SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

2024'ÜN İLK FİLMLERİ

21 Ocak 2024 Pazar 21:42
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen yazımızda, 2023’den kalan filmlerden bahsettikten sonra, bu hafta yeni yılın yeni filmlerine bakmaya başlayalım. Öncelikle Jason Statham’ın ve Taika Waititi'nin yeni filmlerine bir göz atalım. Mesaj kaygılı ama başarısız bir yerli komediden sonra, bir Disney filminde fazlaca esinlenmiş bir animasyona bakalım. Ve yazımızı, geçen seneden bu seneye sarkan bir korku filmi ile tamamlayalım.

The Beekeeper (Arıcı: Ölüm Kovanı):
Standart bir Jason Statham aksiyon filmi. Eski bir ajan olan Jason abimiz, sevdiği bir insanın intikamını almak için, yeminini bozuyor ve önüne geleni dövüyor, vuruyor, patlatıyor, türlü farklı şekillerde öldürüyor ve en tepeye kadar gidiyor. En tepe derken, şimdi spoiler vermeyeyim de gerçekten en tepeye gidiyor. Aksiyon sahneleri bu tip, tek kişilik ordu filmlerde hep olduğu gibi, karakterimizin adeta bir süper kahraman olduğunu kabullenirseniz fena değil ama senaryo bayağı kötü.
Daha en başta, hikâyeyi tetiklemek için kullanılan intihar olayı mesela. Tamam, seni dolandırıp bütün birikimini almışlar, hayır işi yapman için gönderilen para da gitmiş anladım da, kızın FBI'da ajanken, onu arar, bu dolandırıcıları bulamaz mısınız diye bir sorarsın, be ablacım. Dolandırıcıların hali de ayrı bir komik. Bilgisayardan pek anlamayan yaşlıları dolandırmak için dev şirketler kurulmuş, bir de her dolandırdıkları kişi için parti verecek gibi bir havaları var. Bu olayın nereye uzandığına hiç girmiyorum, orası ayrı bir saçmalık. Yani kara para oralara kadar gitmez demiyorum da, bu kadar direkt de olmaz. Bir de Jason abimizin eskiden içinde olduğu, gizli servisten daha gizli olan Arıcılar var. Burada sanki John Wick tarzı bir mitoloji kurulmak istenmiş ama film oraya da pek girmiyor.
Ayrıca, film pat diye bitiyor. Devam filmine çengel atacak bir post-credits sahnesi geleceğinden emindim, o da gelmedi.
Peki filmin en sevdiğim tarafı ne? Jeremy Irons. Karizmanın öteki adı olan Irons, bu filmde bile parıldamayı başarmış. Son yıllarda hep yan rollerde görüyoruz kendisini. Şöyle iyi bir proje çıksa da, Anthony Hopkins misali kariyerinin son yıllarında tekrar bir Oscar potasına girse keşke.

Next Goal Wins (Atan Kazanır):
Bir ara, bu filmin adı muhtemel Oscar adayları arasında geçiyordu. Bir ara derken, iki-üç yıl önce falan. Sonra vizyon takvimi yılan hikayesine döndü (2019'da çekildi, yeni vizyona girdi), bazı sahneleri yeniden çekilmek zorunda kalındı ve yarattığı heyecan söndü. Ama zaten pek de potansiyeli yokmuş.
Çok standart bir film kalıbı: Bir spor takımı, çok büyük başarısızlıklar yaşamaktadır. Takımın başına başarılı ama o da kişisel başka sorunlar yaşamakta olan bir koç getirilir. Önce bu işten nefret eder, sonra takım üyeleri ile çok iyi anlaşırlar. İki taraf da birbirine iyi gelir. Önemli bir nokta daha var. Bu hikâye gerçek bir olaydan alınmalıdır. Burada da öyle yapılmış. Amerikan Samoası futbol takımının, 2002 Dünya kupası elemelerinde, 31-0 kaybettiği maç sonrası, en azından bir gol atalım amacıyla girdiği süreci anlatıyor.
Bu tarz filmleri sevdiğim için keyifle izledim izlemesine de, türün tüm klişelerini kullanıyor ve hemen her şey beklediğiniz gibi ilerliyor. Filmin çarkları sorunsuz dönüyor ama ben bunu daha önce izledim demekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu anlamda Taika Waititi'nin en heyecansız filmi.
Filmin en ilginç karakteri Jaiyah. Takımın önemli bir oyuncusu olan Jaiyah, Samoalıların deyimiyle bir fa'afafine. Bizim deyimimizle bir trans. Bu tip filmlerde, bazı karakterler kurmaca olarak filme eklenir. Açıkçası izlerken Jaiyah'ın da öyle olduğunu düşünmüştüm. Değilmiş. Gerçekten de o dönemde takımın bir üyesiymiş ve Dünya Kupası elemelerinde, bir takımda yer alan ilk trans oyuncu olmuş. Açıkçası, film onun karakterini merkeze alsa daha ilginç olabilirmiş. Filmde onu canlandıran Kaimana da, ilk oyunculuk deneyimi olmasına rağmen, epey başarılı. Michael Fassbender de iyi ama onun iyi olması, haber değeri taşımıyor zaten. Adam, her zaman iyi.
Uzun lafın kısası, hoş film ama o kadar.

Başkan:
İçi boş, kötü komediden daha fenası, düzgün mesaj vermeye çalışan, kötü komedi filmleri galiba. Ona tahammül etmesi daha güç olduğu gibi, iyi olmadığından duyulan üzüntü de daha fazla. Bu film, bir de 2 saatten biraz uzun olunca, sonunu getirmek iyice zor oldu.
Sistemin ve paranın adamı olan mevcut başkanla, halkın adamı ve emeğin gücüne inanan yeni başkan adayının mücadelesinde tarafımız belli ama filmin mizahı, o kadar eski ve tozlu ki. Mevcut başkanın soyadının Donsuz olmasının komik olduğu sanılıyor. Bu örnek bile yeterli sanırım.
Film Ovacık'ta çekilmiş, yeni başkan adayının çocukları bile yüksek düzeyde politik bilince sahip, adı verilmese de bolca Marx göndermeleri var, Zülfü Livaneli'nin Ey Özgürlük şarkısı, filmin ana tema müziği gibi adeta. Yani filmin de durduğu yer belli. İşte tam da bu yüzden kötü olması, daha üzücü. Bir de film öyle bir yerde bitiyor ki. Daha doğrusu bitmiyor. Filme o kadar güvenmişler ki, devam filminin de geleceğini düşünmüşler sanırım. Eeee, mümkünse gelmesin...

The Little Mermaid (Küçük Deniz Kızı):
Disney'in Küçük Deniz Kızı'nın, üçüncü sınıf bir çakması. Anlaşılan Hans Christian Andersen'in masalı anonim olduğu için, bunu yapabiliyorlar. Tamam aynı hikâyeyi anlatmakta sorun yok da, karakter tasarımları o kadar benziyor ki. Karakter isimlerini değiştirmişler, haklarını yemeyeyim, final de biraz farklı ama gerisi aynı.
Herhalde, bu sene live action versiyonu çıkınca belki 3-5 seyirci de bize düşer diye yapmışlar ama o film gişede patlayınca, buna düşen 3-5 kişi de pek bir şey ifade etmemiştir. Zaten IMDB'ye göre, Amerika dışında gösterime girdiği tek ülke de Türkiye.
Film hakkında çok fazla yazacak bir şey yok ama denizaltı animasyonlarının kötülüğüne özellikle dikkat çekmek isterim. O kadar olmamış ki, denizaltının ve üstünün pratikte hiç farkı yok. 35 yıl önceki Disney filmi (35 yıl olduğuna da inanamıyorum), halen bundan kat kat iyi. Geçen yılki pek beğenilmeyen uyarlaması bile fark atar.

It Lives Inside (İçimdeki Şeytan):
2024’ün ilk filmleri dedik ama geçen seneden kalan bir filmle haftayı kapatalım. Şöyle bir baktım da pek iyi eleştiriler almamış, puanları da kötü ama ben başarılı, en azından adından söz etmeye değer bir korku filmi olarak buldum.
Yönetmen Bishal Dutta, aslında bildik korku numaralarını kullanıyor ama bunu iyi yapıyor. Ayrıca jump scare'i de gereksiz yere kullanmadan çoğunlukla gerilim kurmaya, eski usül korku filmleri gibi, göstermeden korkutmaya odaklanıyor. Bu göstermeden korkutma seçiminde, filmin bütçesinin az olmasının da etkisi olabilir ama filme etkisi olumlu. Ama filmde asıl sevdiğim şey, Dutta'nın korku unsurunu kendi kültüründen bir söylence üzerinden kurması ve ana karakterlerin seçimi oldu.
Filmdeki ana karakterimiz Sam, Amerika'da doğup büyümüş, Hint kökenli bir genç kız. Okulda kabul gören bir karakter olmayı başarmış, kendisine Amerikalı bir erkek arkadaş da yapmış ama kültürüne ve gelenekseli savunan annesine sırtını dönmüş. Diğer karakterimiz Tamira ise, Sam'in çocukluk arkadaşı ama o kökenlerine sıkı sıkıya sarılmış, bu yüzden okulda da dışlanmış bir karakter. Aynı nedenden dolayı, Sam ile de ilişkileri kopmuş.
Film de aslında tüm korku hikayesinin arkasında, farklı bir kültüre ait olma ve kendi kültürü arasındaki dengeyi kurabilme çabasını anlatıyor. Gayet başarılı bulduğum finali de, kendi kültüründen vazgeçmeden de, yeni dünyaya uyum sağlanabileceğinin bir metaforu olarak okunabilir.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar