26. UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 2
Geçen hafta, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali izlenimlerine başlamıştık. Bu hafta kaldığımız yerden devam edelim. Geçen hafta da belirttiğimiz gibi, hem programdaki filmlerin kalitesi ile, hem de bilet fiyatlarının uygunluğunun etkisi ile Ankaralı sinemaseverlerin çok ilgi gösterdiği bir festival ve güzel bir sezon kapanışı oldu. Filmler ve tüm hafta boyunca yardımları için başta festival direktörü Nil Kural olmak üzere, tüm Uçan Süpürge ekibine, gönüllülere ve Büyülü Fener Sineması ekibine bir kez daha teşekkür edip, filmlere geçelim.
Los reyes del mundo (Dünyanın Kralları):
Festivalin olumlu sürprizlerinden biri. Hakkında pek bir bilgim olmadan gitmiştim. Gayet iyi bir film çıktı. Kolombiya'nın da Oscar adayıymış. Film temel olarak bir yol filmi aslında. Sokaklarda yaşayan 5 genç, aralarından birine büyükannesinden kalan bir araziyi bulmak için yola çıkıyorlar. Bu arazi sayesinde hayatlarının kurtulacağını hayal ediyorlar. Bir yol filminden bekleyebileceğimiz gibi, bu sırada da karşılarına türlü çeşitli insanlar çıkıyor. Karşılarına çıkan kişiler çoğunlukla suç dünyasının içinden bir takım mafyatik tipler. Kendileri de bu dünyanın çok uzağında değil gerçi. Film bu anlamda epey karanlık. Gençlerin tek rahat ettikleri kısım, yaşları geçkin bazı seks işçilerinin onlara yardım ettiği zamanlar.
Yönetmen Laura Mora Ortega, hem genç oyuncularından çok iyi bir performans almış hem de çok iyi bir atmosfer kurmuş. Zaman zaman hızlı, zaman zaman yavaş kamera kullanımı ve başarılı görüntü yönetimiyle de bunu desteklemiş. Yönetmenin adını ileride de duyabiliriz. IMDB'den gördüğüm kadarıyla, Gabriel García Márquez'in Yüzyıllık Yalnızlık romanının, Netflix için yapılacak dizi uyarlaması üzerinde çalışıyor şu an.
How to Save a Dead Friend (Ölü Bir Arkadaşı Kurtarmak):
Festivaldeki, yönetmenin kendisini, ailesini ya da arkadaşlarını anlatının öznesi yaptığı belgesellere bir örnek daha. Muhtemelen en kişiseli. Film, doğrudan yönetmenin ve arkadaşının en derin duygularını anlatıyor. Yönetmen Marusya Syroechkovskaya filmi, "Depresyon Federasyonu" olarak nitelediği Rusya'da yaşayan 16 yaşında bir gençken hayattan ümidini kesip, intihar etmeye karar vermesi ile açıyor. O yıl, Kimi ile tanışıyorlar. Aslında o da benzer duygularda ama birbirlerine güç veriyorlar. Hayata tutunuyorlar ama bunu biraz da depresyonu ve umutsuzluğu paylaşarak yapıyorlar. Ancak yine filmin en başında, Kimi'nin cenazesini gördüğümüz için biliyoruz ki, sonuç onun için iyi olmayacak.
Yönetmen Syroechkovskaya, kendisinin ve Kimi'nin hayatındaki 12 yılı, bizlerle paylaşıyor. Arkadaş olarak başladıkları bu süreçte, sevgili ve eş de oluyorlar ama yetmiyor. Yönetmen bunu yaparken hem çok kişisel bir hikâye anlatıyor, hem de Rus gençlerinin bir portesini çiziyor. Muhtemelen en başta, ortada belgesel düşüncesi yokken (16 yaşında, niye olsun zaten), iki gencin kişisel videoları olarak başlayan kayıtlar, giderek bir belgesele dönüşüyor.
İntihar ve ölüm gibi karanlık konuları ele alsa da, depresif bir film olmamayı da başarmış aslında. Özellikle Kimi'nin durumunun kötüye gittiği zamanlarda, o karanlıktan kaçmak mümkün değil ama ikilinin iyi dönemlerindeki ruh halini de vermeyi başarıyor. Hem çok kişisel, hem toplumsal bir belgesel olarak, festivaldeki başarılı bulduğum filmlerden biri oldu.
Le bleu du caftan (Mavi Kaftan):
Fas'ın geçen seneki Oscar adayı olan, son derece zarif bir film. Halim ve Mina, Fas'ta bir terzi dükkânı işleten bir çifttir. Mina, dükkânın işletmesini üstlenirken, Halim ise geleneksel usullerle terzilik yapar. Halim, dikiş makinesi kullanmayı da reddeder. Her şey el emeği ile olmalıdır. İşler yetişmeyince, genç ve yakışıklı Yusuf, dükkâna çırak olarak alınır ve işler karışır. İşlerin ne şekilde karıştığı hakkında bir fikriniz oluştu mu? O fikri, filmin Cannes'da Queer Palm'a aday olduğunu düşünerek tekrar değerlendirin.
Zaten filmi izlerken, daha en başta Halim ve Yusuf arasındaki çekimi hissediyorsunuz. Evet, Halim yıllardır evli olan bir eşcinsel. Arzularını, hamamda yaşadığı ufak ilişkilerle tatmin etmeye çalışıyor. Eşi Mina da bunu biliyor aslında. Yukarıda işler karışıyor dedim ama pek de karışmıyor bir yandan, çünkü karı-koca, aralarında bir cinsellik olmasa da birbirlerini seviyorlar.
Film, herkesin birbirine saygı duyduğu, bir aşk üçgenini anlatıyor diyebiliriz. Film ilerledikçe, bir dramatik olay daha devreye giriyor. Çok ihtiyaç var mıydı diye düşünüyordum ama filme adını veren Mavi Kaftan'ı o konu ile ilgili kullanıyor yönetmen. O kısımlarda biraz duygu sömürüsü olduğu söylenebilir ama film, o en başta söylediğim zarifliğinden hiç taviz vermiyor.
Saleh Bakri ve Lubna Azabal gibi iki oyuncuyu da çok iyi kullanmış. Tam da onur ayına yakışacak bir film diyelim.
Düet:
Küçük yaşta senkronize yüzme sporuna başlayan, zamanla milli olan iki genç kadının, bu yoldaki serüvenlerini, umutlarını, hayal kırıklıklarını, başarı ve başarısızlıklarını anlatan, iyi bir belgesel sinema örneği. Kendilerinin de sporculuk geçmişi olan yönetmenler İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ, sporcular ile iyi bir dostluk kurup, onların güvenlerini kazanmışlar. Filmde anlatılan tüm süreç boyunca yanlarında değiliz belki ama yine de hislerine ortak oluyoruz.
Çok önemsenmeyen bir spor dalında, zaten federasyonun da çok desteği yokken, bir yandan da kadın sporcu olmanın zorluklarını yaşıyorlar. Mesela antrenmana giderken, yan taraftaki Kuran kursundakiler, onlardan rahatsız olduğu için havuza girişleri engelleniyor. Rus antrenörlerinin havuzda elektrik prizi ararken, tam duşların yanında olduğunu görmesi ve her yerin ıslak olduğu yerin yanına priz mi konur diye şaşkınlıkla ve dehşetle anlatması, filmin ve ülkenin minik bir özetiydi adeta.
Bu tarz bir belgesele başlarken, nasıl biteceğini bilemezsiniz. Bu da belki beklenen ya da umulan şekilde bitmiyor ama yönetmenler, gelişen olayları ve nedenlerini yansıtmayı başarmışlar.
Next Sohee (Sıradaki Kız):
Staj için bir çağrı merkezinde çalışmaya başlayan ve burada çok ağır çalışma koşulları ile karşılaşan, stajyer olduğu için, doğru dürüst para da alamayan bir genç kızı anlatan, bir Güney Kore filmi. Sevip sevmemek konusunda tam ortadayım. Çalışanları ezen koşulları, belli kotaları sağlama zorunluğunu, sistemin her yerden birbirine bağlı kokuşmuşluğunu, kapitalist sistemin birey üzerindeki baskısını çok iyi vermiş. So-hee'nin yaşadıklarını izlerken, aynı baskıyı seyirci olarak siz de üzerinizde hissediyorsunuz.
Bunlar filmin iyi yanları. Fakat 135 dakikalık filmin, yaklaşık son 45 dakikasında başka bir ana karakter devreye giriyor, anlatı değişiyor ve bir kadın dedektif, So-hee'nin başına gelen bir olayı araştırmaya başlıyor. Bu kısımda yönetmenin, sistemin detaylarını bize daha somut şekilde göstermeye çalıştığını anlıyorum. Ama büyük ölçüde, daha önce gördüğümüz durumların bir kez daha altını çizmek, anlamadıysanız tekrar anlatayım demekten öteye geçmedi benim için. Seyircinin, mesajı doğru aldığından emin olmak istemiş belli ki. Bu tarz bir film için belli oranda doğru bir yaklaşım da olabilir ama benim için film sadece So-hee'nin hikayesi olsa ve o son 45 dakika hiç olmasa, daha güçlü olacaktı sanırım.
Türkiye Seçkisi 1:
Uçan Süpürge'nin Türkiye kısa film seçkisinin ilk bölümündeki 6 filmden en sevdiğim, Farklı Bir Yas oldu. Bir yakınınızı kaybetmişken ve o acıyı yaşamaya çalışırken, bir de bir takım cenaze ritüelleri ile uğraşmanın trajikomik tarafını anlatıyordu.
Fırat Yücel ve Aylin Kuryel'in 8 Mart 2020: Bir Günce filmi, pandemi öncesi son büyük eylemin, kamera kayıtları üzerinden ilerleyen bir yapımdı. Muzip yapısı bir yana, finaldeki "Umutsuzluğa Kapılırsan Bu Kalabalığı Hatırla" pankartı, tam da bugünlerde ihtiyacımız olan şeydi. Filmdeki, eylemler sırasında kapanan ya da gökyüzüne dönen turistik kameralar meselesi, bana çok yakından yaşadığım bir şeyleri hatırlattı ama anlatmak için önce emekli olmam lazım. Anlayan, anladı...
Ayça Çiftçi'nin O Sırada Henüz filmi, bir görüntüden diğerine, serbest çağrışımla sıçrayan, ilgi çekici ve ancak kısa filmde denenebilecek bir yapımdı. Daha uzun olsaydı, ilgimi yitirebilirdim ama 9 dakikalık süresi de idealdi.
Birkaç yıl önceki belgeseli hariç, uzun zamandır film çekmeyen Handan İpekçi'nin diyalogsuz kısa filmi Diyet de terk edilen köpeklerden yola çıkıp, ülkemizin çeşitli sorunlarına doğru ilerleyen ilginç bir filmdi. İpekçi'nin iyi uzun metrajlarını özlemişiz dedirtti.
Yarım saatlik süresiyle, kısa metrajın sınırlarını zorlayan Turkish Delight ise, lokumun tarihinden yola çıkıp, Türkiye'den ayrılmak zorunda bırakılan Rum ailelerinin hayatlarına bakıyordu. Açıkçası, bu iki aksı iyi birleştirememiş gibi geldi bana.
Pelin Kırca'nın Çoğunluk filmi ise ilginç ve dinamik bir animasyondu. Fakat dikkatimi toplayıp, ne oluyor şimdi demeye kalmadan bitiverdi. Bir yerlerde karşıma çıkarsa, bir daha izlemem lazım.
The Silent Majority Speaks (Sessiz Çoğunluk Konuşuyor):
Festivalde yer alan İran filmlerinin önemli bir kısmı, ülkedeki kadınların mücadeleleri ile birlikte, ülkenin yıllar içindeki değişimini gösteren belgesellerdi. Bani Khoshnoudi’nin bu filmi, 2009’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Musavi’nin kaybettiğinin açıklanması sonrası, seçimlerde hile olduğuna inanan destekçilerinin eylemlerine yapılan şiddetli müdahaleler ekseninde şekillenirken, bir yandan da İran’ın tarihindeki belli başlı dönüm noktalarının ve mücadelelerin üzerinden geçiyordu. Hem 2009 olaylarını hem de İran’daki mücadele tarihini anlamak için değerli bir film. Film 2010 yapımı olsa da, o dönem gizlice ülke dışına çıkarılmış ve yine gizlice gösterimleri yapılmış. Ancak 2013 yılında daha geniş çaplı gösterimleri yapılmaya başlanmış.
Aynı seansta bir de 1979 yapımı, devrimin hemen sonrasında, İranlı kadınların protestolarını belgeleyen bir Fransız kısa film vardı. Mouvement de Libération des Femmes Iraniennes, Année Zéro (İranlı Kadınların Kurtuluş Hareketi: Milat) isimli bu filmde, devrimin hemen sonrasında, Humeyni rejiminin kadınlara başörtü mecburiyeti getirmesi sonrası, biz devrimi bunun için istemedik diyen, başı örtülü ve açık çok sayıda kadının protestosuna tanıklık ediyoruz. Bu kalabalık ve etkili gösteriler sonrası, Humeyni bu yasayı geri çekmiş. Kadınlar bir zafer kazanmışlar ama bugün biliyoruz ki, ortamın daha uygun görüldüğü yakın bir gelecekte, o yasa geri geldi ve yaklaşık 40 yıldır da yürürlükte. Her iki filmi de izlerken, İran’da yaşananlardan ders almak gerekliliğini düşündüm, ister istemez.
The Eclipse (Güneş Tutulması):
Daha önce de belirtmiştim. Bu yıl festivalde yönetmenin kendi ailesine, çevresine baktığı çok sayıda belgesel vardı. Nataša Urban’ın 99’daki tam güneş tutulmasını, o dönemin Yugoslavya’sının dağılma sürecini, yaşanan iç savaşı ve savaş suçlarını anlatmak için bir araç olarak kullandığı filminde de kendi ailesinin o günler ile ilgili görüşlerine yer veriyordu. Kendi ailesi üzerinden giderek bir ülkenin geçmişi ile hesaplaşmasını, bazen o günlerde yaşananlara, bugünden daha objektif bakılabilmesini bazen de bunun tam tersine, o günlerde yaşananları unutma eğiliminde olanların da varlığını ele alıyordu.
Açıkçası film çok ilgimi çekmedi ama film sonrası söyleşide yönetmenin anlattığı teknik konular, filmden daha ilginçti belki de. Filmi izlerken, bazı görüntülerin epey eski, arşiv görüntüleri olduğunu zannetmiştik. Halbuki yönetmen yeni çektiği görüntüler üzerinde oynayarak bu sonucu elde etmiş. Üstelik bunu da dijital bir efekt kullanmadan, doğrudan film materyalinin üzerine fiziksel müdahalelerde bulunarak yapmış. Söyleşide uzun uzun, filmleri fiziksel olarak nasıl bir süreçten geçirdiğini, hangi maddelerle banyo ettiğini anlattı. Belli ki, bu işten de epey keyif almış. Hatta, eğer doğru anladıysam, bundan sonraki filmi için filmleri kendisinin ürettiğini söyledi. Valla, o filmi merakla beklemeye başladım.
Trenque Lauquen:
Evet, geldik festivalin gidip gitmemekte biraz kararsız kaldığım ama film bittiğinde, iyi ki izlemişim dediğim filmine. Neden kararsız kalmıştım? Çünkü film, 260 dakika. Neden iyi ki izlemişim dedim? Çünkü film, bu festivalde ilk kez izlediğim filmler içinde, en iyisi. Filmi çok kabaca, ortadan kaybolan bir kadın ve onu arayan iki adamın hikayesi olarak özetleyebiliriz. Ancak film bu üç kişinin hikayesinden çok daha farklı noktalara, hatta çok daha farklı zamanlara uzanıyor. Uzun süresine rağmen sıkmadan akıp giden bir yapısı var. Filmin bölümlere ayrılmış olması da izlemeyi kolaylaştıran bir etmen. Aslında flashback’lerle, iç içe geçen hikayelerle, bu bölümlerin her biri, diğerine bağlı ama her yeni bölüm başlangıcı, seyirciye bir yenilenme ve tazelik hissi veriyor. Romanların, bölümlere ayrılması gibi düşünün. Bu arada filmin kendisi de Part 1 ve Part 2 olarak iki farklı film gibi anılıyor. Biz de öyle izledik ama büyük festivallerde tek bir film olarak gösterilmiş sanırım. Bahsettiğim bölüm olayı bu değil. Filmin 10-15 dakikada bir, yeni bir “Chapter”a başlamasından bahsediyorum.
Burada filmin yapımcı firmasından bahsetmeliyim. Arjantinli bir grup sinemacının kurduğu “El Pampero Cine” bir süredir favori yapım şirketlerim arasında. Bir süre önce MUBİ’de 6-7 filmlerini izlemiştim ve bu filmler hakkında bir yazı yazmıştım. Çoğunlukla süresi uzun, bölümlere ayrılmış ve muzip anlatılar kuran filmler çekiyorlar. Ayrıca, bu yapım şirketinin elemanları, farklı filmlerde, farklı görevler üstleniyorlar. Birinin filminde, diğeri oynuyor, öbürünün filminde, bir diğeri kurguculuk yapıyor, gibi gibi. Bu filmin yönetmeni Laura Citarella da El Pampero Cine’nin kurucularından biri. Bu ekibin filmlerini takibe devam.
The Art of Living in Danger (Tehlike Altında Yaşama Sanatı):
Festivalin, İran sinemasından gelen örneklerinden biri. Aynı zamanda, yine festivalde sıkça gördüğümüz, yönetmenin kendi ailesine baktığı bir film. Yönetmen Mina Keshavarz, bir yandan, hiç görmediği büyükannesi Nurijan’ın hikayesini anlatıyor, bir yandan da günümüz İran’ında aile içi şiddet yasasının çıkması için mücadele veren kadın avukatların ve aktivistlerin hikayelerini anlatıyor. Bu iki aksın birbirine bağlı olduğunu tahmin ediyorsunuz zaten. Yine belki belgesel sinema açısından çok farklı bir örnek değil ama anlattığı konular önemli. Kadınların çabalarının, özellikle eğitim durumu düşük yerlerdeki kadınları bilinçlendirme girişimlerinin sürekli engellenmeye çalışılmasını üzüntüyle izlerken, mücadeleden vazgeçmediklerini de görüyoruz. İzlerken bir yanıyla ülkemizdeki İstanbul Sözleşmesi mücadelesini de düşünmeden edemiyoruz. İzlenmeye, hakkında konuşulmaya değer bir film.
Something You Said Last Night (Dün Gece Söylediğin Bir Şey):
Kanada’dan gelen bir aile ve büyüme hikayesi. Anne-baba ve iki kız kardeşten oluşan bir ailenin tatilini izliyoruz aslında. Bu iki kız kardeşten biri olan, ana karakterimiz Ren, yazar olmak istiyor. Bu arada, işinden çıkarılmış ve bunu ailesine söylemiyor. Bağımsız olarak kalmak istiyor, ailesine yük olmak istemiyor. Ha, bir detay daha var. Ren, bir trans kadın. Bunu bilerek, en sonda bir detay olarak söyledim, çünkü filmin esas derdi de bu değil zaten. Ren’in bir trans birey olarak açılma, ailesine kendisini bu şekilde kabul ettirme sürecini geçtiğimiz bir noktada hikâyeye giriyoruz. Ailesi onu, kızımız / kızkardeşimiz olarak kabul etmişler. Kendisi de bir trans kadın olan yönetmen Luis De Filippis, aslında ilk aklımıza gelen filmi çekmemiş. Ren’in cinsel kimliği, hayatını tanımlayan tek şey değil. Hiçbirimizin öyle değil aslında ama LGBT baş karakteri olan filmlerde, ön kabul olarak, ana hikayenin cinsel kimlik üzerinden ilerlemesini bekliyoruz genelde. İzlerken, neden karakterin trans olduğu üzerinde çok durmamış diye düşündüm ama sonrasında aslında normal olan belki de bu olmalı dedim. Farklı cinsel kimliklere, farklı tepkiler verilmediği bir dünyada, zaten insanların da dertleri başka şeyler olur. Bu yüzden, ilk anda çok sevmediğim film, sonradan karakterine yaklaşımı ile takdirimi kazandı.
Yönetmenin genel olarak, kendini geri çeken, olayları doğal akışında anlatmayı amaçlayan bir tarzı olduğu söylenebilir. Bunda başarılı da oluyor. İlk oyunculuk denemesinde, Carmen Madonia da gayet başarılı. Festivalin mütevazı ama hoş filmlerinden biri olarak aklımda kalacak.
Türkiye Seçkisi 2:
Festivalin Türkiye’den kısa filmler seçkisinin ikinci bölümünde, 8 film vardı. Bunlardan en sevdiğim, Kadıköy’ün En İyi Falcısı oldu. Kusursuzlar filminin yazarı olarak bildiğimiz Emine Yıldırım’ın filmi, kadın erkek ilişkileri üzerine tespitler yapan, bir yandan da fantastik bir anlatı da kuran, çok eğlenceli bir filmdi. Kısa filmlerde yönetmen ve oyuncuların tecrübeli isimler olmasının kaliteyi arttırdığına bir örnek olarak alabiliriz.
Nitekim, diğer sevdiğim film Burası Size Göre Değil filminin yönetmeni Ceyda Aşar da sektörde deneyimli bir isim. Onun filmi de fantastik unsurlar içeriyor ve kendisine yeni bir ev arayan bir kadının, giderek yönünü değiştirmesini anlatıyordu.
Yazın Sonu, son yıllarda çok iyi örneklerini gördüğümüz, büyüme çağındaki genç kızların tatil yörelerindeki hikayelerini anlatan filmlere bir örnekti. En iyilerinden biri olmasa da seçkinin akılda kalacak filmlerinden biriydi.
Kolaj, anlatacak güçlü bir hikayeniz varsa, basit animasyon teknikleri kullanarak bile etkili bir film ortaya çıkarabileceğinizi gösteriyordu. Esme Madra’nın Fırtına’sından başka festivallerde bahsetmiştim. Yönetmenin farklı denemelerine yeni ve ilgi çekici bir örnek.
Çiçek Açar ve Minik Bir İsyan, belli ki, çok küçük bütçeli ama güzel fikirler içeren filmlerdi. Yine de diğerleri yanında biraz amatör kalıyordu. Yönetmenin, Alzheimer olan anneannesinin görüntülerini kullandığı Yüzler ise, kurgusu ile dikkat çekiyordu. Fakat anneannesini kullanım şekli biraz soru işareti oluşturuyordu.
Elfriede Jelinek - die Sprache von der Leine lassen (Elfriede Jelinek: Dili Esaretinden Kurtarmak):
Geldik festivalde izlediğim son filme. Festivaldeki kadın yazarlar üzerine olan filmlerden bir diğeri. Yazarın eserlerine aşina olanlar için iyi bir belgesel olduğunu söyleyebilirim. Benim takip ettiğim bir yazar değildi. Kişisel eksikliğimdir. Belki de bu nedenle film benim çok ilgimi çekmedi, daha doğrusu çok yoğun geldi ve sürekli altyazı takip etmekten, perdedeki görüntülere çok fazla konsantre olamadım. Belki de tüm haftanın festival yorgunluğundandır.
Yine de bazı şeylerin Avusturya gibi ülkelerde bile değişmediğini görmek enteresandı. Jelinek, Nobel aldıktan sonra görüşleri nedeniyle bir kesimden, ülkesini uluslararası arenada kötüleyen bir vatan haini damgası yemiş ve dışlanmış. Bu nedenle, o günden beri pek fazla ortada gözükmüyormuş. Bir Avrupa ülkesinde de böyle olmasın diye düşünmeden edemiyor insan.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN