02 ŞUBAT 2018
İkisi yerli, toplam yedi yeni yapım merhaba diyor Şubat ayının ilk haftasına! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. İyi seyirler herkese.
ÜÇ BILLBOARD EBBING ÇIKIŞI, MISSOURI
-Varoluşun karanlık ve şaşırtıcı dehlizlerinde-
‘En iyi film’ dahil toplam yedi dalda Oscar adayı olan suç dramı, Altın Küre’de de dram dalında ‘en iyi film’ dahil, dört ödülün sahibi olmayı başarmıştı. Yılın bol ödüllü filmini, ‘In Bruges’ ve ‘Seven Psychopaths / Yedi Psikopat’ filmlerinden tanıdığınız Martin McDonagh yazıp yönetmiş. Kara mizahı, varoluşun netameli, karanlık ve gerçeküstü dehlizlerinde dolaştırıp, sert ve incelikli suç öyküleri anlatmayı gayet iyi beceren İngiliz sinemacı McDonagh, üçüncü uzun metraj kurmacasında, ruh ortağı olarak nitelenebilecek Coen Kardeşlerin de kendisine şapka çıkartacağı bir filme imza atmış.
Kızını öldüren suçlunun yakalanamaması sonucu acılı anne, kasabanın saygın şerifi ve yerel kolluk kuvvetlerine adeta savaş açar! Kasabanın çıkışında meydana gelen bir cinayet, kasaba sakinleri ve gelişen olaylar… Herkesin farklı bir varoluş acısı yaşadığı dünyada ölümle hayatın iç içe geçmişliği öte yandan. Kara komedi, insan doğasının hemen her detayına bakabilmeyi denemiş. İyilik ve kötülüğün göreceli haritasında hayat dediğimiz tuhaf olgu. Acı ve kaybın tetiklediği insancıl dönüşümler. Varlığın ağırlığına ‘katlanabilmenin’ eşiğinde, derin Amerika’nın röntgen filmini çekmiş İngiliz Martin McDonagh. Gündelik hayatın hemen her hücresine nüfuz etmiş şiddet, ırkçılık, cinsiyetçilik, öteki düşmanlığı ve sıradan, sığ Amerikan vatandaşının algı dünyası.
Frances McDormand döktürüyor yine başrolde. Woody Harrelson ve Sam Rockwell çok çok iyiler. Abbie Cornish, Peter Dinklage ve John Hawkes, kaliteli oyuncu kadrosunun diğer önemli isimleri. Telefonda çalan ‘Chiquitita’ nasıl bir ayrıntı öyle! Fazla söze gerek yok. Mutlaka izlenmeli. (4 / 5)
EN KARANLIK SAAT
-Teslim olmak mı; asla!-
‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dahil toplam altı dalda Oscar adayı olan tarihi biyografik dram, başrol oyuncusu Gary Oldman ile ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Altın Küre’nin sahibi olmuştu. İngiliz Oscar’ları olarak bilinen BAFTA’da ise filmin dokuz adaylığı olduğunun altını çizelim.
Yönetmenliğini, ‘Pride & Prejudice / Aşk ve Gurur’, ‘Atonement / Kefaret’ ve ‘Anna Karenina’ gibi önemli filmlere imza atan İngiliz yönetmen Joe Wright’ın üstlendiği yapım, İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren devlet adamlarından Winston Churchill’in başbakan olduktan sonra karşılaştığı sorunlar ve kararlılıkla attığı cesaretli adımlar üzerine, tarihi gerçeklere dayalı bir öykü anlatıyor. Gary Oldman’ın kelimeleri kifayetsiz bırakan performansına eşlik eden diğer önemli isimler, Kristin Scott Thomas, Ben Mendelsohn, Lily James ve Stephen Dillane. Anthony McCarten imzalı senaryo, nevi şahsına münhasır bir karakter olan Churchill’in başbakanlığa atanmasıyla birlikte, Avrupa’yı tehdit eden Nazi Almanya’sına karşı üyesi olduğu parti başta olmak üzere, parlamentonun refleksini, Churchill’in mücadele azmini ve bütün bir ulusun istiklal ve özgürlükleri için kararlı cesaretlerini, boyun eğmeme azimlerini, en karanlık günler dahilinde taşıyor perdeye.
Savaşın henüz ilk günlerinde, Nazilerin hızlı ve güçlü ilerleyişi sırasında teslim olmak veya sona ana dek mücadele etmek arasında, İngiliz ulusunun verdiği kararın filmini çekmiş Joe Wright! Bütün dünyanın kaderini belirleyen bu kararın en önemli destekçilerinden olan Churchill’de neredeyse anlatıcı olarak yer alıyor hikayede. Film son tahlilde, bir durum tespiti ve tarihi gerçeklerden hareketle kararlı bir mücadelenin tarihsel süreci. İçerdiği hayati karar bakımından hamasi olarak nitelenip, propaganda filmi olarak işaretlenebilir. Bu yanlış olur fakat! İzlediğimiz, kurmaca bir öykü değil çünkü! Sadece İngiltere’yi ve Avrupa’yı da değil, bütün gezegenin tarihini değiştirebilecek öneme sahip gerçekler üzerinden bir anımsama notu. Churchill’in metro vagonunda halkla yaptığı fikir alışverişi, yakınlaşma; hemen her şeyi özetliyor adeta! Son derece iyi oynanması, yazılıp, çekilmesi, kusursuza yakın atmosferi ve başta makyaj olmak üzere dönem ayrıntılarını bire bir yansıtan yapım tasarımıyla önem arz ediyor. (4 / 5)
FOXTROT
-İyileşmeyen yaralar üzerine-
Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ın sahibi olan 2009 tarihli savaş karşıtı dram ‘Lebanon / Lübnan’ ile tanıdığımız İsrailli yönetmen Samuel Maoz’un yazıp yönettiği ‘Foxtrot’, İsrailli bir ailenin aldıkları acı haberle alt üst olan hayatlarını, geçmişin ve bugünün muhasebesini yaparak öykülüyor.
Yine Venedik’te ‘Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan dram, askerdeki oğullarının aniden ulaşan ölüm haberi sonrası, bir ailede yaşanan acı ve öfke dolu süreci, sonrasında ise sürprizli biçimde gelişen olayları, eleştirel biçimde, incelikle ele alıyor. Samuel Maoz, kapkara ve elem dolu bir dramı, zekice bir kara mizah, absürt yaklaşım ve metaforlarla işleyerek, İsrail özeline ait hemen her gerçeği ve oluşu hunharca eleştirmekten geri kalmıyor. Savaş karşıtlığı, anti militarist yapı, geçmişin ve bugünün muhasebesi üzerine İsrail’deki sistemin temel dinamikleri ve dini meselelere getirilen eleştiri, cesur ve son derece özgürce. Yazgı, bireyin çıkmazı, şüphe, endişe, gerilim, vicdan azabı, irade dışı oluşlar, jeopolitik ve dini baskılar sonucu vücut bulan mecburiyetler ve insan hayatı… Kapanması çok uzun süren, iyileşmeyen açık yaralar üzerine içerden ve doğru tespitler!
Lior Ashkenazi, Sarah Adler, Yonaton Shiray ve Shira Haas, ‘Foxtrot’un gayet güçlü oyuncu kadrosunu oluşturan isimler. Hikayenin ruh altını görüntüleyen kamera, son derece etkili. Hayatın gerçek tadı ve güzelliğini yaşamak varken, acılarla iç içe geçmiş insanlara dair elem dolu ve hakiki bir anlatı. (3,5 / 5)
PARAMPARÇA
-Ne şiş yansın ne kebap!-
Fatih Akın yeni filmi ‘Aus dem Nichts / Paramparça’ da, ne şiş yansın ne kebap demiş! Son derece sıradan bir intikam öyküsü, perdede duran film! Eşi Nuri ve küçük oğlu Rocco’yu bir patlama sonrası yitiren acılı eş-annenin bireysel adalet arayışı, izlediğimiz. En sevdiklerinin ölümüyle sonuçlanan patlama sonrası, bu saldırıyı kimlerin neden yaptığını öğrenmek isteyen Katja, bir ara ümitsizliğe kapılıp bileklerini keser. Hayatla bağlantısının koptuğu o son anda gelen telefon, faillerin yakalandığını bildirir acılı kadına. Katja’nın düşündüğü gibi, saldırı Neo-Naziler tarafından yapılmıştır ve bütün delillerle Katja’nın şahsi tanıklığı, bir kadın ve kocasını işaret etmektedir. Mahkeme delilleri yetersiz bulup, tahliye kararı verince, Katja, yerine gelmeyen adaleti kendisi sağlamak için harekete geçer.
İzlenene göre bir ‘vigilante / kanuni yetkisi olmadan düzen sağlamak veya intikam almak için yasa dışı olarak harekete geçen kimse’ hikayesi çekmiş Fatih Akın! Hem de içeriği ve söyledikleri itibariyle fazlasıyla eleştiri alan ve bir seriye dönüşen Michael Winner’ın 1974 tarihli ‘Death Wish’i gibi. Neil Jordan’ın, başrolünde Jodie Foster’ın yer aldığı intikam öyküsü ‘The Brave One / İçindeki Yabancı’dan ne gibi bir farkı ve fazlası var ki bu filmin? İntikamı üzerinde tüten, dümdüz bir gerilimli suç dramı sadece. Holywood’da o denli çok örneği var ki, saymakla tükenmez!
Cannes’de Altın Palmiye adayı olan ve başrolü üstlenen Diane Kruger’la ‘en iyi aktris’ ödülünü kazanan film, Altın Küre ödüllerinde ise ‘en iyi yabancı film’ seçilmişti. - Altın Küre’yi takip edip, ciddiye alanlar şöyle bir düşünür belki- Irkçı bir nefret suçu yüzünden insan öldüren neo naziler, acılı ve öfkeli intikamcı, adaletsiz dünya, kayıplar, yüreği kaplayan acı ve dünyayı dolduran hissizlik! Eyvallah da, neden ne suya ne de sabuna dokunmadan son derece yüzeyden öykülenmiş ve son derece sıradan bir oluşa yöneltilmiş bu film? Almanya’daki ırkçı katiller bile, ülkelerinde değil, Yunanistan’da kurulan illegal bir Nazi örgütünün sempatizanı. Örgütün gaz vericisi ve yönlendiricileri Yunanistanlı filan! Hak hukuk, adalet, hemen her önemli noktaya yüzeyden ufak bir değini ve hop, manasız, mantıksız bir aksiyona kırılan direksiyon! Boşluklar, boşluklar, boşluklar… Bir de düz bir vigilante hikayesi olmasın diye Fatih Akın, finalde karakterini de yok ediyor kendi bombasıyla. Hayattan kopan, her şeyini yitiren kadın, tekrar hayatın içinde olduğunu fark ettiği anda, intikam alacaklarının yanı sıra kendini de yok ediyor! Ne şiş yansın ne kebap, aman siyasi bir noktaya, birilerine, bir şeylere dokunmayayım, öyle idare edeyim işte, Diane Kruger’de şahane ağlıyor düşüncesinde bir proje perdedeki.
‘Chiko’ ve ‘Kebap Connection’ filmlerinden anımsayacağınız Denis Moschitto ile birlikte, Numan Acar, Johannes Krisch ve usta oyuncu Ulrich Tukur, Kruger’a eşlik eden önemli oyuncular. Nispeten tarihsel, toplumsal ve siyasi değiniler içeren ‘Auf der anderen Seite / Yaşamın Kıyısında’, bir dokümanter olan ‘Müll im Garten eden / Cennetteki Çöplük’ ve ‘The Cut / Kesik’in ardından, kimselere yaranamayıp, ‘orta yoldan ayrılmayayım, ortalama ve ‘sözde’ çarpıcı ana akım işlerde kalayım’ demiş Fatih Akın kanımca. Bunun kanıtı da karşımızda. (1,5 / 5)
Paolo Genovese imzalı 2016 tarihli İtalyan filmi ‘Perfetti Sconosciuti’nin yeniden çevirimi ve oyuncu kimliğiyle tanıdığımız Serra Yılmaz’ın ilk yönetmenlik denemesi olan ‘Cebimdeki Yabancı’, Tuncer Gürbüz’ün yönettiği korku-gerilim türündeki ‘Cin Çeşmesi’ ile birlikte Melisa Üneri’nin yazıp yönettiği Finlandiya yapımı belgesel ‘Isän tyttö / Babasının Kızı’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar herkese iyi seyirler. MURAT ERŞAHİN