SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

EN HIZLI SÜPER KAHRAMAN, YENİ ANDERSON VE RODRIGUEZ FİLMLERİ VE DİĞERLERİ

02 Temmuz 2023 Pazar 17:42
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Yaz aylarının sıcak günleri nihayet yüzünü göstermişken, sinema salonları güzel bir alternatif olmaya devam ediyor. Bu hafta, gişede umduğunu bulamayan The Flash’a, Wes Anderson’un ve Robert Rodriguez’in yeni filmlerine, bizde yeni gösterime girse de geçen yılın önemli filmlerinden sayılan Saint Omer’e, sinemamızdan süper kahramanlar ile Yeşilçam’ı birleştiren bir filme ve yine sinemamızdan yeni bir gizem filmine bir göz atalım.

The Flash:
Bir zamanlar, tüm zamanların en çok izlenen çizgi roman uyarlamalarından biri olacağı düşünülen ama yılın en büyük gişe fiyaskolarından birine dönüşen The Flash, gerçekten o kadar kötü mü? Sorunlu yerleri olduğu doğru ama kötü film değil. Ama zamanlaması kötü oldu işte. Yapım süreci binbir nedenden dolayı çok uzayınca, multiverse'e doyduğumuz bir zamanda izledik. İlk planlandığı zamanlarda çekilebilseydi, belki de No Way Home'dan önce izleyecektik ve o zaman buradaki sürprizlere çok şaşıracak ve aşırı keyiflenecektik muhtemelen. Ama şimdi, neredeyse hepsi, tahmin edebileceğimiz sürprizlerdi. No Way Home üzerine, Marvel'in diğer filmleri, Spidey'nin animasyon filmleri, hatta bir de Everything Everywhere gelice, Flash'ın hikâye olarak da aşırı bir çekiciliği kalmadı. Bir de bu evreni kapatıyoruz noktasında gelince, seri filmlere alışmış seyirci, neden izleyelim dedi.
Bunlardan bağımsız olarak, annesini kurtarmak için zamanda geriye gidip, alternatif zaman çizgisi yaratma hikayesi, daha önce kullanılmış olsa da işliyor bence. Ayrıca afişte görünen üç oyuncu/karakteri de gayet beğendim. Özel hayatındaki saçma sapan hareketleri düşünmezsek Ezra Miller, ilk defa role bu kadar yakışmış. İki Flash'ın karşı karşıya geldiği sahneler ve paslaşmalarını beğenmeyenler olmuş ama ben oraları da sevdim.
Michael Keaton'ın dönüşü, hem nostaljik his açısından iyi, hem de hikayeye katkısı var (ilk göründüğü sahnedeki peruğu olmasaydı keşke). Filmin en sevdiğim oyuncusu ise Sasha Calle oldu. Harika bir Supergirl olmuş. Bir şekilde yeni evrene dahil edebilseler, çok memnun olurum.
Filmin sürpriz cameo'ları çok beklendikti dedim ama biri var ki, işte ona bayıldım. Çoğu kişi, filmi izlemeden öğrenmiş zaten ama hadi yazmayayım. Şöyle diyeyim, DC evreninde şimdiye kadar gördüğümüz herkesi beklerdim de, o evrende olmaya can atan, ama olamamış bir abimizi görmek, mest etti.
Filmin kötü yanlarına gelince, efektlerin bazıları cidden çok kötü duruyordu. Buna bağlı olarak, bazı aksiyon sahneleri de öyle. Gal Gadot cameo'su da, biz bunu gördük zaten dedirtti. Bu sahnedeki espri gibi, bazı espriler de hiç çalışmıyordu. Tamam, iyi olan birkaç tanesi vardı. İyi espri deyince, Back to the Future-Eric Stoltz esprisini çok sevdim ama salonda kimse anlamadı sanırım. Filmin temel sorunlarından biri de beklenen dev final olmamasıydı bence. Gösterime girmeden önce, çevresinde bu evreni kapatan dev final burada olacak hype'ı yaratılmıştı. Spoiler: Eeee, olmadı!
Netice: Çıktığı dönem itibarıyla, bu hikayelerden biraz bıkıldığı bir zamana denk geldi. Ama ileride çizgi roman uyarlamaları konuşulduğu zaman, daha iyi bir yerlerde kendine yer bulacak gibime geliyor (daha iyi yer derken, en tepelerde de değil ama).

Asteroid City (Asteroit Şehir):
Wes Anderson filmleri için, sürekli aynı filmi çekiyor diyenlere cevabım, ama yine aynı keyifle izliyorum oluyordu. Bu filme de aynı heyecanla başladım ama bu sefer bana da yine aynı şeyi izliyoruz hissi vermesi de çok uzun sürmedi.
Anderson yine, kanal değiştirirken bu filme denk gelseniz, 1-2 dakikada yönetmenini anlayacağınız bir film yapmış. Yönetmenlerin aynı temalarda, aynı görsel dünyada dönüp durmasına karşı değilim aslında. Usta yönetmenlerin bir kısmı böyle zaten. Ama yine de yeni filminde, eskilerin üzerine koyacak bir şey, farklı bir bakış açısı arıyor insan. Burada bulamadım. Mesela French Dispatch'i bu açıdan daha başarılı bulmuştum. Oradaki, kadrajı kullanma şekli ve dergicilik ile bağlantısında bir tazelik vardı. Burada da tiyatro ve yaratım süreci ile biraz farklılık katmaya çalışmış belki ama yetmemiş. Zaten karakterler ve hikâyenin de çok ilgimi çektiğini söyleyemeyeceğim.
Dev oyuncu kadrosu, Anderson'un tarzına uygun şekilde oynamış. Onlarda, bu açıdan bir sorun yok. Sosyal medyada, yapay zeka ile yapılmış, Anderson Star Wars çekse, LOTR çekse, görselleri paylaşılıyor ya, bu film de yapay zekanın çektiği Anderson filmi gibi olmuş açıkçası. Tamam, kendi tarzının çok dışına çıkmasını beklemiyorum ama belki de biraz risk almasında fayda vardır.

Saint Omer:
Nasılsa vizyona girecek diyerek, karşıma çıkan festivallerde pas geçmiştim. İyi de yapmışım aslında. Festival yoğunluğundan uzak, dinç bir zihinle izlemek daha güzel oldu. Gerçekten, ele aldığı konuyla da, sinemasıyla da çok etkili bir film.
Ne yalan söyleyeyim. Alice Diop'un önceki filmi Nous'ya pek ısınamamıştım. Burada, belgeselci tarafından çok şeyi ödünç alarak kurmacaya katıyor. Zaten kendisinin de izlediği bir davadan yola çıkan filmin büyük kısmında, adeta davanın gerçek kayıtlarını izliyoruz. Bu konuyu proje olarak yönetmenlere götürseniz, büyük bir kısmı, mahkeme sahnelerinde, büyük flashback'ler yapıp, küçük kızının ölümüne neden olan annenin tüm geçmişini canlandırarak, buna bir neden bulmaya kalkışır ve belli yerlerde seyircinin duygularını coşturur. Diop, bunlara hiç girmiyor. Giriş bölümü ve mahkeme araları dışında, karakterlerini ve bizi, tümüyle mahkeme salonunun içine hapsediyor. Burada, Guslagie Malanda'nın inanılmaz iyi oyunculuğunun katkısıyla Laurence karakterinin ifadesini soluksuz takip ediyoruz. Mahkeme salonundan ilk ayrıldığımız anın biraz sonrasında film arası oldu. Bir saatin geçtiğine inanamadım gerçekten. Flashback anlatımında, aynı yoğunluk olmazdı.
Diop, karakterine herhangi bir yargı ile yaklaşmıyor. Tıpkı jüri üyeleri gibi, seyircinin de kendi kararını vermesini istiyor. Tam da bu yüzden (filmin sonuna dair bir şey yazacağım ama spoiler sayılmaz), jürinin kararının ne olduğunu bize hiç söylemiyor.
Filmin beni yakalayamayan kısmı ise, şu ana kadar hiç bahsetmediğim, diğer ana karakter olan Rama'nın hikayesi oldu. Diop'un davayı takip eden bu akademisyen yazar ile yargılanan kadın arasında kurduğu bağlantıyı görüyorum ama o kısmın bana çok geçmediğini söylemeliyim. Filmin o aksına da aynı heyecanla yaklaşsaydım, yılın en iyi filmlerinden biri diyebilirdim sanırım. Yine de yılın izlenmesi gereken filmlerinden biri kesinlikle.

Hypnotic: Zihin Avı:
Epeydir bir Robert Rodriguez filmi izlemiyorduk. Bu çok iddialı filmlerinden biri değil ama yine de ilgi çekici yerleri var. Aslında basit bir B-sınıfı aksiyon demek de mümkün ama belli bir yerinden sonra merak duygusunu arttırdı. Ailesinden bir kişiyi kaybettikten sonra depresyona giren polis hikayesi, sık karşılaştığımız bir konsept. Bu film de öyle başlıyor, sonra polisimizin yolu, süper kötü diyebileceğimiz bir karakterle kesişiyor. Bu adam konuşarak karşısındakine her şeyi yaptırabiliyor. Hatta Marvel'in de böyle bir süper kötü karakteri olduğunu hatırlıyorum. Nedense çok tutmamıştı. Burada, ilgi çekici başlasa da çok hızlı bir şekilde rutin bir aksiyona dönüyor. Fakat, ortalarda bir yerde yaptığı sürpriz ile yeniden yükselişe geçiyor. Bu kısımda, "gördüğünüz hiçbir şeye inanamayın" konseptini epey genişletiyor. Hatta belki de yeşil ekranda film çekmekle bir bağ kuruyor. Buralar yine ilgi çekici.
Fakat filmin sorunları da var. Rodriguez, en düşük bütçeli filmlerinde bile akılda kalıcı birkaç aksiyon sekansına imza atardı. En azından arada muzip dokunuşlar yapardı. Burada hiçbiri yok. Herhangi sıradan bir aksiyonda göreceğimiz sahnelerle dolu. Bir yönetmen dokunuşu göremedim. Ve Ben Affleck. Üzgünüm ama kendisi iyi bir oyuncu değil. Sadece bazı rollere yakışıyor (şaşırtıcı bir şekilde, Batman bunlardan biriydi). Burada olmamış.
Sonuç olarak çok ortada kalan bir film. İlginizi çeken unsurları varsa, bir şans verilebilir. Bu arada, bir mid-credits sahnesi ile devam filmine de çengel atmışlar. Pek tutmadığı için biraz zor gibi gözüküyor ama Rodriguez'in işi de belli olmaz. Durur, durur, bir devam filmi patlatır belki.

Benim Babam Bir Kahraman:
Tipik bir Yeşilçam filmi hikayesini günümüze getirmişler. Hatta izlerken sık sık, Canım Kardeşim aklıma geldi. Yine karşımızda hasta bir çocuk ve onun her istediğini yapmaya çalışan yetişkinler var. Peki başarılı mı? Kısmen.
Günümüzde, ilkokula giden bir çocuğun, babasının ve çevresindekilerin, onu mutlu etmek için kendisine söylediği her yalana inandığına inanmak çok mümkün değil. Ama eğer seyirci olarak siz de buna inanmayı tercih ederseniz, film sizi belli bir duyguya sokabiliyor. Aslında, bu yalan işi iki taraflı olsa da, bir yerlerde, çocuğun da babasını mutlu etmek için inanıyor gibi yaptığını görsek, daha makul bir senaryo olurdu. Yine de gerçek hayatta, çizgi roman dünyasını yaratmak için harcanan çabayı izlemek güzeldi. Jenerikte, çizgi romanları Bahadır Boysal'ın çizdiğini görmek de heyecanlandırdı aslında ama film içinde, umduğum kadar da çok görmedik o çizgi romanları.
Filmin iyi düşünülmüş ama çok da altı çizilmemiş kısımlarından biri de sınıf mücadelesi idi. Kahramanlarımız, tahmin edebileceğimiz gibi, işçi sınıfından ve filmin en başında babanın, bir eylemden sonra gözaltına alındığını anlıyoruz. Tüm film boyunca, ana hikâyeye paralel giden bir işçi-patron çatışması da var. Hatta finale giderken, süper kahramanların karşısına çıkanlar da patronlar ve işçilerin eylemlerine müdahale eden polisler oluyor. Bunlar hep iyi fikirler ama altını yeterince dolduramayınca, elden kaçan fırsatlar olmuş.
Yine sinemalardan neredeyse kalktıktan sonra yazabiliyorum. Bu aralar, dev filmler dışında, ikinci haftasına kalabilen filmlerin sayısı, o kadar az ki. Dijitale gelince, bir göz atılabilir diyeyim.

Obsesyon:
Geçen haftalarda, sinemamızda gizem öyküleri çok fazla yok, farklı türlerde örnekler görmek güzel diyordum ama bu film, türün iyi bir örneği değil maalesef. İşin kötüsü, belli ki senaryo, çok zekice bir fikir bulduk diye yazılmış. Kötü bir haberim var. Zekice değil.
Film, takıntılı bir şekilde âşık olduğu kadını elde etmek için, detaylı bir plan yapan, obsesif bir adamı anlatıyor. Ama o planın işlemesi için, her şeyin adamın düşündüğü gibi ilerlemesi lazım ki, bu da hikâyenin inandırıcılığını azaltıyor. Ayrıca, hikâyeye ortadan giriş yapıp, seyirciye eksik bilgi vererek ilerledikten sonra, büyük bir flashback yapıp her şeyi açıkladığınız zaman gizem kurmuş olmuyorsunuz. Bu açılardan geçen hafta bahsettiğim, Maske filmine benziyor ama o, biraz daha iyiydi. Çünkü burada oyuncular da hikâyeyi inandırıcı kılamıyor. Karakterlere yönelik birkaç bilgi kırıntısı da onları tanımaya yetmiyor. Hatta, ana karakterimizin en büyük özelliği olarak sunulan obsesiflik bile öyle. Karakterin bu özelliğini filmden çıkarın. Ne değişti? Hiçbir şey.
Haftaya görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar