gözeten, on filmlik bir öneri listesi yapayım (alfabetik):
Ah Gözel İstanbul
Bir Daha Asla Kar Yağmayacak (Never Gonna Snow Again)
Gizli Yüz
Gurbet Artık Bir Ev
Hayaletler
Küçük Anne (Petite maman)
Mamaville
Nereye Gidiyorsun Aida? (Quo vadis, Aida?)
Shirley
Walchensee Forever
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN