SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

2024 SUNDANCE FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-2

18 Şubat 2024 Pazar 09:49
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sundance Film Festivali izlenimlerimize geçen hafta başlamıştık. Bu hafta, yarışmalı bölümlerle devam edelim. Festivalde Amerikan yapımı filmler ve Dünya Sineması, ayrı kategorilerde yer alıyor. Bunlar da kendi içlerinde, kurmaca ve belgesel olarak ayrılıyorlar. Yani toplam dört yarışmalı bölüm mevcut. Ödüller verildikten sonra da filmleri izlemek için birkaç günümüz kalmıştı. Bu nedenle, bu bölümlerde genellikle ödül alan filmleri izledim.


AMERİKAN YAPIMI KURMACA FİLMLER:
A Real Pain:

Sanıyorum filmi izleyen çoğunlukla en ters düştüğüm film bu. Hem seyircinin, hem eleştirmenlerin epey olumlu yorumlar yaptığı bir film oldu. Ama Kieran Culkin'in başarılı oyunculuğu dışında, duygusu bana hiç geçmedi.
Jesse Eisenberg'in hem yazıp yönettiği, hem de oynadığı filmde, birbirine hiç benzemeyen iki kuzen, büyükannelerinin ölümü sonrası, onun Polonya'daki evini bulmak üzere yola çıkıyorlar. Bu sırada da bir turist grubuna takılıyorlar. Film, bir yandan iki kuzen arasındaki ilişkiyi irdelerken, bir yandan da savaş suçlarını, geçmişin günahlarını ele alıyor.
Özellikle Jesse Eisenberg'ün, başka filmlerde de gördüğümüz, arkasından atlı kovalıyormuş gibi olan tarzı, beni fazlasıyla yordu. Kieran Culkin'in iyi oyunculuğuna rağmen, eskiden çok daha yakınken, zamanla birbirinden kopan, zıt kardeşler modundaki iki karakterin hikayesini de çok orijinal bulmadım. İyi yazılmış sahneler vardı gerçi. Sanırım senaryo ödülünü de onlar nedeniyle aldı.
Eisenberg açısından, çok kişisel bir film olduğunun altını çizelim yalnız. Kendisinin de kökeni Polonya'ya dayanıyormuş. Hatta filmde buldukları büyükannenin evi de gerçekten onun büyükannesinin evi. Bir anlamda, onun da geçmişine baktığı bir film olmuş.
En başta dediğim gibi, beni yakalayabilen bir film olmadı. Ama gördüğüm yorumların genelde iyi olduğunu tekrar vurgulamış olayım.

Didi:
Festivalin, Amerikan kurmaca filmleri kategorisinde seyirci ödülünü alan film. Bir büyüme hikayesi ve gerçekten, tam bir seyirci dostu. Çok rahat izlenen, herkesin kendi gençliğinden bir şeyler bulabileceği, mizahı kadar duygusallığı da yerli yerinde bir yapım.
Baş karakterimiz, yönetmenin geçmişinden de izler taşıyan, 13 yaşında bir genç. Ve bu yaşta bir gencin yapabileceği her şeyi yapıyor. 1-2 sene sonra, ne kadar salakmışım diyeceği, abuk sabuk hareketler, aileyle yaşanan sorunlar, en yakın arkadaşlarla saçma nedenlerle araların açılması. Ve tabii ki kaçınılmaz olarak, ilk duygusal yakınlaşmalar hafif hafif cinselliğin keşfi.
Gencimiz, ailesi Tayvanlı olan bir Amerikalı ve film de çok spesifik bir şekilde belli bir zamanda (2008) geçiyor ama duyguların evrenselliği, her yaşta seyirciyi yakalayabilecek güçte. Filmin geçtiği zaman dilimini en belirgin tanımlayan olgu, sosyal medyanın ilk yılları olması. Elimizde, ilkel bir Facebook ve Myspace var. Ve tabii ki bunlar, o dönem gençlerin çok kullandıkları platformlar. Yönetmen bu dönemi de başarılı bir şekilde yansıtmayı başarmış.
Sinemasal olarak çok yenilikçi bir şey sunmuyor belki ama seyircide haklı olarak bir karşılığı olacaktır. Bu ödülü yakın zamanda alan Minari ya da Coda'nın başarısına ulaşmasını pek beklemiyorum ama ilk uzun metrajını çeken Sean Wang'in önünü açar.

In the Summers:
Festivalde, biraz da beklenmedik bir şekilde, Amerikan yapımı kurmaca filmler arasında, büyük ödülü ve yönetmen ödülünü alan film. Bu da bir büyüme hikayesi aslında. Babalarını sadece yaz aylarında gören, iki kardeşin büyüme hikayesi.
Seyirci olarak sadece bu yaz aylarında yaşananları izliyoruz, araları ise bizler dolduruyoruz. Yönetmen Alessandra Lacorazza'nin asıl mahareti de burada bence. Yıllara yayılan bir hikâyeyi, sadece belli kesitler göstermesine karşın, eksiksiz olarak kurmayı başarıyor. Kardeşleri henüz çocuk yaşlarda tanıyoruz. Babalarına hayran iki kız çocuğu iken, yıllar geçtikçe, babaları olan ilişkileri ve birbirlerine olan yaklaşımlarının değişmesi, cinsellikle tanışmaları ve kendilerini keşfetmeleri, incelikli bir şekilde verilmiş.
Hikâye yıllara yayıldığı için, 2 kardeşi de toplam 6 farklı oyuncu canlandırmış. Hepsi de çok iyiler. Ama sanırım en iyisi Lio Mehiel idi. Geçen sene, Mutt filminde de çok beğenmiştim. Umarım yolu açık olur yazmışım hatta. Şimdilik, gayet iyi gidiyor.


AMERİKAN YAPIMI BELGESEL FİLMLER:

Daughters:
Amerika'da, farklı nedenlerle aileleri ile görüşme şansı bulamayan siyahi mahkumların, sadece babalar ve kızlarının katıldığı bir etkinlikte buluşmalarını anlatan bir belgesel. Filmde farklı yaş gruplarından kızları ve onların babalarını takip ediyoruz. Küçük yaştaki kızlar, babalarına hayran ve bir an önce kavuşmak isteyen bir portre çizerken, yaşlar büyüdükçe durum belli ölçüde kabullenilmiş, bazen baba ile araya duygusal bir mesafe konulmuş oluyor. Hapisteki babalar ise, kızları ile görüşecekleri için çok heyecanlılar. Bu etkinliğe katılmak için, eğitim/grup terapisi gibi bir çalışmaya katılmak ve tamamlamak zorundalar. Burada kendilerini ve suçla ilişkilerini de sorguluyorlar. Bu eğitimin, bazılarında ciddi değişimler yarattığı da görülüyor.
Film, babaların suçlarının ne olduğunu, terapi sırasında kendileri bahsetmemişse, hiç söylemiyor. Hapiste kalacakları yılları düşününce, bazılarının suçları epey ağır olmalı ama filmin derdi bu değil. Ele aldığı karakterleri, etkinlik sonrasında da uzunca bir süre takip ediyor. Bazısı, henüz çıkamamış, bazısı çıkmış ve kızları ile ilişkilerini güçlendirmiş. Bazısı ise (az bir kısmı), çıkıp tekrar içeri girmiş.
Film, kameranın orada olduğunu unuttuğumuz tarzdaki belgesellerden. Söyleşiler üzerinden değil, karakterlerin günlük yaşamları üzerinden ilerliyor. Bu da filmde yoğun bir gerçeklik duygusu yaratıyor.
Seyirciden de epey iyi reaksiyon aldı. İki seyirci ödülü var. Sanıyorum, Amerika için gerçekten önemli bir sorunu gündeme getiriyor. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuda da beyazlar ve siyahlar belirgin bir ayrımcılık var. Bunun gündeme gelmesi bile önemli.

Gaucho Gaucho:
Kökenleri çok eskilere dayanan, Arjantinli kovboyların (Gaucho olarak adlandırılıyorlar), hayatlarını anlatan bir belgesel. Festivalde seyirci ödülü aldı. Jüri de, ses dalında özel ödül vermiş ama asıl çarpıcı yanı görüntüleri. Ses alanındaki başarısını, evde izlerken takdir etmemiş olabiliriz ama görüntülere bilgisayar ekranından bile hayran kaldım. Şahane siyah-beyaz estetiğini, sinema perdesinde de görmek isterim. Evet, bir belgesel ama belli ki her bir plan üzerinde, özenle çalışılmış.
Bildiğimiz gibi, kovboyluk aslında sığır çobanlığı. Ama Gaucho'lar açısından aslında bir yaşam biçimi aynı zamanda. Yaşayış tarzıyla, geleneksel kıyafetleriyle ve en önemlisi doğa ve atlarla kurdukları ilişki ile. Giderek küçülen ama yine de kültürlerini genç kuşaklara aktaran bir gruplar. Filmde, takip ettiğimiz birkaç karakter üzerinden, bu kültürü tanıyor, gençlerin ilgisini görüyoruz. Geleneksel değerleri koruyorlar ama bazı yeniliklere de açıklar. Takip ettiğimiz karakterlerden biri, Gaucho olmak isteyen genç bir kız. Geçmişte kadın Gaucho'lar çok fazla değil ama zamanla burada da kendilerini gösterir olmuşlar. Filmin bu kısımları, aynı zamanda, bir genç kadının özgürleşme hareketi olarak da okunabilir.
Festivalde en keyifle izlediğim filmlerden biriydi. Konusu çok ilginizi çekmese bile, bir yerlerde karşınıza çıkarsa, bir deneyin derim.

Porcelain War:
Amerikan yapımı belgeseller içinde, büyük ödülü alan film. Ukrayna'da bir grup sanatçının, savaş sırasında yaşadıklarını belgeledikleri bir yapım. Bir belge film olarak önemi var ama ödülü biraz da Ukrayna'nın yanındayız demek için aldığını düşünüyorum.
Aslında belgeselin, savaşın dehşeti sürerken sanata tutunalım kısımları benim için daha başarılıydı. Yine bu kısımlarda, sanatçıların yaptıkları porselen figürler üzerine sonradan bindirilen animasyonlar da filmin en yenilikçi tarafıydı.
Bir de sanatçılardan birinin bizzat cepheye gidip savaştığı bir aks var. Burada, kendisi ve ekibinin üzerine kameralar konmuş ve olayları adeta bir "found footage" filmi gibi izliyoruz. Burada şöyle bir ikilem var bence. Bir yandan çok gerçek bir şey izliyoruz. Ama bir yandan da karşı tarafı hiç görmediğimiz ya da olayların arka planına hâkim olmadığımız için bir şeyler eksik kalıyor. İzlerken, gerçekliğe vurgu yapıldığı halde, işin tekniği daha çok ilgimi çekti. Bu da belgeselin istediği duygu durumunu yaratamadığını gösteriyor bence.
Bir zamanlar, Körfez Savaşı'na canlı yayında izlediğimiz ilk savaş nitelemesi yapılırdı. Görünen o ki, kameraların geldiği nokta ile artık, mikro ölçekte, tek tek kişilerin neler yaşadıklarını görebileceğimiz savaşlar dönemindeyiz. Uzaktan da olsa, savaşın dehşetini bu kadar yakından izleyebilmenin, gelecekteki savaşları azaltması beklenebilir ama görünen o ki, durum öyle olmuyor. Keşke bu tip filmlerin, öyle bir etkisi olsa.


DÜNYA SİNEMASI KURMACA FİLMLER:

Girls Will Be Girls:
Sundance'de izlediğim filmler içinde, bir numaraya koyduğum film bu oldu. Bu kez Hindistan'dan bir büyüme hikayesi. Ama çok iyi yazılmış ve oynanmış karakterlere sahip. Bir genç kızın cinselliği keşfetmesini de çok incelikli anlatmış.
Baş karakterimiz, 16 yaşındaki Mira, okulunda örnek gösterilen bir öğrenci, öğretmenlerin de gözdesi. Okuldaki pek çok sorumluluğu ona veriyorlar. Ama okula yeni gelen çocuktan hoşlanmaya başlaması ile işler yavaş yavaş değişiyor. Film duygusal yakınlaşmayla birlikte, cinsel merakın olduğunu da göz ardı etmiyor. Mira'nın kendi vücudunu keşfetmesi, erkek arkadaşı ile yaşadıkları, zerre kadar istismara kaçmadan ve tüm doğallığı ile verilmiş. Kamera arkasında bir kadın yönetmen olduğu, o kadar belli ki. Zaten genç oyuncu Preeti Panigrahi, yönetmen ve görüntü yönetmeni ile birlikte ekibin de önemli bir kısmının kadın olmasından dolayı, bu sahnelerde kendisini çok rahat hissettiğini söyledi.
Filmin en önemli karakterlerinden biri de anne. Kızını destekleyen ya da önünü kesen klişe anne karakterlerinden biri değil. Bir yandan kızının özgürlüğüne değer verirken, bir yandan da toplum kuralları arasında denge kurmaya çalışıyor. Ama karakteri daha da ilginç kılan tarafı, kızının erkek arkadaşı ile arasındaki çekim. Çünkü o da kendi cinselliği olan bir kadın olarak çizilmiş. Genç bir erkeğin kendisine ilgi göstermesi, belli ki hoşuna gidiyor. İleriye gitmiyor ama o ilgiyi dürtmeyi de biliyor. Özellikle hikayenin bu kısmı, çok bıçak sırtında aslında. Ama bence, yazar-yönetmen Shuchi Talati, burayı da dengede tutmayı başarmış. İleride adını çok duyacağımız bir isim olabilir. Radara almakta fayda var.
Bu film de dünya sineması bölümünde, seyirci ödülünü ve oyunculuk ödülünü aldı. Umarım buralara da uğrar. Özellikle Uçan Süpürge için çok iyi bir seçim olur.

Sujo:
Festivalin, Dünya Sineması bölümünde, en iyi film seçilen yapım. Yine bir büyüme hikayesi (festivalde izlediğim filmlerin yarısı için, bu cümleyi kurdum galiba). Bu kez, henüz 4 yaşındayken, Meksikalı karteller tarafından babası öldürülen bir çocuğu anlatıyor. Sujo'nun hayatından farklı dönemleri, onun hayatında kırılma yaratan kadınlar üzerinden anlatırken, Sujo da kaçınılmaz olarak babasının yolunu takip edip, suç dünyasına mı bulaşacak, yoksa bu sarmaldan kurtulabilecek mi sorusunun peşine düşüyor. 
Aslında benzerlerini çok gördüğümüz, pek de heyecan yaratmayan bir hikâye. Ama kurduğu atmosfer ile fark yaratmayı başarıyor. Pastel tonların ağırlıkta olduğu, bazı sahnelerin neredeyse siyah-beyaz gibi hissettirdiği, perdedeki olaylardan bağımsız olarak sakin bir anlatım tutturuyor. İyi bir projeksiyonu olan bir sinema perdesinde izlemek, daha etkileyici olurdu muhtemelen. Belki buralara bir festivale gelirse, öyle bir şansımız da olur. Şimdilik, iyi film ama çok da iz bırakmayacak diyorum.


DÜNYA SİNEMASI BELGESEL FİLMLER:

A New Kind of Wilderness:
Hayat mı sinemayı taklit eder, sinema mı hayatı? Eğer bu belgesel, eski bir film olsaydı, çok sevdiğim Captain Fantastic filminin, bu ailenin hayatından uyarlanmış olduğunu düşünürdüm. Ama yeni çekilmiş bir belgesel ve yaşananlar çok benziyor.
Çocuklarını doğa ile iç içe büyütmek isteyen, mevcut eğitim sistemine sokmayıp, kendileri eğitim vermek isteyen bir çift. Günün birinde, kadının ölümcül bir hastalığı ortaya çıkar, vefat eder ve baba ile çocukların hikayelerini izlemeye başlarız. Çocuklarını kendileri yetiştirmek isteyen başka aileler de vardır mutlaka ama çocukların sayısının çok olması, annenin ölümü, hatta karakterlerin bazıların tipleri bile, iki filmin şaşırtıcı ortak noktaları.
Ancak belgeselin daha çok, diğer filmin bittiği noktadan sonrasına odaklandığını söyleyebiliriz. Kendisine farklı bir hayat çizmeye karar veren büyük kardeşle diğerlerinin ilişkisi, küçük çocukların ilk kez okula gittikleri zaman orada yaşadıkları zorluklar, vs. Zaten filmin adındaki "yeni tür vahşi doğa" da modern yaşamdan başkası değil. Yıllarca doğada yaşamış çocuklar için, asıl vahşi hayat, bizim içine doğduğumuz hayat belki de.
Genel olarak, bazen keyifle, bazen hüzünle izlediğim bir belgesel oldu. Sevdiğim bir konunun farklı bir çeşitlemesi gibi olduğu için de merakla takip ettim. Bu film de, dünya sinemasından gelen belgeseller arasında, büyük ödülü aldı. Önerilir.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar