PERDEYE YANSIYAN BÜYÜK YALNIZLIĞIMIZ
30. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ NOTLARI Yalnızlık, yoksunluk, çaresizlik, çıkışsızlık, umutsuzluk, ölüm, sonuna gelip dayandığımız dünya, dünyanın sonu ve perde yani… Bu kavramlar, 30. İstanbul Film Festivali’nin sıkça karşımıza çıkan temaları arasındaydı. Bu meseleler etrafında dönen festivalin önemli filmlerine şöyle bir bakmak istedik.
SAÇ
Tayfun Pirselimoğlu, “Dayım”, “Hiçbiryerde”, “Rıza” ve “Pus”un ardından “Saç” ile bir kez daha ‘iyi ki var’ dedirtiyor. Prömiyerini Locarno’da yapan “Saç” anlaşılamadığı festivallerin ardından 30. İstanbul Film Festivali’nden ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülleriyle ayrıldı. Altın Palmiye, Altın Lale, Altın Portakal, Altın Ayı, gişe raporu filan değil mesele; mesele Pirselimoğlu’nun hâlâ bildiğini yapması; hem de aynı ustalıkla ve son derece tavizsiz. Kaba, hoyrat, düşüncesiz, cahil, bütün değerlerini satmış, düşlerini bile yitirmiş günümüz atmosferinde Pirselimoğlu gibilerinin varlığını hissetmek tedavi edici… Kanser hastası bir perukçu ile tanışıyoruz. Az ömrü kaldığını söylüyor doktor. Boyunu ölçüyor sürekli adam. Gittikçe kısalıp, ufaldığını düşünüyor; yok olduğunu. Bir gün bir kadın giriyor Tarlabaşı’ndaki dükkândan içeri. Çok güzel, uzun saçları var. Onları satmak istiyor. Bir alışveriş merkezinde temizlikçi kadın. Parayı, ölü yıkayıcısı kocasına verecek. Adamın dostu var, içkisi var, kendine göre zevkleri var, var da var. Kesin bir yokluk egemen oysa yaşanılan yere. Bir tutku sarıyor perukçuyu. Yeni bir başlangıç umudu. Gidecek buralardan. Televizyondan gördüğü Brezilya’ya gidecek. Hani o kan kaynatan, neşe dolu ritimlerin, karnavalların ülkesine. Kadını alıp öyle gidecek. Bu yok edici, umutsuz siyah beyazlıktan kaçıp, renkli Latin dünyasındaki yeni hayata ‘merhaba’ diyecek… Büyük bir yoksunluk içinde bütün karakterler. Acımasız ve kesin bir yalnızlıkla sarmalanmışlar. İletişimsizlik, vahşi, ahlaksız kapitalizmin, küçük insana ettikleri… Pastadan aldıkları pay belli olan diğerleri. Şehrin ‘başka’ taraflarında süren yaşam. Ülkenin acımasız hali. “Rıza” ve “Pus”un ardından yine bildik meselelerini anlatıyor Pirselimoğlu. Yine çok gerçek ve çok doğru. Bildik planları, dili ve biçimiyle daha olgun bir sinema yapmış üstelik. “Burası Türkiye” dedirten bir öykü anlatmış yeni baştan; başkaları gibi Disneyland’da geçen öyküler yerine. İnadına bildiğini okumuş; uzun planlarından taviz vermemiş; inandığı gibi yaklaşmış duruma. Hayatın ritmini, an be an yanımızdan geçen insanın hikâyesini yakalamış. Suç-ceza-vicdan meseleleri yine mevcut. Umutsuz, kapkara, çıkışsız, sessiz bir resmin içerden, doğru ve çıplak çizimi “Saç”. Ayberk Pekcan, Nazan Kesal ve Rıza Akın, çok sık rastlanmayacak, gerçek performanslar sergiliyorlar. Her sahneyi en ince ayrıntısına kadar planlayan Pirselimoğlu’na kamerada eşlik eden Ercan Özkan ve övgüye değer sanat yönetimiyle Natali Yeres, bu kalıcı resmin diğer yaratıcıları olarak anılmalılar. Tayfun Pirselimoğlu, hayatın arka beşlisinde oturanların filmini çekmiş yine. Suç, ceza, vicdan, ölüm, yoksunluk, yalnızlık, sistemden nemalanamayan terk edilmiş ruhlar, çıkışsızlık, sevgisizlik ve insanı sarıp sarmalayan boğucu karanlık… Rainer Marie Rilke’nin ünlü romanı “Malte Laurids Brigge’nin Notları” şöyle başlar: ‘Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar. Burası ölünecek yer desem daha doğru…’. Bu satırlarla oldukça paralel “Saç”ın özü ve sanırım birçoğumuz hızla kısalan boylarımızı ölçmekten çoktan vazgeçtik… Bir de şu; Rilke’nin ‘Yalnızlık’ adlı şiirindeki gibi her şey: “Erselik saatlerde yağar yere. Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar, umduğunu bulamamış, üzgün yaslı ayrılınca birbirinden gövdeler ve insanlar karşılıklı nefretler içinde. Yatarken aynı yatakta yan yana; akar, akar yalnızlık ırmaklarca.” (“Saç” yazım, ilk paragrafı hariç Sinema Dergisi’nin Ekim 2010 sayısından, ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemden alınmıştır.)
TORİNO ATI
‘Her şey sona erdi, Tanrı da gitti; artık yalnızsınız’ diyor, ‘bu benim son filmim olacak’ı sözlerine ekleyen auteur isim Béla Tarr. Çiftçi rolünde János Derzsi, çiftçinin kızını canlandıran Erika Bók ve Ricsi isimli at, yani filmin oyuncuları, tek kelimeyle müthişler. Zaten film tek kelimeyle müthiş. Yüzde yüz sinema, perdede duran. Kendi çağına temelden karşı çıkan Nietzsche’ye bir güzelleme yapmış usta Macar sinemacı. Tanrı’nın ölümüyle dünyada yapayalnız, korunaksız kalan insanın trajedisi “The Turin Horse”. Bu yüzden insan, kendini dünyaya, emeğe adamalı ve umudunu asla yitirmemelidir der başka bir okumayla film. Hayatı katlanabilir kılan şeyler nelerdir? Zorlu, çetin, dayanılması güç yerde ayakta kalmak için bıkmadan usanmadan dayanmak ve sabırla beklemek gerekir. Farklı bir bilinç gereklidir bunu başarmak için. Bütün zorlu koşulların üzerinde bir bilinç. Bir çıkış yolu göstermez yönetmen. Aynı Nietzsche gibi, insanın başarabileceğine inanmaktadır. Nihilist anlayışa karşı bir duruştur bu aslında. Dünyanın tıkandığı son noktada eylemin gereksizliğine rağmen. Kesin ve koyu bir karanlık içinde ölümü beklemektir belki son tahlilde insana düşen… Yönetmen koltuğuna da oturmuş çok yönlü sinemacı, görüntü yönetmeni Fred Kelemen’in enfes kamerası ve Macar ustanın yanından ayırmadığı müzisyen Mihály Vig’in siyah beyaz şölene omuz veren tematik müziği, daha da özel kılıyor 146 dakikalık bu yedinci sanat örneğini, daha doğru deyişle; perdedeki karanlık şiiri…
ÖMRÜMÜZDEN BİR SENE
Mike Leigh bildiğimiz gibi… Belki de şunu söylemek gerek; bu film ustanın en iyi işleri arasında. Dört mevsime yayılan bir aile-yakın dostlar-arkadaşlık öyküsü. Yalnızlık, yoksunluk ve yaşlılık üzerine içi dopdolu şeyler söylüyor yürekli İngiliz. Doğumu takip eden ölüm, çıkışsız bir izolasyon, birlikte olmanın hayati önemi, sorumluluklar, zorunluluklar, atıp fırlatamadığımız mecburiyetler; hepsinin ötesinde o mecburiyetlerin insancıl tarafı. ‘En yakınlarımız dünyanın öbür ucunda duygusu’… Üzerimizden çıkaramadığımız pejmürde yalnızlığımız. Son treni kaçırmış, tamiri mümkün olmayan hayatlar, oluşlar ve nihai kopuşlar… Finaldeki o bakış. Umutsuz kadın ve adamın göz göze geldiği an. ‘Neler diyor oysa bunlar’ bakışı… Jim Broadbent ve Lesley Manville’nin başı çektiği müthiş oyuncu kadrosu. Senaryonun meydan okuyan sadeliği. Sınıfsal bir bakışı ihmal etmeden, sadece teşhis ve tanılarla ilerleyen asla yargılamayan, son derece dürüst, doğru ve insan kokan bir film “Another Year”. Asıl gücü buradan geliyor.
BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ
1966 doğumlu yazar Barış Bıçakçı’nın 2004’te yayımlanan aynı adlı romanından perdeye uyarlanan filmin yönetmeni Seyfi Teoman. Ender ve Çetin’in, otuzlarını hızla tüketmekte olan orta yaşlı iki erkeğin öyküsü. Dostluk, dayanışma ve sadeliğin şehri Ankara’nın ‘ne yaptığını bilen’ vakur hali içinde ‘ne yaptıklarını tam bilmeden’ olduklarının dışında görünmeye çalışan iki dostun ruh haritası. Bu coğrafyanın bazı insanlarının belki de. Orta yaşlı iki erkek, yuvalarına aldıkları emanet bir genç kız, Nihal. Kaçınılmaz duygu aşk, oto kontrolün boğucu hali, ömür tüketen sorumluluklar, içerde kopan fırtınalar, doğal döngü ve kaçınılmaz son; yalnızlığın sarmaladığı koca çocuklar. Mutfal penceresinden eve dolan, içine karışılması güç çocuk sesleri. Hep aynı biçimde sürecek bir hikâyenin Orta Anadolu anlatısı. Gölbaşı, Seymenler Parkı, Atatürk Orman Çiftliği, Kızılay, Ayrancı, Bahçelievler, Dikmen, Kavaklıdere, Arjantin, Farabi, Siyasal Bilgiler, suyunu çeken ayşe kadın fasulye, mutfak, salon, çalışma odası, emanet, öfke, aşk ve geçip giden yıllar. Umutsuzluk ve çaresizliğin sözlük anlamları. Hiç yaşanmamış sevgi üzerinden gerçek bir aşk öyküsü. Paylaşılan anlar, güzellikler, önemler. Lise yıllarından çok sonraya uzanan omuz omuza bir birliktelik. Adı konmamış şefkat sözleri, isimsiz bir bağlılık, ham sevgi… Beraber olmanın değil, son tahlilde hep beraber kalmanın hayati önemi. Geçip giden, ıskalanan anlara karşılık eldeki değerlerin orta halli sıcaklığı. Memur çocuklarının değişmez alışkanlıkları, bir gün Tunus durağına doğru yürürken, hiç yaşanmayacak şeyleri duyumsayıp hüzünlenmek. Beyaz peynirle çilek reçelinin izahı zor uyumu. Hayatın kenar süsleri… Laf kalabalığı yapmadan anlatan, gösterişe kaçmadan gösteren, sömürmeden hissettiren bir iş olmuş. Alabildiğine hüzünlü bir de. Yüreğe sokulmuş bir bıçak aslında, kanatmadan öldürüyor…
BENİ ASLA BIRAKMA
Japonyalı usta yazar Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı romanından perdeye uyarlanan filmi “One Hour Photo” ile tanıdığımız Mark Romanek yönetmiş. Eseri uyarlayan isimse, 2000 tarihli “The Beach”ın yazarı Alex Garland. Kapkara bir öykü karşımızdaki. Yürek söken bir öykü. Alternatif bir dünyadayız, katı bir program çerçevesinde genç insanlar, organlarını birer birer vererek ‘tamamlanmaya’, ‘yok olmaya’ hazırlanıyorlar. Faşizan, insanı hiçe sayan düzen bütün dünyanın gerçeği. Nasıl, nerede, nasıl bir gerçeklikte olursak olalım, tamamlanmayı beklemiyor muyuz hepimiz? Şu veya bu biçimde. Kesin olan, sona doğru ilerleyişimiz. Özgürlük sadece bir şarkı adı… Adam Kimmel’in, hikâyenin ruhunu kurduğu kamerası, 1978’den 90’ların ortasına denk düşen ve Britanya’yı fon alan anlatının, Luther Dixon imzalı ve Jane Monheit’ın yorumuyla zihnimize çakıldığı şarkı: Never Let Me Go… Tarifsiz kederlere sürüklenirken yanınıza sadece yalnızlığın yün hırkasını aldığınız karanlık bir rapsodi. ŞİİR Ne kadar zor varolmak böylesine bir yoklukta… “Vaha” ve “Güneşli Kent” filmleriyle bildiğimiz eski Güney Kore kültür bakanı Lee Chang-Dong’un yeni filmi, gerçekten adı gibi. İncelikli dizeler gibi filmin kareleri. Son derece dokunaklı, o ölçüde acımasız ve gerçek. Şiirin naif ve lirik dünyasının, yaşanan yerden çok farklı olduğunu görüyoruz. Aslında olması gereken, insanın yaşaması gereken yer değil içinde olduğumuz dünya. Evrensel bir mesele aslında yönetmenin kaşıyıp kabuğunu kaldırdığı. Yeniden açtığı yara. Güney Kore özelinden bir dünyanın hali eleştirisi. İçselleştirilmiş şiddet ve insana yakışan sözcükler… En önemli şiirdir belki de sıradan bir kalbin haykırışı. Hayatın acımasız, zalim, adaletsiz yüzü, sıradan bir kadın, torunu ve yürek enfaktı gerçekler… Korkunç kalabalıktan uzakta olma hayali, yüze bir tokat gibi vurulan gündelik hayat, onun can acıtan kuralları. Öte yandan şiirin, insan arayan, adalet arayan, özgürlük arayan, hak arayan sıcak sesi. İnsansız bir tarlanın ortasından akan sevgi nehrinde belki kurtuluş. Bildiğimiz hayata boş verip, dizelerin büyüsünde aramak sevgi, şefkat ve iyiliği… İnsanı.
YENİ YIL
“Yumurtalar”, “Güneşli Bir Gün”, “Mutfak Hikâyeleri”, “Factotum” ve “O’Horten”in duyarlı, zeki ve şefkatli sinemacısı Bent Hamer, bu kez “Yeni Yıl”la karşımızda. Norveçli yönetmen, yeni filminde ülkesinin küçük bir kasabasında geçen sıcacık, oldukça duygusal, küçük hikâyecikler sunuyor bize. Dünyanın her türlü berbatlığına rağmen yine de insani duygular hissettiren kuzey ışıklarının büyüleyici güzelliği altında yaşanan minik öyküler, bir bütüne ilerliyor. Kasabanın insanları, trajedi, mizah, şefkat, kötülük, iyilik, bağışlama, doğum, ölüm, kader, çaresizlik, yalnızlık, sevgi, aşk gibi oluşları yaşarlarken hüzünlü bir şarkının nakaratı oluveriyorlar. Ama sessizce. Bilge ve barışçıl, oldukça insancıl bir bakışla üstelik. Balkanların kan ve barut kokan gerçekliğinden, İskandinavya’nın sakin coğrafyasına içli bir yolculuk. Sınıfsal farklılıkların, bütün ötekileştirmelerin kapı önüne konduğu bir film. Başlangıcın ve bitişin soğuk ama hayatın damarlarında dolaşan deveranı…
FAYDALI HAYAT
Çıldırmış, büyüsünü yitirmiş, zevksizleşmiş, sıradan zevklerin, basitliğin ve sıradanlığın pençesine düşmüş bir dünyada, kendini sinemanın büyüsüne bırakmanın, ‘sinemadan çıkmış insan’ adlı kimsenin bilmediği canlıya dönüşmenin izahı mümkün olmayan önemi. Sinema için atan bir kalbin, dışarıdaki vahşi dünyaya yabancılaşması, dışarıdaki, kaldırımlardaki, sokaktaki yalnızlığı. Bütün bu acının ortasında umut veren bir aşk öyküsü. Sinemaya adanmış sevda mektubu Uruguay damgalı. Kepenkleri indirilen sinematek çalışanları, yüreği kıpır kıpır eden, yenileyen bir aşk ve gündelik hayatın yok edici sıradanlığına savaş açmış yedinci sanat. Mütevazı ama iç ısıtan bir armağan.
İMKÂNSIZIN ŞARKISI
“Yeşil Papaya’nın Kokusu” ve “Bisikletçi” ile tanıdığımız Vietnamlı sinemacı Tran Anh Hung’un yeni filmi, benim de aralarında olduğum FIPRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu) jürisi tarafından ‘Uluslararası Yarışma’nın en iyi filmi seçildi bu yıl. Orijinal adını, The Beatles’ın ünlü şarkısı “Norwegian Wood”dan alan film, Japon yazar Haruki Murakami’nin çok satan kitabından yine Tran Anh Hung tarafından uyarlanmış perdeye. Gençlik, yaşamın omuz başında ilerleyen ölüm, masumiyetin yitirilişi, aşk, cinsellik, üşüyen yerlerimiz, kırık kalpler krallığı ve 60’ların son döneminde Tokyo’da geçen melankolik bir öykü. Öyküye eşlik eden zarif plastik ve dudağa yerleşen o bildik hüzünbaz melodi: “I once had a girl or should I say she once had me. She showed me her room, isn’t it good? Norwegian Wood…”
MORG GÖREVLİSİ
İstanbul festivalini 2009’da ziyaret eden Altın Lale’li “Tony Manero”nun Şilili yönetmeni Pablo Larrain, yeni filmiyle iz bıraktı bu sene de. “Tony Manero”da 80’li yıllara, Şili’nin nispeten yakın tarihine gidiyorduk. Kaybetmek, kimlik ve takıntılarla örülü hastalıklı müthiş toplumsal öykü, bu kez, 70’lerin başına, Salvador Allende’nin otopsisine götürüyor bizleri. Aslında ölü bir toplumun otopsisi izlediğimiz. Hayal, gerçek, soğuk bir duş ve kapkara, umutsuz bir tablonun mesafeli resmi.
FESTİVALDE İZLEDİĞİM EN İYİ 10 FİLM
1-TORİNO ATI (Bela Tarr)
2-ÖMRÜMÜZDEN BİR SENE (Mike Leigh)
3-ŞİİR (Lee Chang-Dong)
4-FAYDALI HAYAT (Federico Veiroj)
5-İMKÂNSIZIN ŞARKISI (Tran Anh Hung)
6-BENİ ASLA BIRAKMA (Mark Romanek)
7-MORG GÖREVLİSİ (Pablo Larrain)
8-UYKU HASTALIĞI (Ulrich Köhler)
9-YOLCULUK (Michael Winterbottom)
10-PUPUPİDU (Gérald Hustache-Mathieu)
ÖNEMLİ NOT: (Listeyi hazırlarken festivalden önce izleyip çok beğendiğim “Saç” ve diğer yerli filmleri değerlendirme dışı bıraktım. Sıralamayı, sadece festival sırasında izlediğim filmler oluşturmakta)
MURAT ERŞAHİN