SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

13. ÇAĞDAŞ İTALYAN FİLMLERİ HAFTASI

27 Kasım 2022 Pazar 11:59
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz hafta Ankara’da Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası düzenlendi. Pandemi döneminde çevrimiçi yapılmakta olan, geçen sene hem çevrimiçi hem de fiziksel olarak düzenlenen etkinlik, bu sene sadece fiziksel olarak düzenlendi ve gösterimler, Çankaya Belediyesi’nin Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapıldı. Programdaki filmlerin bazılarını önceden izlemiş ve yorumlarını yazmıştım. Bu hafta kapsamında, ilk kez izlediğim filmlerin yorumlarına, vakit kaybetmeden geçeyim.

Ennio:
Açılış filmi, film müziklerinin unutulmaz ismi Ennio Morricone üzerine, 2,5 saatlik bir belgeseldi. Sinema üzerine yapılan belgeselleri çok seven biri olarak, bu filmi de büyük bir keyifle izlediğimi söyleyebilirim.
Film, Morricone'nin ölümünden önce onunla yapılan söyleşiler, onunla birlikte çalışan yönetmen ve çağdaşı müzisyenlerle yapılan söyleşiler ve iyi bir arşiv çalışması barındırıyordu. Film, belgesel sinema açısından çok yeni bir şey sunmuyordu belki ama hem Morricone açısından bilmediğim şeyleri karşıma getirdi, hem de müziğini onun yaptığını unuttuğum bazı filmleri hatırlattı.
Morricone, klasik müzik eğitimi alıp o yönde çalışmalar yaparken, önce pop müzik piyasasına, sonra da film müziklerine yönelmiş. Bu nedenle hocalarından bayağı da tepki görmüş. Tabir yerindeyse, davayı sattın gibi yaklaşmışlar. Ama tabii ki, film müziklerinde çok büyük bir başarı kazanmış ve inanılmaz sayıda film müziğine imza atmış (IMDB'ye göre, bir kısmı aynı müziklerin tekrarlanması olsa da, 530 kısa ve uzun film). Ama bu arada, avangart işler yapmaktan da geri durmamış. Film bunları gayet etraflıca anlatıyor. Hatta, genel olarak Morricone güzellemesi şeklinde ilerlese de, bazı müziklerinin birbirine çok benzediğini, hatta adeta kendisinden intihal yaptığını da altını çok çizmeden de olsa, söylemekten çekinmiyor.
Söyleşi yapılan isimler de bayağı geniş bir skalada. Yönetmen olarak Argento'dan Wong Kar-Wai'ye, müzisyen olarak John Williams'dan Springsteen'e kadar pek çok kişi var. Hatta, tam "Metallica da olmalıydı yahu, atlamışlar" diye düşünürken, onlar da çıktı.
Oscar almayı, başarının en üst noktası gibi konumlamasını, filmin sevmediğim bir yaklaşımı olarak belirtebilirim. Morricone Oscar almamış olsa, hatta aday bile olmasa, değerinden bir şey kaybedecek miydi? Yooo. Ezbere bildiğimiz müziklerinin çoğu da o adaylıklar içinde yok zaten.

Una Notte da Dottore (Tek Gecelik Doktor):
İtalyan filmleri haftasının, en sabun köpüğü filmi. Elimizde, yaşlıca ve aksi bir doktor ile genç bir motor kurye var. Bunların yolu bir şekilde kesişiyor ve kuryenin, bir gece boyunca doktor numarası yapıp hastalara bakması gerekiyor. Doktorumuz, kendisini çağıran hastalara gidemeyince, genç kurye bu işi yapmak durumunda kalıyor, doktorla da sürekli olarak kulaklıkla iletişim halinde kalarak, aslında onun söylediklerini uyguluyor. Hikâye ve espriler beklendik yerlerden gidiyor aslında. Karakterlerimiz, önce birbirlerini sevmedikleri halde, zorunlu olarak beraber çalışmak durumunda kalıyorlar, hikâye ilerledikçe dost olmaya ve birbirlerine sırlarını açmaya başlıyorlar. İşin doktorluk tarafında da önce "boktan" durumlar yaşanıyor (kelime anlamı ile), sonra gerçekten hastalara faydalı olduklarında, işin o kısmı da yoluna giriyor.
Çok tanımadığım iki oyuncusu var ama rollerine yakışmışlar ve filmi sürüklüyorlar. İleride bir platformda falan karşınıza çıkarsa, eğlencelik bir film olarak izlenebilir ama çok da bir şey ummamak lazım.

L'Arminuta (Eve Dönüş):
Çok küçük yaşta, biyolojik ailesi tarafından, çocukları olmayan zengin bir aileye evlatlık olarak verilen ama 13 yaşına geldiğinde, nedenini kendisi de anlamadığı halde, biyolojik ailesine geri dönmek zorunda kalan bir genç kızın hikayesi. Film temel olarak, bambaşka bir dünyada büyüyüp, ait olduğunu düşünmediği, hatta kendisini onlardan üstün gördüğü bir sosyal sınıfın içine giren bu genç kızın, önce durumu reddetme çabasını, sonra uyum sağlamasını anlatıyor. Bunu da kıvamında bir duygusallıkla, doğallıktan kopmayarak yapıyor.
Bir ara, biyolojik abisinin, genç kıza duyduğu cinsel istek gibi bir tema da açıyor ve orada epey riskli bir alana da hafiften giriyor ama onu çok da devam ettirmiyor. Gerçi, bu olayı çözme şekli de filmin doğallıktan koptuğu ender anlardan biri.
Film çok iddialı olmamakla birlikte, hikayesini anlatırken, abartılı yollara başvurmaması, dipten ve derinden gitmesi ile ilgimi çekti. Başrolde Sofia Fiore'yi ve küçük kardeşini oynayan Carlotta De Leonardis'i de oldukça başarılı buldum. Küçük yaştaki bu oyuncular, filmi sırtlamış, götürmüş.

Il Silenzio Grande (Büyük Sessizlik):
Yıllar öne Hamam'la tanıdığımız, sonrasında pek çok filmde de oyuncu olarak izlediğimiz Alessandro Gassmann, artık zaman zaman yönetmen olarak da çıkıyor karşımıza. Bu da en yeni filmi.
Bir tek mekân filmi diyebiliriz. Bu mekân, eskiden zengin olan, ama artık o günlerin çok uzağında kalan, Primic ailesinin büyük ve görkemli konağı. Bu konak da tıpkı aile gibi, bir zamanlar gözalıcı iken, artık her yeri dökülüyor, aileye sadık tek bir çalışan ile ayakta tutulmaya çalışılıyor. En sonunda, evin hanımı Rose, konağı satmalarının kendileri için daha iyi olacağına karar verir. Uzun süredir yazmakta olduğu kitaptan başka bir şey düşünmeyen kocası Valerio aynı fikirde değildir ama genç kuşak da anne ile aynı noktada olunca, bir şey yapamaz.
Her ne kadar filmin türü, festival kitapçığında ve IMDB'de komedi olarak belirtilmiş olsa da bayağı koyu bir aile draması demek daha doğru. Ailenin geçmişe saplanmış kalmış üyeleri ile geçmişi geride bırakmak gerektiğini düşünenler arasındaki çatışmayı anlatan bir drama.
Alessandro Gassmann, mekânı ayrı bir oyuncu olarak kullanmayı başarmış adeta. Ana oyuncu kadrosu, deneyimli isimlerden oluşuyor ve onların performansları da gayet iyi. Ama bir tuhaflık olduğunu, diyalogların akışında sıkıntılı bir şeyler olduğunu hissediyorsunuz. Ama finale doğru yaklaştıkça, bunun da nedeni anlaşılıyor. Ama bu sefer de, geriye dönüp filmi tekrar gözden geçirme ihtiyacı doğuyor. Belki günün birinde yaparım ama yakın zamanda değil. Filmi, ortalamanın üzerine koyabilirim ama biraz ağır tempolu. Seyirciden beklediği sabrı ödüllendirecek bir finale bağlanıp bağlanmadığı konusunda da şüphelerim var.

Ariaferma (Durgun Hava):
İtalya’nın en eski hapishanelerinden biri için kapatılma kararı verilmiştir. Büyük, eski ve şehir merkezine çok uzak bir mekân olan bu hapishane kapatılacak ve tüm mahkumlar ve gardiyanlar daha modern hapishanelere gönderilecektir. Gardiyanların bir kısmı da emekliliğini beklemektedir zaten. Tüm işlemlerin bitmesi gereken zamanda, bazı mahkumların işleri bürokrasiye takılır, az sayıda da yeni mahkûm da transfer için gelir ve hapishanede kalır. Bunun üzerine bir grup gardiyanın bir süre daha kalan mahkumlara bakmak için hapishanede kalmasına karar verilir. Hapishane müdürünün bile ayrıldığı ortamda, gardiyanlar ve mahkumlar, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerde, aynı kaderi paylaşmaya başlarlar.
Yönetmen Leonardo Di Costanzo, bu iki grubun benzer sosyal sınıflardan gelen, hayatlarının bir döneminde yaptıkları seçimlerle gardiyan ya da mahkûm olan ama bir yandan da halen birbirlerine çok benzeyen insanlar olduklarını vurguluyor. Dünyadan soyutlanarak aynı mekânda yaşamaya başlayınca, bu durum daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Filmin mesajının en belirgin verildiği yer de, gardiyanlardan birinin mahkumlara, hapisten dışarı çıkamayacaklarını vurgulaması üzerine, “sen çıkabiliyor musun, sanki” tarzında bir cevap alması oluyor.
Filmin en büyük şansı oyuncuları. Gardiyanlar tarafında Toni Servillo, mahkumlar tarafında ise Silvio Orlando, iki deneyimli isim olarak filmi sürüklüyorlar. Yönetmen de zaman zaman alanı onlara bırakarak, kendini geri çekmiş zaten. Bu da biraz ağır tempolu ama bu sefer karşılığı veren bir film.

Nostalgia (Nostalji):
Çok üretken bir yönetmen olan Mario Martone, bu sene Cannes’da yarışan yeni filminde, yıllar sonra ülkesine geri dönen Felice karakterinin peşine düşüyor. Felice, ilk gençliğinde yaşadığı bir olay nedeniyle ülkesini terk etmiş, yıllarca Orta Doğu’da yaşamış, orada kendine yeni bir hayat kurmuş, Mısırlı bir kadınla evlenmiş ve Müslüman olmuş. Yıllar sonra, annesinin son günlerinde onun yanında olmak için, karısının da teşviki ile ülkesine geri dönüyor. Gençlik yıllarının geçtiği sokaklarda zaman geçirmeye başladıkça hem şehrini hem de gençliğini ne kadar özlediğini fark ediyor. Gençliklerinde ayrılmaz bir ikili oldukları arkadaşı, Oreste’nin peşine düşünce de onun artık yerel bir mafya lideri olduğunu öğreniyor. Hatta annesi dolayısıyla tanıştığı, gençleri korumaya çalışan şehrin rahibinin de en büyük düşmanı konumunda.
Yönetmen Mario Martone, filmi adını da veren nostalji hissini tüm filme yedirmeyi başarmış. Felice’nin geçmişe olan özlemi seyirciye de geçmeyi başarıyor. Hatta belli bir yaştaysanız, izlerken siz de kendi geçmişinize doğru yol almaya başlıyorsunuz. Filmin şehri de çok iyi kullandığı söylenebilir. Orta blokta konuyu biraz dağıtsa da iki gençlik arkadaşının buluşmasından finale kadar geçen sürede tekrar toparlamayı başarıyor. Finale dair ufak bir itirazım var yalnız. Evet, göstere göstere gelen, yönetmenin seyirciyi hazırladığı bir final ama içten içe de böyle bitirmez umarım dediğim bir finaldi. Karakterlerin geldiği noktada, öyle bitmesine de gerek yoktu bence. Spoiler vermeden ancak bu kadar anlatabildim.
Kimi itirazlarıma karşın, programın en iyi filmlerinden biri oldu benim için. Dijital platformlara gelecektir diye tahmin ediyorum. Şimdiden önereyim.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar