SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

11. ÇAĞDAŞ İTALYAN FİLMLERİ HAFTASI

21 Kasım 2020 Cumartesi 19:52
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sinemaların tekrar kapanması ile yine online festivallere ve dijital platformlara döndük. Umarım söylendiği gibi, 1 Ocak 2021 tarihinde sinemalar yeniden açılır ve o günler, salgını da biraz olsun azalttığımız günler olur.
Bu ortamda, geçtiğimiz hafta içinde Ankara’da 10 yıldır düzenlenmekte olan Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası’nın onbirincisi düzenlendi. Fiziksel gösterimlerden vazgeçmediler ama bu sene online bir alternatif de sundular. Bu etkinlik, Ankara’da çok ilgi çeken bir etkinlikti. Geçtiğimiz yıllarda, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yer kalmadığı için izleyemeden geri döndüğüm filmler olurdu. Aslında ne de güzel günlermiş…
Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası’nda, o sene Ferzan Özpetek bir film çekmişse mutlaka olur, hatta genelde açılış filmi olur. Bu sene de bu kural değişmedi. Onun dışındaki filmlerin bir kısmı çok adını duymadığımız, daha çok ticari sinemayı temsil eden filmlerdir. 1-2 tane de festivallerde gösterilmiş, bazıları Türkiye’de ilk kez gösterilen filmler olur. Bu seneki seçki de benzer bir yapıdaydı. O halde, gösterilen 7 filme kısa kısa göz atalım.

Şans Tanrıçası (La dea fortuna):
Ferzan Özpetek’in yeni filmi Aralık ayında vizyona girecekti. Türkiye’deki ilk gösterimi de burada olacaktı. Şimdilik vizyon planları mecburen ötelendiğine göre izleyen az sayıdaki kişiler arasındayım sanırım. Özpetek bu filminde en yakın arkadaşlarının hastalanması sonrasında, onun çocuklarına bakmak durumunda kalan eşcinsel bir çifti konu ediyor. Bu çocuklar, ilişkilerinde sorun yaşayan çiftimize de bir terapi oluyorlar adeta.
Yıllar içinde Ferzan Özpetek sineması denince aklımıza gelen bazı kalıplar var. Bazen bunların dışına çıkmaya çalıştığı da oluyor ama bu kez tam da Özpetek sinemasının bütün unsurlarını barındıran bir filme karşı karşıyayız. Merkezdeki eşcinsel çiftimizin yakın arkadaşları arasında bir trans kadın ve bir göçmen kadın var. Tüm bu arkadaş grubu sıklıkla bir araya gelip büyük ve görkemli yemekler yiyor, Sezen Aksu şarkıları eşliğinde dans ediyorlar. Oyuncu kadrosunda tabii ki Serra Yılmaz var. Özpetek’in sevdiği oyunculardan Stefano Accorsi de var. Ve film çok belirgin bir şekilde, kan bağına dayalı olmayan, alternatif bir aile önermesi yapıyor.
Kendisini hatırlatan tüm unsurları bir araya getirse de en iyi Ferzan Özpetek filmlerinden biri dememiz zor. Bunun da nedeni senaryonun çok bildik ve tahmin edilebilir ilerlemesi. “Benim son zamanlarda çok başım ağrıyor, bir süre için hastaneye yatacağım. Bu arada çocuklarıma kısa bir süre siz bakar mısınız?” diyerek filme giren bir karakterin hikayesinin nereye gideceği o anda belli oluyor zaten. Eşcinsel çiftimizin yaşadıkları ilişki problemleri de çok bildik. Yine de Ferzan Özpetek seviyorsanız, izlerken eski bir arkadaşınızla karşılaşmış gibi oluyorsunuz ve keyifle izliyorsunuz.

Pinokyo (Pinocchio):
Bu film, daha önce Filmekimi seçkisinde gösterildi, hatta tam da geçen hafta sinemalarda vizyona da girmişti. Oralarda kaçıranlar burada yakalamış olabilirler. Sinemacıların Pinokyo öyküsüne ilgileri hiç yok olmuyor. Carlo Collodi’nin 1883 yılında yazdığı bu roman, defalarca sinemaya uyarlandı. Hatta bu filmde Geppetto Usta’yı canlandıran Roberto Benigni, 18 yıl önceki uyarlamayı yönetmiş, Pinokyo’yu da kendisi oynamıştı. Bu kez kamera arkasında Matteo Garrone var. Daha çok mafya hikayeleri ve şiddet dozu yüksek filmlerle tanıdığımız Garrone’nin bu projeyi seçmiş olması ilk bakışta ilginç olsa da yetişkinlere masallar diyebileceğimiz Tale of Tales filmini de unutmamak lazım. Ayrıca söylediğine göre, çocukluğundan beri hayalinde olan bir projeymiş.
Peki Garrone, bu uyarlamaya bir farklılık getirebilmiş mi? Pek değil. Dönemdeki yoksulluğa biraz daha vurgu yapıyor, romana sadık kalınan birkaç sert denebilecek sahne var ama temelde bir çocuk filmi denebilir. Teknik tarafı da gayet iyi bir film ama ben zaten bu öyküyü biliyorum diyerek izleyince pek bir heyecan yaratmıyor. Günümüze gönderme sayılabilecek bazı detaylar daha fazla olsa belki farklı bir yerde durabilirdi. Örneğin, sadece masumların hapse girdiği, salıverilmek için suçlu olduğunu ispatlamanın zorunlu olduğu mahkeme sahnesi gayet güzeldi. Romanda var mıydı, hatırlamıyorum ama bu anlayıştaki sahneler arttırılabilirdi.

Kötü Masallar (Favolacce):
Bu sene Berlin’de senaryo ödülü almasıyla öne çıkan bu film, seçkinin de en merak ettiğim filmlerden biriydi. İzlemem de biraz maceralı oldu ama beklentimi tam olarak karşıladığını söylemeyeceğim. Film, İtalya’nın banliyö mahallelerinden birinde yaşayan insanlar üzerinden kimi hikayeler anlatıyor. Çoğunun ana karakterleri de yeni ergenler ve gençler. Bunların baskıcı ya da umursamaz anne-babaları, öğretmenleri vs. de hikayelerin diğer karakterleri. Filmin, yer yer çok iyi sahneleri var. Özellikle çocukların cinsellik merakı ile ilgili kısımlar iyi işlenmiş. Aileleri ile olan ilişkileri de öyle. Fakat toplamda tatmin edici bir sonuca ulaştığını söyleyemiyorum. Özellikle finalde yaptığı hamlenin altını daha fazla doldurabilirdi diye düşünüyorum. Yine de kurduğu dünya, yönetmen D'Innocenzo kardeşlerin sonraki filmleri merak etmemiz için bir kapı aralıyor.

Çıkar Sesini! (Cambio tutto!):
40 yaşında, bir reklam şirketinde çalışan, geceleri üst komşudan gelen gürültü sesleri ve sürekli horlayan erkek arkadaşı ile mücadele eden, patronunun ve erkek arkadaşının kendisini sömürdüğü ve bunun da farkında olan bir kadın. Sabahları işe giderken onu taciz eden bir erkek gibi rutinleri de var. Fakat bu kadın, sürekli olarak çevresindekileri düşündüğü, etraf ne der dediği için başına gelen hiçbir şeye ses çıkarmıyor, çıkaramıyor. Günün birinde, televizyonda sürekli reklamını gördüğü bir terapiste gidiyor ve olaylar değişiyor.
Aslında bu girişten bile olayların ne şekilde değişebileceği, kadının ne şekilde davranmaya başlayacağı az çok tahmin edilebiliyor. Bu da 1-2 detay hariç, tam olarak beklediğimiz şekilde gelişen bir film. Fakat izlerken çok eğlendiğimi itiraf etmeliyim. Hani, çok iyi olmadığını bilirsiniz ama keyifle izlersiniz ya, o filmlerden. Bu İtalyan filmi, aslında Sin Filtro isimli bir Şili filminin uyarlaması. Aynı filmin Meksika, İspanya ve Uruguay uyarlamaları da var. Bu da filmin hikayesinin seyirciyi yakalamakta ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor aslında. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’ye Cebimdeki Yabancı adıyla uyarlanan Perfetti Sconosciuti filminin de tüm dünyada pek çok versiyonu yapılmıştı. Bu film de benzer bir yolda gidiyor olabilir. Buradan Türkiye’deki yapımcılara duyurulur. Filmin başrolündeki Valentina Lodovini için bir arkadaşım, İtalya’nın Ezgi Mola’sı demişti. Gerçekten izlerken sürekli gözümün önüne Ezgi Mola geldi. Potansiyel bir Türkiye uyarlaması için tek adayım.

Çalınan Günler (Il ladro di giorni):
Vincenzo, yıllar önce oğlunun gözü önünde tutuklandıktan sonra, hapisten çıktıktan sonra onunla birkaç gün geçirmek üzere geri döner. İşte bu film de o birkaç günün öyküsü. Vincenzo’nun asıl niyeti, aklındaki bir takım karanlık işler için oğlunu kalkan olarak kullanmaktır. Çünkü polislerin, yanında çocuk olan bir adamdan şüphelenmeyeceğini düşünür. Filmde anlatılan baba-oğul ilişkisinin işlediği söylenebilir. Pek çok İtalyan filminde izlediğimiz Riccardo Scamarcio ve oğlu rolünde Augusto Zazzaro da iyi bir kimya tutturmuşlar ancak benzerini çok fazla izlediğimiz bir hikâye. Yine de çocuğun, tam bir ergenliğin eşiğindeki erkek çocuk hallerini başarılı bulduğumu söylemeliyim. Ufak bir spoiler olarak, babanın suçlu olmaktan vazgeçmemesinin, bu tip bir film için ilginç olduğunu da eklemeliyim.

Ev Hapsinde Aşk (L'amore a domicilio):
İşlediği bir suçtan ötürü ev hapsi cezası verilmiş genç bir kadınla, dışarı çıkma izni verildiği bir gün karşılaştığı bir sigortacı adamın aşk hikayesi. Adam kadına o kadar âşık oluyor ki onun için suç işlemeyi bile göze alıyor. Ne yazık ki yine çok bildik bir konuyu işleyen bir film ve bu kez başka bir noktadan gelen bir çekiciliği de yok. Böyle bir hikâyede çiftimizin uyumları çok önemli ama hiçbir şekilde karakterlerin aşklarına ikna olamıyorsunuz. Oyuncuların uyumsuz oluşu da bunu destekliyor. Adamın kadına âşık oluşu yine anlaşılabilir ama kadın karakterin, baştaki cinsel açlık nedeni haricinde adamla birlikte olmak istemesi için bir neden bulamadım doğrusu. Üstelik işin içine suç dünyası girdikçe hikâye daha da zayıflıyor ve daha kaba saba bir mizaha dönüşüyor. Seçkinin zayıf filmlerinden.

Dünyanın En Güzel Günü (Il giorno più bello del mondo):
Bu yılki seçkide çocukların ana karakterlerinden biri olduğu filmlerin sayısı oldukça fazlaydı. Burada da iflasın eşiğindeki bir tiyatroyu işleten kahramanımıza miras kalan(!) iki çocuğun hikayesini ve aralarındaki ilişkileri izliyoruz. Bu çocuklardan biri hiç konuşmuyor ama bir takım süper güçleri var. Eşyaları, dokunmadan yerlerinden oynatabiliyor. Öyle ki, bir kıyafeti içinde hiç kimse yokken dans ettirebilecek derecede. Kahramanımız, çocuğun bu güçlerini kullanarak yaptığı şovla tiyatroyu kurtarıyor ama bu süper güçleri test etmek isteyen bilim insanları ve kötü adamlar da devreye girince işler karışıyor.
Yetişkinlere hemen hemen hiçbir şey ifade etmeyen bir çocuk filmi ama çocuklara ne kadar şey ifade ediyor, ondan da şüpheliyim. Filmin fazla masalsı ve steril dünyası 2020’nin çocukları için fazla naif olabilir. 20-30 yıl geç kalmış bir film izlenimi verdi bana.

Ankara’dan etkinlikler:
Sinemaların kapanması ile, kültür merkezleri de etkinliklerine ara vermiş gibi gözüküyor. Sanırım bir süre için Ankara’ya özel bir sinema etkinliği bulamayacağız.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar