PIXAR'IN EN YENİSİ, PAKİSTAN'IN OSCAR ADAYI, FLEABAG VE DİĞERLERİ
Bizde yaz sezonu zaten geleneksel olarak seyirci sayılarının düştüğü bir dönemdir ama bu sene Amerika’da pek çok büyük bütçeli film, bekleneni veremedi. Geçen hafta The Flash’dan bahsetmiştik, bu hafta yeni bir hayal kırıklığı olarak Elemental’a bakalım. Ayrıca, Pakistan’ın geçen seneki şaşırtıcı Oscar adayına, Jennifer Lawrence'ın muzır komedisine, Alper Mesçti’nin yeni korku filmine bir göz gezdirelim. Bir canlı tiyatro kaydı olsa da, seyircilerin salonları tıklım tıklım doldurduğu Fleabag’dan bahsetmeden de geçmeyelim.
Elemental:
Bu yazın, bekleneni veremeyen filmler listesinde sıra Elemental'de. Tamam, yine de vizyona giren bir çok animasyon içinde, iyilerden biri ama, Pixar'ın kendisinin en tepelere çıkardığı çıtanın çok altında kalıyor.
Önce filmin olumlu tarafı. Teknik olarak çok iyi. Pixar, bu konuda şaşırtmamış. Eskiden, bilgisayar animasyonlarında en zor şeylerden birinin sıvıları gerçekçi bir şekilde göstermek olduğu söylenirdi. Burada filmin neredeyse her sahnesinde sıvı bir şeyler görüyoruz, zaten ana karakterlerimizden biri sudan oluşuyor ve hepsi çok iyi becerilmiş.
Ama işte, hikâye tarafına geldiğimizde işler değişiyor. Pixar, bizi katmanlı hikâye yapısına alıştırmıştı. Çocuklara, onların çok rahat anlayacağı bir hikâye anlatırken, altını o kadar sağlam dolduruyordu ki, büyüklere de hitap ediyordu. Burada o kısım zayıf kalmış. Aslında yine ırkçılık üzerine, göçmenler üzerine bir alt metni var. Ama bu konulardaki benzetmelerini, ilk akla gelebilecek şekillerde kuruyor. Böyle olunca da günümüz için yeni bir şey söylemiş olmuyor.
Filmin ana çatışması, yani ateş ve su gibi biraraya gelmesi fiziksel olarak çok zor iki elementten oluşan karakterlerin yaşadığı aşkın imkansızlığı güzel fikir. Ama buradaki fiziksel imkânsızlık da basitçe çözülüyor. Final sekansı, çok da ilgi çekici olmayan su baskınını engelleme üzerine değil, ana karakterlerimizin nasıl yan yana gelebilecekleri üzerine kurulu olsa, daha ilginç olabilirdi sanki.
Filmin üzerinde Pixar damgası olmasa, daha olumlu yaklaşabilirdim muhtemelen. Ama en başta dediğim gibi, Pixar'ın kendisi limiti arşa çektiği için, beklentimiz de yüksek oluyor ve film de o beklentiyi karşılamıyor. Yoksa, çocuğunuzu götürecek bir film arıyorsanız, gayet iyi.
Joyland:
Aslında bu filmden Onur Ayı bitmeden bahsetmek lazımdı da ancak sıra geldi. Pakistan'da muhafazakâr bir aileden gelen bir adamla, trans bir kadının aşkını anlatan filmi, Başka Sinema da Onur Ayı'nı düşünerek vizyona soktu ama konusunun altını çok da çizmek istemedi sanki. Gelebilecek saçma sapan tepkileri de düşününce pek bir şey de diyemiyorum. Bence daha da çarpıcı olan, bir kısmımızın belli bir önyargısı olan Pakistan'ın bu filmi, Oscar'a ülkenin adayı olarak göndermiş olması. Bizim günümüz şartlarında, bu temadaki bir filmi Oscar'a gönderdiğimizi düşünün. Ben düşünemedim!
Aslında Pakistan'da da gösterim süreci çok kolay olmamış. Önce gösterim izni almış, sonra bakanlık yasaklamış. Ülkedeki şeriatçı bir parti "film Pakistan'ın değerlerine karşı" demiş (hımmm, tanıdık mı geldi). Sonuçta bazı "ufak kesintilerle" gösterim izni almış. Bu kesintilerin ne olduğunu bilmiyoruz, ama filmi izleyince nereler olduğunu az çok tahmin ettim. Pencap eyaletinde halen gösterimi yasakmış yalnız.
Filmin çevresindeki olaylardan bahsetmekten, filmin kendisine giremedim. Hemen söyleyelim, gayet iyi bir film. Merkezine aldığı aşk hikayesini, karakterlerini, onların yakınlaşmalarını, aralarındaki dengeyi iyi anlatması dışında, diğer karakterleri de geleneksel cinsiyet rollerini eleştirmek, ikiyüzlü muhafazakarlığı göstermek için başarılı bir şekilde kullanıyor.
Filmin hemen başında tanıştığımız karı-koca çiftimizin durumu buna iyi bir örnek. Başta adam işsiz, kadın çalışıp tüm ailenin geçimini sağlarken sorun yok ama ne zamanki adam iş buluyor, hemen kadının yerinin ev olduğu akla geliyor. Benzer bir şey, filmdeki yaşlı karakterler için de geçerli. Aslında çevreleri, ikisinin de eşleri ölmüş olan karakterlerin arasında bir yakınlaşma olduğunun farkında, çok da ses çıkarmıyorlar ama bir gece bir hastalıktan dolayı, aynı evde yalnız kaldıklarında kıyamet kopuyor.
Sözün özü, hem ana, hem yan karakterleri ile derdini anlatmasını bilen, başarılı oyunculukları ve sinematografisi ile de değer kazanan bir film. Bir tek finale doğru trans karakterimizi, neredeyse unutmasını çok sevmedim. O karaktere, daha iyi bir final yazılabilirdi.
No Hard Feelings (Büyü de Gel):
Bu filmin tanıtımlarında, 80'lerin muzır erotik romantik komedileri geri geliyor mesajı verilmişti. Kısmen öyle gerçekten. Ama çok da ileri gitmemişler. Zaten düşününce, o zamanların filmlerinde, epey cinsiyetçi espriler vardı. Bugün, o anlayışla espri üretmek tuhaf olurdu.
Filmimiz, seneye üniversiteye gidecek olan oğullarının, asosyal olmasından endişe eden aşırı korumacı bir ailenin, tabir yerindeyse "bir sevişsin de rahatlasın" diye onun kısa süreli sevgilisi olacak genç bir kadın araması üzerinden şekilleniyor. Karşılarına da tabii ki Jennifer Lawrence'ın, borç içinde yüzen karakteri çıkıyor. Umduklarından biraz daha yaşlı ama güvenlerini kazanıyor. Yaş demişken, lisedeki bir gencin yaşı daha küçük olmalı ama senaryoda oğlanın yaşını da 19 yapmışlar ki, başka tartışmalara yol açmasın. Bu haliyle, 32 yaşındaki bir kadın ve 19 yaşında bir erkeğin ilişkisi bile tartışma yaratmış zaten.
Film bana uzaktan uzağa Eğreti Gelin'i hatırlattı. Bambaşka kültürel kodlar üzerinden gidiyor elbette ama konsept benziyor. Çok önemli bir film olmamakla birlikte, esprileri, karakter gelişimleri yerli yerinde. Her iki karakterin de açmazlarını, hayattaki endişelerini anlıyoruz. Hatta birinin içe kapanıklığı ile diğerinin dışa dönüklüğünü, benzer endişeleri maskelemek için kullandıklarını görüyoruz.
Çok ileri gitmemişler dedim ama Jennifer Lawrence'ın bayağı cesur bir sahnesi var aslında. Ki o sahneye kadar, çıplaklık olan sahnelerde, uygun kadrajlarla o çıplaklığı saklayacaklar diye düşünmüştüm ama bir anda... Eeee, neyse, detay vermeyeyim. Tek bir sahne zaten.
Haile: Bir Aile Kâbusu:
Yerli korku filmleri artık inanılmaz kötü seviyelere indiği için izlesem de, içimden gelip bir şey yazmıyordum ama kamera arkasında Alper Mestçi olunca, en azından belli bir seviye tutturulmuş. Bir emek harcandığını, özen gösterildiğini görüyorsunuz. Mestçi'nin filmografisinde en iyilerden biri değil ama muhtemelen şu ana kadarki filmler içinde, yılın en iyi yerli korkusu.
Zaman zaman, cidden tedirgin edici anlar var ama korku olayını daha çok jumpscare'lere bağlamışlar. Zaten afişe bakarsanız, "Dikkat! Jumpscare Yağmuru" yazmışlar. Artık bana da neden şu kelimenin Türkçesini kullanmıyorsun demezsiniz herhalde. Afişe bile yazdıklarına göre, dilimize girmiş zaten.
Ama genelde jumpscare'e yüklenmeyip, atmosfer kurmak üzerinden giden filmleri sevdiğim için, filmin beni çeken kısımları da buralar olmadı. Ama gizemi çözme, karanlıkta bir şeyler arama gibi yerlerde gerildiğimi söyleyebilirim. Evet, zaman zaman iyi korku anları da kurmuş ama hikâye artık o kadar klişe ki. 1-2 sürpriz dışında, sevdiğim adamla/kadınla evlenemedim, büyü yaptırdım, hepimiz lanetlendik hikayesi. Tamam, tür filmlerinin çoğunlukla klişeler üzerinden yürüdüğünün de farkındayım ama Türkiye'deki korku filmlerinin %80'inin falan konusu buna bağlanıyor. E, yeter ama.
Neticede, gönül rahatlığıyla, çok iyi bir film diyerek tavsiye edemiyorum ama yerli korku filmleri çok bozdu diyenleri, kısmen tatmin edebilir.
National Theatre Live: Fleabag:
Aslında bu, sinema filmi olmadığı için pas geçecektim ama son zamanlarda sinema salonlarındaki seyircilerin çok düştüğünü düşününce, oradan yaklaşarak bir şeyler yazmak istedim. Bu konuda, son zamanların en ilginç vakalarından biriydi bence.
Halen bilmeyen varsa, Başka Sinema, her ay İngiltere’deki National Theatre’dan canlı olarak kaydedilmiş bir oyun gösteriyor. Çok ilgi olursa, ek salon ya da seans açabiliyorlar. Fleabag için Ankara'da durum şöyleydi: İlk açılan seans anında doldu, yeni seans açıldı, doldu, yeni salon açıldı, doldu, yeni seans, yeni gün, yeni seans, belli bir yere kadar sürekli doldu. Sonunda, tek gün, tek seans diye başlayan gösterim, bir haftaya yayıldı. İleriki günlerde full çekmese de yine de seyircisi oldu. Ankara'da bilet almaya çalışırken, süreci bizzat takip ettim ama diğer şehirlerde de çok benzer oldu sanırım. Hatta, önümüzdeki hafta da Başka Çarşamba’da gösterilecekmiş. Demek ki, halen potansiyel seyircisi var.
Özel gösterim konumunda olduğu için seyirci sayısı açıklanmadı ama gösterildiği salon sayısı ile oranlarsak, inanılmaz bir sayı çıkmıştır. Gösterildiği sinema salonlarının yüzünü güldürmüş olmalı. Hatta arkadaşlarla, sinemayı tiyatro kurtaracak esprisi yapmıştık. Bilet fiyatlarının da normal filmlerle aynı olduğu gösterimlerden söz ediyoruz. Demem o ki, seyirci ilgisini çekecek bir şey olduğunda, bilet fiyatına çok da bakmadan salonları doldurabiliyor. Mesele biraz da seyircinin ilgisini çekecek şeyi bulmakta demek ki.
Neyse, biraz da oyunun kendisinden bahsedeyim. Dizisini zaten herkes biliyor ve çoğunluk seviyor ki, salonlar bu kadar doldu. Aslında Phoebe Waller-Bridge, diziden önce, bu tek kişilik oyunu yazmış ve oynamıştı. Temel olarak da dizinin ilk sezonunu anlatıyor aslında. Aynı mizah anlayışı, mizahtan duygusallığa hızlı geçişler, politik doğrucu olmayı önemsemeden kurulan cümleler, hepsi burada da var. Ve tabii, Phoebe Waller-Bridge'deki şeytan tüyü de kendini izlettiriyor. Ama bu oyunu, diziden önce izlesem, daha çok severdim. Konuyu bilmek çok önemli değil de diziye uyarlarken, o mecranın olanaklarını çok iyi kullanmışlar ve metni bu şekilde de genişletmişler. Dizinin başlı başına iyi olması dışında, tek kişilik bir oyun nasıl uyarlanır konusunda da çok iyi bir örnek olduğunu gördük böylece. Ben de gösterimden yola çıkıp, yine diziyi önereyim bari. Henüz izlememiş 3 kişi varsa, onlar da izlesin artık. Zaten toplamda 25-30 dakikadan oluşan 12 bölüm. Hızlıca biter.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN