19. FİLMMOR KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ
Bu yıl on dokuzuncusu düzenlenen Filmmor Kadın Filmleri Festivali, geçen sene olduğu gibi yine çevrimiçi olarak seyircisi ile buluştu. Aslında geçtiğimiz Şubat ayında ekipten ayrılan bir grubun getirdiği ciddi iddialar sonrası, sosyal medyadan duyurulan “Filmmor’dan Veda” başlıklı açıklama ile yolun sonuna gelindiğini düşünmüştük ama Nisan ayında yeni bir duyuru ile festivalin yapılacağı bilgisi verildi. Bendeki bilgiler güncelse, konu yargı sürecinde olmalı notunu da düşerek, bu yazı yazıldığında halen devam etmekte olan festival programında bu yıl izlediğim filmler hakkındaki ufak notlarıma geçeyim.
Le Milieu de l’horizon (Ufukların Ötesi):
Festivalin kurmaca uzun metrajlarından biri olan Ufukların Ötesi, 1976’da Avrupa’da yaşanan kuraklık sırasında 13 yaşında olan Gus’ın öyküsünü karşımıza getiriyor. Filmin başında, bir bakkaldan yetişkin dergisi araklamaya çalışırken tanıştığımız Gus, ergenlik arifesindeki her çocuk gibi, cinselliğin ne olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Aynı anda babası ve çok sevdiği annesinin arasının açılması, annesinin başka bir kadınla öpüştüğünü görmesi de kafasını karıştırır. Yaşanan kuraklık ile birlikte, doğadaki bitkilerin ve baktıkları hayvanların da ölmeye başlaması onun hayatın bir başka gerçeğiyle, ölümle tanışmasına vesile olur.
Aslında tipik bir büyüme hikayesi diyebiliriz. Benzer filmlerin yanında çok fazla öne çıkmasa da iyi çekilmiş, rahat izlenen bir film. Laetitia Casta’yı tekrar karşımızda görmek de güzeldi.
À coeur battant (Aşkın Sonu):
Fransa’da yaşayan ve yeni çocukları olmuş bir çiftin aralarına mesafe girip, tüm iletişimlerinin bilgisayar ya da telefondan görüntülü konuşmalar ile gerçekleşmesi ile birlikte ilişkilerindeki sorunların da derinlerden yüzeye çıkmasını anlatan bir film. Birkaç flashback dışında tüm film, bu görüşmeler üzerinden ilerliyor. Son yıllarda pek çok sinemacının kullanmayı sevdiği bir anlatım tarzı. Her ne kadar, bu film pandemi öncesi döneme ait olsa da önümüzdeki dönemde bu tip çok daha fazla film göreceğimiz aşikâr.
Yönetmen Keren Ben Rafael, bildik bir ilişki hikayesi ile karşımıza çıksa da anlatımını sadece çiftin birbirleri arasındaki konuşmalar üzerinden kurarak, karakterlerin yaşamlarındaki boşlukları seyirci olarak bizim tamamlamamızı zorluyor. Filmi merakla izlettiren bir anlatım tarzı olduğunu söyleyebiliriz.
Objector (Vicdani Ret):
İsrail’de genç kadınların da zorunlu olarak askere gittiklerini biliyoruz. Bu belgesel de askerlik çağına gelen Atalya adlı vicdani retçi genç bir kadını, askere gitmesi gereken günün 6 ay öncesinden itibaren takip ediyor. Atalya, bu 6 ayda Filistinlilerle konuşuyor, onların yaşadıkları yerlere gidiyor, zaten en baştan beri kafasında olan fikirleri netleştiriyor ve Filistin ve İsrail arasındaki sorunların çözümünün askeri yollardan geçmediğine daha çok ikna oluyor. BU süreçte bazı eylemlere de katılıyor. Askere gitme vakti geldiği zaman da abisinin birkaç yıl önce yaptığı gibi, psikolojik rapor almaya falan çalışmıyor, açıkça vicdani retçi olduğunu söylüyor ve bu nedenle 110 gün hapis yatıyor. Baştan bunu bilerek bu işe girişiyor aslında. Hatta, hapise gitmek için bir gece önceden çantasını falan hazırlıyor. Süreç içinde, Atalya ve arkadaşlarının da etkisi ile İsrail’de özellikle genç kadınlar arasında, vicdani retçiliğin yaygınlaştığını görüyoruz. Hatta Atalya bir noktada, sayımız 60’ın üzerinde çıkarsa, hapiste bize ayırdıkları yer dolacak ve sistemi kilitleyeceğiz diyor ki, nitekim öyle oluyor.
Her ne kadar sinemasal açıdan tipik bir belgesel olsa da anlattıkları açısından dikkate değer bir film. Vicdani retçilerin toplumun bir kesimi tarafından vatan haini olarak görülmelerine rağmen, ülkede farklı bir görüşün yayılmasını sağladıkları, kendi ailelerinin fikirlerini de yavaş yavaş değiştirmeyi başarabildikleri görülüyor. Ailenin en eski kuşağı olan büyükbabanın, torununu çok sevmesine karşın, yaptığının aptalca olduğunu düşünmekten vazgeçmediğini de not olarak düşelim yine de. Belli bir yaşın üzerindekilerin fikirlerini değiştirmek daha da zor ne de olsa.
Isolated (Tecrit):
Geçtiğimiz 1,5 yıl boyunca, “65 yaş üstü” tanımını ne kadar çok duyduk. Evden çıkmayın, toplu taşıma kullanmayın, markete gitmeyin, arkadaşlarınızla bir araya gelmeyin, çocuklarınızı/torunlarınızı eve almayın, uzaktan selamlaşın vs. vs. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde böyleydi. Tecrit de benzer şeylerin yaşandığı İsrail’den gelen bir belgesel. Yönetmen Naama Pyritz, geçtiğimiz yılın Mart ayından itibaren, belli bir süre 65 yaşın üstündeki bir grup insanlara söyleşiler yapmış. Bu kişilerin farklı fikirleri olsa da pandeminin başlarında korkunun daha ağır bastığını, zaman geçtikçe evde tıkılıp kalmanın yarattığı bunalma hissinin ve hareketsizliğin ortaya çıkardığı olumsuz etkilerin ön plana çıktığını görüyoruz. Bu konuda kırsal yerlerde yaşayanlar biraz daha şanslı. Ben tarlama gidiyorum, ağacın altında oturuyorum, bir kişinin karar vermesiyle neden maske takayım diyenler oradan çıkıyor. Şehir merkezinde yaşayanlar ise daha tedirgin. Özellikle ilk aylardaki söyleşilerde kameranın uzakta durduğu, pencere ve kapıların sonuna kadar açık olduğu görülüyor. Hatta katılımcılardan biri, kendi balkonundan sokaktaki kameraya konuşarak röportaj veriyor. İlerleyen aylarda bu dikkat biraz azalıyor doğal olarak.
Yine klasik yapıda bir belgesel ama pandemi dönemini bu ve benzeri şekilde belgeleyen yapımlara gerçekten ihtiyacımız var. Şu an içinden gelip geçmekte olduğumuz bu dönemdeki tedbirlerin, özellikle büyüklerimiz için aldığımız tedbirlerin olumlu ve olumsuz sonuçları zaman geçtikçe daha iyi ortaya çıkacak. Umarım doğru dengeyi tutturmuşuzdur.
Mon nom est clitoris (Benim Adım Klitoris):
Belçika’dan gelen bu belgesel, bir grup genç kadınla, kendi cinsellikleri keşfetme süreçleri ile ilgili yapılan söyleşilerden oluşuyor. Bu konuda çok daha rahat olduğu düşünülen Belçika’da bile çocuk yaşlardan itibaren, erkeklerin cinsellikleri çok rahat konuşulurken, kadınların bu konuda yine suskun kalmak zorunda kaldıklarını, vücutlarını keşfetmekte geciktiklerini görüyoruz. Cinsel eğitim kitaplarında, klitoristen çok üstü kapalı olarak bahsedilmesi de özellikle haz almanın utanılacak bir şey olduğu yönünde bir öğretinin eseri. İzlerken ülkemizde benzer bir belgesel çekilse, neler çıkardı diye düşünmeden edemedim. İlginç bir konu olabilir.
Beyond The Gracenote (Notaların Ötesinde):
Kadın filmleri temalı festivallerde, geleneksel olarak erkekler ile özdeşleştirilen kimi meslekleri yapan kadınlar ile ilgili yapımlara zaman zaman rastlıyoruz. Bu da kadın orkestra şeflerini anlatan bir belgesel. Aslında ilk bakışta genellikle fiziksel güç gerektiren işlerde böyle bir ayrım varmış gibi düşünürüz ama her nedense, kadın orkestra şeflerinin sayısı da son derece az. Bunun çoğunlukla, kadınların yöneticilik yapamayacağı yönündeki düşüncenin bir uzantısı olduğunu görüyoruz. Hatta, bazı “kolay” bestecilerin eserlerini yönetebilecekleri ama iş daha “komplike” bestecilere geldiğinde bunu başaramayacakları yönünde de tuhaf bir önyargı olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca kadınların pek çok yerde karşısına çıkan, burada nasıl giyinmeli, nasıl gözükmeli, erkeklere nasıl davranmaları gibi engellerin bu meslekte de karşılarına çıkmasına şaşırmıyoruz.
Your Beautiful Eyes (Güzel Gözlüm):
Festivalde pek çok kısa film de gösterildi. Bunların her birine tek tek değinmeyeceğim ama beni kişisel bir yerden vuran, yönetmen Roni Jo Lola Schneider’ın kendi büyükannesi ile geçirdiği zamanları belgelediği bu filme değinmeden geçemeyeceğim. Yukarda bahsettiğim filmlerden Tecrit gibi, “65+ Candır” alt başlığında gösterilen bu film, yaşlı bir kadının giderek kendi bedeni ve zihnindeki hakimiyetini kaybetmesini anlatırken seyirciyi de bir sorgulama içine sokuyor. Özellikle hayatında benzer bir dönem geçirmiş insanlar için çok etkileyici bir yarım saat.
İzlediğim diğer kısa filmler içinden, AIDS nedeniyle ölen ikiz kardeşinin cinsel yönelimini kabullenemeyen bir karakteri anlatan Sparks (Anma), kadına karşı şiddeti gerçek bir olaydan yola çıkaran anlatan Breaches (İhlâller), iki kuzenin kendi bedenlerini keşfetme çabasındayken başlarına gelenleri anlatan Numero Primo (Kuzenler) ve yarattığı gergin atmosferi ile The Edge Of Town (Kasabanın Öteki Ucu) öne çıkan örneklerdi.
Not: Festival programında yer alan, benim daha önce başka festivallerde ya da vizyonda izlediğim Radyoaktif, Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne, Mükemmel Aday gibi filmlere bu yazıda yer verilmemiştir.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN