23 MART 2018
Altısı yerli, toplam dokuz yeni yapım merhaba diyor bu hafta. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
GERÇEK KESİT: MANYAK
-Bir canlandırma olabilir ancak. Sinema filmi asla!-
Onur Ünlü… 2007’de ‘Polis’ ile başladığı sinema macerasına, on iki uzun metraj kurmaca, iki kısa film, yedi tane de TV dizisi sığdıran, ‘hızlı’ ve yaratıcı bir yönetmen-senarist. Şairlikten geliyor. Müzikle de ilgili. Henüz kırk beş yaşında! Son derece seri üretiyor! Çok zeki bir sinemacı, adeta bir dahi olarak niteleniyor günümüzde.
‘Polis’in, Ünlü’nün 2007 tarihli ilk filminin son jeneriklerinde tarifsiz hisler içinde kalakaldığımı anımsıyorum. Bu başına buyruk, özgün, yenilikçi, cesur ve duygu yoğun deneme, yeni bir şeyleri müjdeliyordu sinemamız için. Bu ‘şeyler’, ‘Güneşin Oğlu’ ve özellikle ‘Beş Şehir’ filmlerinde de kendini belli ediyordu. ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’, Ünlü sineması adına bir sapma yarattı bünyem üzerinde! ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, adını koyamadığım, koymak da istemediğim o iyi ‘şeyler’i yeniden diriltiyordu. ‘İtirazım Var’ı yine beğenerek izledim. Sonra bitti. Durdu. İtirazım başladı Ünlü’nün yeni yaratılarına. Jet hızıyla film çekiyordu ve tuhaf bir ‘oldubitti’ havası yayılıyordu etrafa. İçten içe kızıyor bozuluyordum bu hızlı yapımlara fakat güveniyordum ona! Yeniden başlattığı o ‘şeye’ geri dönebilir, popülerlik yolunda aldığı ivmeyi önemsemeden yeniden eski güzel günlere dönebilirdik birlikte! O, kamera ardında, ben salonlarda! Olmadı… Herkesin sevdiği, sözde entelektüel lümpenlerin yere göğe koyamadığı, bütün alemlerin aranan kişiliği oldu birden. Eksantrik ‘takılan’ yeni yetmelerin, yorgun demokratların, lümpen bilgelerin idolü! Korumaya alındı. Görünmez bir zırhla üstelik! Onun ve yaratımlarının hakkında kötü şey söylemek zinhar yasaktı artık! Dünyanın en zeki, en absürt, en yaratıcı, en bilge kişisiydi o! Oysa yıllar önce onun hakkında yapılan bir nehir söyleşide söz ettiğim gibi, onun filmleri, annemin pişirdiği etli yaprak sarmanın tadındaydı. Öyleydiler…
Şu an farklı yerlerden bakıyoruz sinemaya. Muhtemelen hayata da! Benzerdik oysa, varoluşun gerçeküstü, absürt ve karanlık olduğuna inanıyorduk! Şimdiyse, benzemeyen yanlarımızın bu denli fazla oluşu şaşırtıyor beni… Onur Ünlü, on ikinci uzun metraj kurmacasını, 90’lı yıllarda Flash TV’de yayınlanan ve fenomene dönüşen reality dizi ‘Gerçek Kesit’i sinemaya aktararak gerçekleştirmiş. Gerçek olaylardan uyarlanan dizide, hikayeler, canlandırma olarak yansıyordu ekrana! Perihan Savaş’ın sunduğu programda, her bölüme konu olan hikayeler, oyuncu gibi olmayan ‘modeller’ tarafından canlandırılıyor, gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan her türlü cinayet, tecavüz, cinnet geçirme haberleri, yani yaşanan türlü trajedi, trajikomik bir biçimde konuk oluyordu evlere. Ürpermekle, şaşırmak, öfkelenmekle, korkmak arasında gidip gelen ‘kitch’ bir durum söz konusuydu ve bu yapay canlandırmalar, her türlü estetik anlayışın uzağında, bayağılık estetiğinin doruklarında süzülüyordu ekrandan, Flash TV’yi izleyen hanelere doğru.
‘Gerçek Kesit’ adlı yapımda ‘Sarı Bıyık’ karakterini canlandıran ve birçok bölümün senaryosunu yazıp, canlandırmalarda yer alan Cahit Kaşıkçılar, Onur Ünlü’nün yeni filmi ‘Gerçek Kesit: Manyak’ın da senaryo yazarı ve başrol oyuncusu! Gerçeklikle bağını iyice koparmış, ölmüş annesiyle ‘yaşamayı’ sürdüren temizlik görevlisi Rıza, bir yandan da karşı apartmana taşınan dul ve çocuklu Serpil’le ilgilenmektedir! Taşındıkları gün, Serpil ve küçük oğluna; sucuğu bol iki tost alan Rıza, farklı bir düzlemde yaşamayı sürdürürken, çirkinliği, yalanı, ikiyüzlülüğü ve manyaklığı bol dünya, onu tuhaf bulmaya başlar!
Mesele güzel aslında! Fakat öyküye yaklaşımda, uygulanışta ve genel anlamda sinemada yaşanıyor sorun! Hitchcock ustanın ‘Psycho / Sapık’ filmi halen orada duruyor işte! Aynı öyküden yola çıkarak toplumsal ahlak üzerine sözler söylemek önemli! Bunu bir sinema filminde, sinema diliyle yapmak daha önemli ancak! Öfkeli olmak önemli. Haklı olmak kadar! Fakat bu öfke, küstah biçimde sağa sola küfretmeyi gerektirmiyor. Mesnetsizce üstelik! Toplumsal ahlakın dibe vurduğu günümüzde, bunu layıkıyla söylemek önem arz etmekte. Onur Ünlü, geçmişin muhafazakar derinliğinde sakladığı bilinç altını, günümüzde hep birlikte olduğu hemen her görüşten ve alandan insanı ‘kullanarak’ ortaya dökmüş sanki! Yakın çevresini, mizahtan politikaya hemen her alandan popüler simaları, ahbaplarını, geçmiş film ve dizilerinde rol verdiği oyuncularını, müzisyenleri, teknik ekibi izliyoruz filmde. Oraya buraya serpiştirilmiş biçimde. Dalga geçerek hemen her detaya küfrünü ediyor. Eleştirisi, son derece bayağı ve yüzeysel biçimde duruyor perdede. Biçimsel ve deneysel bir leke olarak da değil üstelik olur olmaz söylenmiş, geçmişin hesaplarının içinde saklı olduğu, kızgın ve cüretkar şekilde! Hitchcock’a hakaret, sinema tarihine hakaret, sinema sanatına farklı bir bakış akıyor, bu tuhaf ve son derece itici canlandırmadan! Ne olacak ki, üç saatte yaratılacak sahneler toplamı sinema dediğimiz zaten değil mi? Herkesin yapabileceği, sıradan, lümpen bir uğraş!
Bir de Heidegger alet edilmiş bu uğraşa! Varoluşçu felsefenin önde gelen filozoflarından Martin Heidegger (1889-1976), filmin girişinde, nedense Türkçeye çevrilmeye gerek görülmemiş ‘Everything is something happened’ sözüyle meze olmuş bu ‘kesitsel’ hezeyana! Varoluş, önceden de belirttiğimiz gibi gerçeküstü, absürt ve karanlık tabii fakat derinlikli, zahmetli ve son derece içsel de! Dünyadaki varlığımızı şekillendiren ve varoluşa değer zenginlikte katkı sağlayan sanat, bu denli ucuz, estetik ölçülerden bihaber, küstah, kibirli ve ‘oldubitti’ci olabilir mi hiç? Festivaller dahil hemen herkesin bu oldubittiyi ödüllendirdiği, alkışladığı, ucuzluğa prim tanıdığı ölçüde kötülük yapılıyor aslında Onur Ünlü’nün sinemasına! Nedir bu hezeyan? Hemen her şeyi çözmüş gibi devinmek bu denli kolay mı? Mütevazı pırıltısına geri dönmesini çok arzu ediyorum Ünlü’nün. Şiire inandığı o eski naif günlerine… Bu canlandırmadan daha fazla söz etmeye gerek yok. Küfrümüzü yedik oturduk. Bu kalitesizliği zihinden ötelemek en doğrusu. Ezcümle bu film, yerel TV kanallarında bir canlandırma olabilir ancak! Sinema filmi olarak değerlendirilmemeli! (0,5 / 5)
VELAYET
-Aile içi şiddetin röntgeni-
Yönetmeni Xavier Legrand’a, Venedik’te ‘en iyi yönetmen’ dalında ‘gümüş aslan’ kazandıran Fransız yapımı dram, aile içi şiddete, bu olgunun kökenlerine, travma halindeki erkek şiddetinin, kadın ve çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine, son derece içerden, bir röntgen gerçekliğiyle bakıyor!
Miriam ve Antoine Besson çifti boşanmışlardır. Hukuksal anlamda, çocuklarının velayetini hangisinin üzerine alacağına dair tartışmalar sürmekte, mahkemenin vereceği karar beklenmektedir. Ayrılığı hazmedemeyen, şiddete meyilli, hastalıklı babası ile yaralı, yorgun, ürkmüş annesinin, üzerinde yarattığı travmalarla boğuşan küçük Julien, içinde olduğu bu ölümcül savaştan alabileceği en az yarayla kurtulabilme derdindedir! Dağılmış yuva, hastalıklı, şiddet takıntılı baba, dağılan ruh dünyasını toparlamakta güçlük çeken ürkek anne ve korku içinde yaşayan küçük çocuk. Birbirine benzeyen mutsuz ailelerden arda kalanlar, erkek terörünün gerçek yüzü –ki özellikle kadın cinayetlerinin her geçen gün arttığı bizim gibi toplumlarda önemi gün geçtikçe artan bir mesele bu- ve acı çeken masum kurbanlar…
Tecrübeli oyuncular Léa Drucker ile Denis Ménochet’nin yanı sıra, Mathilde Auneveux ve müthiş performansıyla gencecik aktör Thomas Gioria’nın başlıca rolleri üstlendikleri sert ve gerilimi yüksek dram, büyük toplumsal sorunları ortaya çıkaran bireysel sıkıntıların kökeninde yer alan derin meselelere değiniyor işin aslı. ‘Velayet’, her şeyden önce politik bir film. Şiddete başvuran, hasta ruhlu erkeğin bu hale gelmesinin müsebbibi olan faşist aile geleneğini mercek altına alırken, devletin, kadın ve erkeğin gelir durumları üzerinden attığı adaletsiz bakışı da incelikle vurguluyor. Adaletin işleyişindeki hukuki sorunların, küçük, masum bireyin varoluşunu ne denli sarstığı, kadın, çocuk, yaşlı, göçmen, mülteci, yabancı ve bütün diğer ötekilerin bu zalim şiddetten aldıkları pay ve ancak dayanışmayla halledilen toplumsal kaos! Ancak düşenin, yoksul, yoksun ve kurbanın birbirini anladığı ve arka çıktığı bir toplumda ‘normali’ oynayan zalim erkek figürü. Bir yönetmenlik başarısı öte yandan bu keskin toplumsal dram! Mikroskop altında acelesi olmadan ağır ağır incelemiş meseleyi senaryoyu da kaleme alan Xavier Legrand. Tamamen içerden, son derece gerçekçi, mesafeli ve net! An be an yükselen gerilim, adeta karşılaştığımız ‘gerçeklik’ karşısında üşüten ve ürküten atmosferi besliyor. Özellikle izlenmesi, dersler çıkarılması ve tespitler yapılması gerekli, el mecbur bir film orijinal adıyla ‘Jusqu´à la garde’! (4 / 5)
PASİFİK SAVAŞI: İSYAN
-Gişe canavarı olacak mı?-
Yedinci sanatın yaratıcı dâhilerinden Guillermo del Toro imzalı, 2013 tarihli büyük bütçeli bilimkurgu macera ‘Pacific Rim / Psifik Savaşı’, okyanustaki yarıktan gelen Kaiju denilen uzay kökenli dev canavarlarla, Jaeger denilen insan kontrollü robotları karşı karşıya getiriyordu. Epik bir bilim kurgu olarak da adlandırabileceğimiz yapım, Godzilla’yı çağrıştıran dev denizaltı canavarlarıyla başa çıkmak için, teknolojinin son ürünü, dev robotları kullanan insanoğlunun mücadelesini tempolu biçimde yansıtıyordu perdeye. Türün meraklıları yanında, genç izleyicinin beğenisine de sesleniyordu perdedeki iş. Eleştirisini kaleme alırken, muhtemel devam filmlerine hazırlıklı olmamız gerektiğini belirttiğimiz yapımda, İngiliz aktörler Charlie Hunnam, Idris Elba ve Japon aktris Rinko Kikuchi başrolleri üstleniyorlar, usta oyuncu Ron Perlman, zengin kadroya renk katıyordu. Del Toro’nun sağ kolu, görüntü büyücüsü Guillermo Navarro, kamera kullanımında şahane bir iş çıkarmıştı yine. Teknolojiyi, yaratıcı ve tanıdık bir öyküde, sıkı ve ‘cin’ buluşlarla harmanlayan Guillermo del Toro, tartımı düzgün, keyifli bir filme imza atmıştı.
Devam filmi beş yıl sonra çıkageldi. ‘Pacific Rim: Uprising / Pasifik Savaşı: İsyan’, korkunç Kaiju’lara karşı yeni neslin verdiği yeni bir mücadeleyi taşıyor perdeye. Efsane Jaeger pilotu Stacker Pentecost’un suç dünyasına karışmış oğlu Jake Pentecost’e, babasının mirasına layık şekilde yaşaması için son bir şans tanınır. Yeniden beklenmedik biçimde ortaya çıkan Kaiju tehdidine karşı koyan bir diğer genç pilot Amara Namani, Jake’in bu müthiş mücadeledeki en büyük desteği olacaktır! ‘Star Wars: Episode VII – The Force Awakens / Star Wars Güç Uyanıyor’da karşımıza ‘Finn’ karakteriyle çıkan John Boyega’nın başrolü üstlendiği devam filminde, Clint Eastwood’un oğlu Scott Eastwood, Porto Rikolu aktris Adria Arjona ve genç oyuncu Cailee Spaeny, diğer önemli rolleri paylaşıyorlar. TV’de dizi yönetmenliği ve yapımcılık kariyerinin ardından ilk kez yönetmen koltuğuna oturan Steven S. DeKnight imzası taşıyan film, emek yoğun bilgisayarlı görsel efektleri, ses kurgusu ve ses miksajıyla öne çıkıyor. Öyküde yer alan el yapımı emektar Jaeger’in cepheye mühimmat taşıması ve zaferde başrol oynaması kadar, kötü karakterin hemen bütün kötülükleri aşk yüzünden yapmasının önemi büyük! Büyük ölçüde Avustralya’da ve Çin’de çekilen bilimkurgu macera, gerçek bir ‘gişe canavarı’ olmaya aday! Ha, bir de, soundtrack’te yer alan Foreigner klasiği ‘I Want to Know What Love Is’ çok hoş bir ayrıntı. (3 / 5)
ÇOCUKLAR SANA EMANET
-Çakma ‘Ruhlar Bölgesi’!-
Çağan Irmak’ın yeni filmi; dramatik unsurlar içeren bir korku-gerilim. Yönetmenin, 2000’lerin ortasında TV için çektiği ‘Kabuslar Evi’ serisine geri döndüğü bir deneme olmuş başrolünü Engin Akyürek’in üstlendiği yeni uzun metraj kurmacası.
Başarılı iç mimar Kerem, eşi ile birlikte bir trafik kazası geçirir. Çarptığı çocuğu ve sevdiği kadını trajik kazada kaybeden genç adam, gördüğü kabuslardan kurtulmak için geldiği kasabada, psişik güçleri olan şifacı bir kadının da yardımıyla geçmişin karanlığıyla hesaplaşma fırsatı bulacaktır!
Kötü ruhlar, çocuk tacizi, ötelenmiş sırlar, geçmişin karanlığı, kader, iyiler, kötüler ve parapsikoloji… Çağan Irmak, on üçüncü uzun metraj kurmacasında son derece büyük bir hayal kırıklığına imza atmış fikrimce! ‘Babam ve Oğlum’u çekmiş bir yönetmenden beklenmeyecek bir hamle bu. Gayet acemi, hikaye anlatmada sorunu olan genç bir yönetmen değil ki karşımızdaki. Üzücü… Şerif Sezer, Osman Alkaş ve Ogün Kaptanoğlu, filmin öne çıkan diğer isimleri. Filmde yer alan bir diyaloğu anımsamak önemli: ‘Hekime sorma, çekene sor’! Oldukça doğru bir tespit. Hikayeye yaklaşım, yazılamamış diyaloglar, kurulamamış atmosfer, Del Toro yaratıklarından kopyalanmış kötü ruh, hemen her şey, ‘kitch’ bir B sınıfı TV dizisi görünümü yaratıyor perdede. Beyazperdede popüler bir seri halini alan gizemli korku gerilim ‘Insidious / Ruhlar Bölgesi’nin kuzey Ege’nin bir köyünde geçen çakma ve alaturka versiyonu olmuş ‘Çocuklar Sana Emanet’. Peki, sinema zevkimiz ve aklımız kime emanet?
Bir de Çağan Turizm ile Dubrovnik gezisi reklamı var ki, ürün yerleştirmede son nokta adeta! Sevdiğimiz, hümanist mesaj kaygılarıyla dokunulmaz kıldığımız Çağan Irmak’a yapılacak en büyük kötülük, perdede yarattığı bu son ‘türler karmaşası’ karşısında suskun kalmak! Becerilememiş bir proje olduğunu söylemek yanlış olmaz. Onun gibi olgun bir sinemacıdan daha yaratıcı, cesur, gözüpek filmler beklemek hakkımız olmalı artık! Yılda yüzlerce kez izlediğimiz benzer ticari Holywood B filmi örneklerinden bir farkı olmalı onun filmlerinin. Ben umudumu yitirmedim. ‘Gibi yapan’ değil, ihsas eden değil, bağıran, hatta haykıran, cesaret dolu bir hamle bekliyorum kendisinden! Bunu unutalım. (1 / 5)
KAR
-Günahlar, gerçekler, acılar-
24. Uluslararası Adana Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda, Ayris Alptekin’le ‘En İyi Kurgu’, Hazar Ergüçlü ile ‘Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu’ ve Halil Babür ile ‘Umut Veren Genç Erkek Oyuncu’ ödüllerini elde eden ‘Kar’, sinemamızda sıklıkla karşımıza çıkmayan toplumsal bir dram örneği!
Emre Erdoğdu’nun yazıp yönettiği sert ve hüzünlü dram, Antalya’nın kenar mahallerinde, sokak aralarında geçiyor. Kavga, uyuşturucu, alkol, kaos ve günlük vukuatlar arasında ayakta kalmaya çalışan gayri meşru çocuk Müzeyyen, günün birinde onu tanımak için çıkagelen ve sadece varlığından haberdar olduğu kardeşi Ali ile kendisi gibi arka sokakların çocukları olan arkadaş grubunun acı hikayesi! Gayri safi milli hasıla yanında, gayri safi milli mutluluk ve huzurdan pay alamamış gençler! Eşit eğitim şartları ve sevgiden, aile düzeninden, toplumsal dağılımdan uzakta kalmış gencecik insanlar, adaletsiz düzen ve günden güne büyüyen umutsuzluklar. Hazar Ergüçlü’nün başrolde olduğu filmde diğer öne çıkan rolleri; Ozan Uygun, Halil Babür, Doğaç Yıldız ve Nazlı Bulum paylaşıyorlar.
Toplumsal ahlak, eşitsizlik, kenar mahallelerde her türlü kötü alışkanlıkla sarmaş dolaş yaşayan gençler, ilgisiz ebeveynler, karanlık ve umutsuz gelecek… Bütün bu olumsuzlukların yanı sıra yaşanan dostluk, dayanışma, sevgi ve vicdan! Meşruiyet tartışması, adaletsiz düzen, umudun yittiği nokta! Emre Erdoğdu, ilk uzun metraj kurmacasında cesaretli bir hikaye anlatıcısı olduğunun sinyallerini veriyor. Sinemalarımıza her yıl birçok kez uğrayan yabancı örneklerde izlediğimiz benzer öykü-meseleler, yerli sinema açısından bir takım ‘tehlikeli’ sınırları zorlayarak ele alınmış. Bu özgüven, daha egemen bir anlatı ve yetkin bir sinemayla daha başka yerlere taşınabilir! Genç yaşta yaşamak, hatta atlatmak zorunda olduğumuz zorluklar ve sınavlar. Anlayışsız, zalim, hain dünyada sevgisiz ve yalnız kalmak! Taşıdığımız yükler, günah denen oluşlar, bir başınalığımız, omuz başında belirip kaybolan umut, yürek tüketen acılar ve yoksunluk… (2,5 / 5)
MARTI
-Göründüğü gibi değil oluşlar!-
Erkan Tunç’un yazıp yönettiği filmin öyküsü, İzmir’in Torbalı ilçesinde geçiyor. Yakup küçük bir tavuk çiftliğinde bakıcı olarak çalışmakta. Genç karısı Mediha ile oldukça tekdüze bir hayat sürüyorlar. Boğucu sıkıcılık, çiftliğe Rıza ve karısı Nurgül’ün gelişiyle değişiyor. Yeni ikilinin dışarıdan bakınca, oldukça eğlenceli ve farklı bir hayatları var, çiftliğin eski karakterlerine göre! Birlikte geçirdikleri günler, dört karakterin gerçek yüzlerini yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlıyor.
Birçok tür arasında gidip gelen teatral öykü, 36. İstanbul Film Festivali’nin ‘Ulusal Yarışma’ kategorisinde Altın Lale için yarışmış, 28. Ankara Film Festivali’nden ‘En İyi Senaryo’ ve ‘En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülleriyle ayrılmayı başarmıştı. Ayrıca, Estonya’da, Tallinn Film Festivali’nde yer almıştı kara mizah unsurları taşıyan dram. Onur Buldu, İrem Sak, Sahra Şaş ve Öner Erkan’ı izlediğimiz filmin görüntü yönetmenliğini Deniz Eyüboğlu üstlenirken müzikler ise Ekin Fil imzası taşıyor.
İyi yazılmış sürprizli hikaye, insan doğasının loşta kalmış yanları, karanlık dehlizler, kabuslar, düşler, hülyalar, absürt oluşlar ve adı konmamış suçlar üzerine. Bu ilk yönetmenlik denemesi, bir takım sinemasal zaafları ötelersek, hiç de yabana atılır cinsten değil. Erkan Tunç’u izlemek gerekli! (3 / 5)
Ukrayna yapımı animasyon ‘Vykradena pryntsesa: Ruslan i Ludmila / Kayıp Prenses’ ve iki yerli yapım; yönetmenliğini Erhan Baytimur’un üstlendiği ‘Bordo Bereliler 2: Afrin’ ile Sedat Yetkin imzalı dramatik belgesel ‘Zat-ı Mahfuz’, haftanın; notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese! MURAT ERŞAHİN