SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

2024 SUNDANCE FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-1

14 Şubat 2024 Çarşamba 23:03
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Amerika’da bağımsızların kalesi olarak bilinen Sundance Film Festivali, pandemiden beri programını, uluslararası basına online olarak da sunuyor. Gerçi bu sene, yarışmalı bölümler dışındaki online seçkiyi biraz kısıtlı tuttular. Sanırım tüm filmler buna izin vermedi. Ayrıca, filmleri izleyebileceğimiz günlerin sayısı da azaldı. Yine de epeyce film izleme fırsatını bulduk.
Hemen her yıl sene başındaki bu festivalden 1-2 filmin, sonraki yılın Oscarlarında adının geçtiğini görüyoruz. CODA ve Past Lives bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bakalım, bu sene de aynı gelenek devam edecek mi? İzlediğim filmler içinde, buna ihtimal verdiğim bir yapım yok ama kim bilir, özellikle online açılmayan kısımdan sürprizler çıkabilir.
Bu hafta festivalin ana yarışmaları dışındaki bölümlerine bir göz atalım, haftaya da yarışmalı bölümlere bakarız.


MIDNIGHT:
Bu bölüm, adından da anlaşılabileceği gibi, korku ve fantastik türde filmlere odaklanan bir bölüm. Önceki yıllarda, bu bölümdeki her filmi izlemeye çalışıyordum ama bu yıl, bu bölümden sadece 2 uzun metraj filmi açtılar. Kısa filmler grubunda da bir Geceyarısı Sineması bölümü vardı. Ondan da bu başlık altında bahsedeceğim.

The Moogai:
Bu bölümde izlediğim filmlerden ilki, yeni doğum yapmış bir kadının endişeleri üzerine olan The Moogai idi. Korku sinemasında, hamile ya da yeni doğum yapmış bir kadının, çocuğuna zarar verecek bir yaratıkla mücadelesini anlatan, bu sırada kimsenin ona inanmayıp, deli muamelesi yaptığı, seyirciyi de olanlar gerçek mi, yoksa kadının zihninde mi ikilemi yaşatan çok fazla film var. Avustralya yapımı bu film, işin içine bir katman daha ekliyor. Doğaüstü canavarı, ülkede bir dönem, Aborjin kadınlarının çocuklarının ellerinden zorla alınarak, beyaz ailelere evlatlık olarak verilmesinin bir metaforu olarak kullanıyor. Filmin bu tarihsel boyutu iyi işliyor.
Bunun yanında, üç farklı kuşak kadın üzerinden bir dayanışma hikayesi de kurarak, kendi kültüründen uzaklaşarak asimile olan kadınların, geçmişleri ile barışmalarını da anlatıyor. Yönetmen burayı da iyi kurmuş.
Fakat iyi kuramadığı bir yer var. İşin korku tarafı. Burası çok bildik kodlar üzerinden ilerliyor ve bir yenilik içermiyor. Canavarı hiç göstermediği yerlerde yine fena değil ama özel efektlere yüklendiği final bloğu, yetersiz kalıyor. Ülkenin geçmişinin günahları metaforu iyi güzel de asıl iddiası korku filmi olmak olan bir film orada tökezleyince, işler karışıyor. Yine de standart bir seviyeyi tutturabiliyor diyebiliriz. Keşke onun üzerine çıkabilseydi.

Kidnapping Inc.:
Geceyarısı bölümünden izlediğim ikinci film, adam kaçırmanın adeta bir meslek haline geldiği Haiti'den geliyordu. Başkan adayı bir senatörün oğlunu kaçıran, aslında kendileri de daha büyük güçlerin piyonları olan, iki arkadaşın hikayesini izliyoruz. Film, bizi bu iki karakterin yanına koyarak, aslında onların da sistemin kurbanı olduklarını gösteriyor. Seyirci olarak, daha en başta bütün planı bozacak bir hareket yapan, sonra da başları dertten kurtulmayan bu ikilinin bir şekilde bu olaydan yırtmasını istiyoruz. Filmin, bu iki karakterle birlikte geçirdiğimiz bölümleri, dinamik kurgusu ve yerli yerindeki mizah duygusu ile gayet güzel akıyor. 
Hikâyenin diğer tarafında kaçırılan adamın yakınları var. Burada yönetmen, siyasetteki ve polisin içindeki yozlaşmanın altını daha kalın çizmek istemiş. Ama hikâyenin bu tarafı, fazla karışık gidiyor ve orada herhangi bir karakterle empati kuramadığımız için, diğer taraftaki olayı merak ediyoruz. Üstelik, hikâyenin bu kısmında fazlaca zaman geçirmek, finaldeki sürprizi de açık ediyor.
Yine, daha iyi bir filmin kıyısından dönülmüş. Ama ileride yönetmen Bruno Mourral'ın adını, aksiyon filmlerinde görebiliriz. İyi bir sinema duygusu var. Reklam yönetmenliğinden gelmesi, şaşırtıcı değil.

Midnight Short Film Program:
Bu bölümde 5 kısa film izledik. En iyisi, jüriden yönetmen ödülü de alan The Looming'di. Tek başına yaşayan yaşlı bir adam, evinde gizemli bir varlık olduğunu düşünmektedir. Gerçekten çok tedirgin edici ve sarsıcı bir filmdi. Asıl sarsıcı tarafı, korkuyu metafizik bir varlık üzerinden değil, gayet gerçek bir kavram üzerinden kurmasıydı. Yaşlılık, yalnızlık ve yavaş yavaş yitip giden şeylerin farkında olma duygusu, yeterince sarsıcıydı.
Dream Creep, bir gece karısı uyurken, onun kulağından birtakım konuşmalar duyan bir adamın, o sesin istediklerini yapması üzerine kurulu bir filmdi. Bol kanlı korku filmlerini sevenlere. İzlerken, yönetmeni Carlos A.F. Lopez'e bir Evil Dead yakışır dedim.

SHÉ (SNAKE), genç ve başarılı bir kemancının, orkestraya yeni gelen kemancıya karşı duyduğu kıskançlığın, somut bir hale dönüşmesini anlatıyordu. İlginçti ama daha çarpıcı bir yere gitmesini beklerdim.
The Rainbow Bridge, ölen evcil hayvanınızla iletişim kurmanızı sağlayan bir klinikte geçen, farklı bir kafası olan bir kısa filmdi. Finale doğru iyice çığırından çıktı. Aslında mizahı sizi yakalarsa, keyif alırsınız ama bana pek geçmedi.
Asıl değişik kafası olan film, The Bleacher'dı aslında. Bir çamaşır makinesinin içinden farklı bir gerçekliğe geçen bir kadını anlatan bu animasyon, ne oluyor şu anda, ne izliyorum ben diye sordurttu. Bu filmin de bende pek karşılığı olmadı.


NEXT:
Festivalin farklı sinema anlayışlarına, alışılmışın dışında anlatım denemelerine alan açan bölümü. Bu bölümde de bir ödül verilse de çoğunlukla çok ön plana çıkmıyor. Bu bölümden, 2 film izleyebildim.
Realm of Satan:
Amerika'da Anton LaVey'in kurduğu bir Şeytan Kilisesi var. Kendi İncil'leri ve dini ritüelleri mevcut. Bu film de bu kilisenin üyelerine bir bakış atan bir belgesel. Aslında tam da belgesel değil. Nasıl tanımladığınıza bağlı. Bir defa, ilk akla gelecek şekilde kilise üyelerinin kendilerini, inançlarını, nasıl satanist olduklarını anlattıkları bir belgesel değil. Ama onların günlük hayatlarını anlatan bir belgesel de değil. Kabaca, kamera önü için tasarlanmış, gösteriler izliyoruz diyebiliriz.
Belgeselin başlarında, satanistlerin de bizden farkı yok, işinde gücünde insanlar mesajı verecek diye düşünmüştüm. Bahçesini sulayan, çamaşırlarını asan, çocukları etrafta koştururken, yüzüne satanik semboller çizen satanistleri izledik bir süre. Ama bir keçiyi emziren bir kadının görüntüsüyle, işler değişti. Bu andan itibaren, günlük sıradan işler, müzik grupları, sihirbazlık numaraları gibi şeylerin yanında, kendi ibadetlerini, sado mazo grup seks eylemlerini, tekinsiz hareketlerini de izlemeye başladık.
Bunların hepsi birbirinden bağımsız sahnelerdi aslında. En tedirgin edici olanlardan biri, önde bir adamın odun kesmesini izlerken, arkadan sürekli bir ses duyduğumuz sahneydi. Sahne boyunca, o sesin, bir insan çığlığı mı, hayvan sesi mi olduğu anlaşılamıyordu.
Filmin, takip edilecek bir anlatısı olmadığı, birbirine eklemlenen bağımsız sahnelerden oluştuğu düşünülürse, çok kişiye hitap etmeyeceği açık. Yine de yarattığı atmosferi sevdiğimi söyleyebilirim. Yalnız filmin sonundaki söyleşide, sahneye çıkan satanistlerin, cana yakın konuşmaları, filmdeki tüm karizmalarını yıktı.

Desire Lines:
Festivaldeki kurmaca ve belgesel arasında duran filmlerden biri daha. İşin kurmaca tarafında, İran doğumlu Amerikalı bir trans erkeğin hikayesini izliyoruz. Kendini keşfetme sürecinde, Amerika'daki trans erkeklerle ilgili arşivleri inceliyor. Bu sırada yine trans erkeklerle yapılmış, günümüzden söyleşiler de izliyor. Arşiv görüntüleri ve söyleşiler de işin belgesel tarafını oluşturuyor. Festivalin, bildik kalıpların dışında olan filmlerin gösterildiği bu bölümünde bir ödül de aldı. Sanırım bu dual yapısından dolayı. Özellikle kurmaca tarafını zayıf buldum ama belgesel kısmı daha iyi. Bir LGBTİ+ filmi olarak tam KuirFest'e ya da artık anılarımızda kalan, !f'e uygun bir yapım.
Trans erkeklere ama çoğunlukla, cinsel olarak erkeklerden hoşlanan trans erkeklere odaklanıyor. Bu konular üstüne düşünmüyorsanız, epey kafa karıştırıcı ama bir yandan da zihin açıcı olabilir. Yıllar önce KuirFest'te bu konuda (trans erkek olduğu halde, erkeklerle birlikte olan bireyler), epey kafamın karıştığını, anlamakta zorluk çektiğimi hatırlıyorum. O yıllarda, eğer artık erkek olmuşsanız, kadınlarla beraber olmak istemelisiniz diye kafamda kodlamışım. "Normalin" bu olduğunu düşünmüşüm. Sonradan normal diye bir şey olmadığının, ya da aslında her şeyin normal olduğunun ayırdına vardım.
Her neyse, filme dönelim. Trans kültürünün geçmişi ve bugünü açısından ilginç bir film diyebiliriz. Belgesel ve kurmaca arasında durduğu yer açısından da öyle. Tam bir başarı diyemiyorum ama bu konulara ilgi duyanlara önerebilirim.


PREMIERES:
Aslında Sundance’deki bölümlerin çoğundaki filmler, dünya prömiyerlerini yapıyor. Ama bu bölümde, yarışmada yer almayan filmler bulunuyor. Yarışmaya seçilmemiş diye düşünmemek lazım. Ünlü isimlerin yer aldığı bazı bağımsız filmler, yarışmalı bölüme girmeyi baştan istemiyorlar.

Thelma:
93 yaşındaki Thelma, telefonda torununu taklit eden dolandırıcılara parasını kaptırır. Ama köşesine çekilip üzülmez, huzurevindeki bir arkadaşı ile birlikte parasının peşine düşer ve bir maceraya atılır. Evet, karşımızda 93 yaşında bir ana karakterin olduğu bir aksiyon filmi var. Aksiyon filmi mi, nasıl? Heyecanlı aksiyon sahnelerimizden bazıları şöyle: Merdiven çıkmak, yatağın üzerinde yuvarlanarak diğer tarafa varmak, bilgisayarda çıkan reklamları kapamak için "X" işaretini bulmak. Söyleşi kısmında, canlandırdığı karakterle aynı yaşta olan June Squibb'in, tıpkı Tom Cruise gibi (filmde ona da referans var), hiç dublör kullanmadığı da söylendi. Filmdeki rol arkadaşı, Richard Roundtree'yi yakın zamanda kaybettik. June Squibb'e sağlıklı günler dileyelim. Filmin kötü adamı da bir başka eski toprak: Malcolm McDowell. O da güzel bir sürprizdi.
Film yaşlılığın getirdiği zorlukları, yalnızlığı, ölüme yaklaşmayı anlatıyor ama bunun içindeki mizahı da yakalıyor. Hem çok eğlenceli, hem de hüzünlü bir film. Bu film de sinema adına çok büyük şeyler yapmıyor belki ama festivalde izlediğim ilk filmdi ve çok hoş bir başlangıç oldu. Her sene birkaç tane gördüğümüz, eski topraklar işbaşında filmlerinin güzel örneklerinden biri.

Rob Peace:
Chiwetel Ejiofor, belli ki kendine yönetmen olarak da bir kariyer çizme peşinde. Bu ikinci filminde, yine gerçek bir olaydan yola çıkıyor. Alt sınıftan bir aileden gelmesine rağmen, Yale'den kabul alan ve akademik olarak başarılı olan bir gencin hikayesi. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadarla kalsa, film halinde bizim karşımıza gelmezdi. Peace'in başka konularda da sabıkalı olan babası, iki genç kızı öldürmekle suçlanıyor ve dava sonucunda hapse atılıyor. Peace de babasının masumiyetine inandığı, ya da inanmak istediği için, davayı iyi avukatlarla, üst mahkemeye taşımak istiyor. Bunun için de para lazım. O da Yale'de uyuşturucu satmaya başlıyor. Eğer filmin uyarlandığı kitabın adına bakarsanız, işin nereye varacağını anlıyorsunuz.
Evet, karşımızda bir gencin yükseliş ve düşüş hikayesi var. Ejiofor, yönetmen olarak temiz bir iş çıkarmış. Türün bildik tüm kurallarına göre akıyor film. Ama işte o kuralları bozmaya da hiç çalışmıyor, bir yönetmen dokunuşu, bir yenilik içermiyor. İyi film mi? İyi film. İzleyince, neden izledim bunu demezsiniz. Ama iz bırakacak bir film mi? Hayır. Rob Peace'in yetişkinliğini canlandıran Jay Will'i övebiliriz yalnız. Film iyi tanıtılırsa, önü açılabilir. Başarılı bir performans.


SPOTLIGHT:
Bu bölümde, geçtiğimiz yıl, çeşitli festivallerde yer alan filmlerden küçük bir seçki oluyor. Bu sene, sadece birini izleyebildim.

The Mother of All Lies:
Prömiyerini, geçen sene Cannes'da yapan bir belgesel. Aynı zamanda, Fas'ın bu sene Oscar'a gönderdiği film. Son yıllarda, yönetmenlerin kendilerini de filmin bir parçası yaparak, geçmişleri ile hesaplaştıkları yapımların sayısı epeyce arttı. Burada da yönetmen Asmae ElMoudir, hem ailesinin hem de ülkesinin geçmişindeki bir olaya dönüyor. Çocukluğuna ait fotoğrafların son derece az olduğunu fark eden yönetmen, eskiden neler olduğunu öğrenmeye çalışıyor ama özellikle büyükannesi tarafından sert bir sessizlikle karşılaşıyor. Ailenin büyüğü olarak, tümüyle olaylara karışmayın düşüncesinde bir kişilik zaten.
Olaylar, 1981 yılında Fas'da, ekmek fiyatlarının çok fazla artması ile tetiklenen, genel grev ve protestolara, devletin sert müdahalesi sonucunda yaşanan ölümlere bağlanıyor (resmi kaynaklara göre 66 kişi ölmüş ama 600'den fazla deniyor). Ama o günlere dair belge, görüntü çok az. Filmin asıl olayı da o günlerde yaşananların farklı bir şekilde görsel karşılığını bulmak üzerine kurulu. Yönetmen Asmae ve babası, o yıllardaki mahallelerini maketler ile yeniden oluşturuyorlar ve içine de o günlerde yaşayanların minik modellerini koyuyorlar. Böylece bir anlamda, o günlerde yaşanan olayları belgelemiş oluyorlar.
Hem o yıllarda yaşananları su yüzüne çıkarması, hem de devlet şiddetinin zaman zaman nesiller boyu sürebilecek bir etki yarattığını göstermesi açısından etkileyici bir film. Eminim, Fas'ta yaşayanlar, o günleri bilenler ya da duyanlar için çok daha farklı hisler yaratmıştır. Bugün, 1977'deki 1 Mayıs olayları için ya da 30 yıl sonra Gezi için benzer bir belgesel yapıldığını düşünün. Sanırım benzer bir his olur.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar