ORTAYA KARIŞIK
Bayram haftası dolayısıyla, az sayıda film gösterime girmişken, son 1-2 haftada ülkemizde gösterime giren filmlere bakmaya devam edelim.
Escape from New York (New York'tan Kaçış):
Önce yine geçen haftaki gibi, yıllar öncesinden gelen bir filmle başlayalım. Başka Sinema’dan yine bir kült klasik. Öncelikle, sevgili kült film severler. Niye gelmediniz arkadaşım bu filme? Bayağı boş bir salonda izledik. Böyle yaparsanız, Başka Sinema da böyle örnekleri getirmez bir daha. Şu filmi dolu görsem, bir Carpenter gecesi önerirdim mesela.
Filme gelince, 1981 yapımı bu filmde 1988 yakın gelecek, 1997 ise uzak gelecek olarak tarif edilmiş. 88’de New York, çevresi duvarla örülü, dev bir hapishaneye dönüştürülüyor. 97’de ise uçağı New York’a düşen Amerikan Başkanı’nı kurtarmak için içeri eski bir asker, yeni bir suçlu olan Snake Plissken gönderiliyor. Bu sefer sinemada izlemeye benim de yaşım tutmayan bir film ama birkaç kez televizyonda izleyip, epey keyif aldığımı hatırlıyorum. Sonra da devamını sinemada izlemiştim.
Bence pek de eskimemiş. Zaten Kurt Russell karizması diye bir şey var ve o eskimiyor. Snake Plissken, harika bir anti kahraman. Bugün olsa, iki filmle kalmaz, daha uzun bir seri olurdu. En kötü ihtimalle dizisi çekilirdi. Gerçi, ara ara gündeme gelen bir konu bu. Bu kadar dijital platform varken, bir yerlerden çıkacak gibi geliyor bana. Umarım iyi bir oyuncu seçilir.
Daha bilgisayar efektlerinin olmadığı bir devirde çekilen filmin kurduğu distopik atmosfer de çok başarılı ve buradaki karakterler de çok özgün. 80'lerden gelen bir gelecek projeksiyonu olduğu çok belirgin. Ama arkasından gelen pek çok filme de model olmuş. Elbette, günümüzün "kusursuz" efektlerine alışık gençlere, komik gelebilecek yanları var ama o kusurlu ama daha gerçek, mekanik efektlerin de ayrı bir tadı var.
Bu arada film ile ilgili bilgilere bakarken, Carpenter'ın yönettiği, Russell'ın başrolde olduğu bir Elvis filmi olduğunu öğrendim. Televizyon filmiymiş ama kısa bir versiyonu, Avrupa'da (ve sanırım Türkiye'de de) vizyona girmiş. Epey merak ettim.
Başa dönecek olursak, ben yine de Başka Sinema ve bu tip programlar düzenleyen sinemalara, bir Carpenter gecesi önereyim. Hatta mümkünse şöyle bir beşli:
-Halloween
-Big Trouble in Little China
-Prince of Darkness
-They Live
-In the Mouth of Madness
Memory (Geçmişe Dönüş):
Favori yönetmenleri sorulduğunda, kimsenin aklına Martin Campbell gelmez ama GoldenEye ve Casino Royale gibi iyi Bond filmleri, Zorro serisi, Edge of Darkness, Vertical Limit gibi türünün iyi örneklerini çeken bir isim kendisi. Green Lantern gibi faciaları görmezden gelebilirsek, fena bir filmografisi yok ama orta karar diyebileceğimiz filmleri de çok. Memory tam olarak onlardan biri. Çok standart bir Liam Neeson aksiyonu.
Neeson, kiralık katil olabilirim ama prensiplerim var diyerek bir çocuğu öldürmeyi reddeden, muhtemelen geçmişinde pek çok çocuğu babasız bırakan ama sırf prensipleri var diye kendisine sempati duymamız beklenen, intikam peşindeki bir karakteri canlandırıyor. Filmi farklı kılabilecek olan şey, karakterin Alzheimer'ın ilk evrelerinde olması. Fakat, senaryoda bu durum yeterince iyi kullanılamamış. Alzheimer olayı hikâye içinde neredeyse hiçbir amaca hizmet etmiyor. Tamam, finale doğru unutkanlık bir ilgili bir düğüm var ama, orası Alzheimer olmadan da kurulabilecek bir yapıydı. Filmin uyarlandığı Belçika yapımı filmi izlemedim ama onun daha iyi olabileceğini düşünüyorum. Çekildiği sene Belçika, Oscar'a bu filmi gönderdiğine göre, en azından standart bir aksiyondan fazlası varmış diye tahmin ediyorum.
Bu arada, kendisi de artık pek tercih etmiyor sanırım ama birisi Liam Neeson'ın ne kadar iyi oyuncu olduğunu hatırlayıp, ona iyi yazılmış, zorlu bir rol verse çok memnun olurum. Çok da yaşlanmadan, bir ödül turu atsa güzel olur.
Minions: The Rise of Gru (Minyonlar 2: Gru’nun Yükselişi):
Illumination, ilk Despicable Me filmi sırasında, Minyonlar ile bir altın madeni bulduğunun farkında mıydı acaba? İlk filmini yapan bir animasyon şirketi için büyük şans. Bugün Minyonlar, kendi başına bir marka oldu adeta. Ama bu durum, sanki yaratıcı ekiplerin de kolaya kaçmasına neden olmuş. Bu filmde, Gru’nun çocukluğunda, ilk kötü adam olma çabalarını izliyoruz. Karşımızda Minyonlar'ın yer aldığı, 5. uzun metraj film var ama ilk filmlerdeki orijinallik ve heyecan, giderek yok oldu sanki. Son yıllarda, sinemalarımıza gelen farklı animasyonların sayısı giderek arttı. Bunların bir kısmı, çok adı duyulmayan, küçük animasyon şirketlerinden ya da farklı ülkelerden gelen, orta karar filmler. Yeni Minions'ın animasyon kalitesi onlardan iyi, orijinal seslendirme kadrosu da yıldız oyunculardan oluşuyor belki ama hikayesinin, onlara göre çok da bir üstünlüğü yok. Seslendirme demişken, yine tüm salonlarda Türkçe seslendirme ile giren bir animasyon. Orijinal seslendirmeyi duyma şansımız olan 1-2 seans güzel olurdu.
Film 70'lerde geçince, yetişkinleri de yakalayalım diyerek çeşitli göndermeler de konulmuş ama onlar da kısa süreli bir, bak bu göndermeyi da anladım tatmininden çok da fazlasını vermiyor. Gözlemlediğim kadarıyla, çocuklar yine de keyif aldı ama çok da coşkulu olduklarını söyleyemeyeceğim. Serinin geleceğinde yeni bir şeyler yapmazlarsa, başarının devamını sağlayabilirler mi, emin değilim.
Aşkın Gönül Yazısı:
Yetimhanede büyümüş genç bir kadın ve Hollanda’dan gelen genç bir adam. Yolları tesadüflerle kesişen bu iki insan, ilk görüşte birbirlerinden hoşlanırlar ve olaylar gelişir. Filme, "eh işte, ortalama bir aşk filmi" diyerek başladım ama ilerledikçe yaptığı tercihlerle indi, indi, indi ve dibe çakıldı. Anlattığı konuyu o kadar çok sağdan soldan çekiştirmiş, uzatmış ki, film 130 dakikaya çıkmış ama hissedilen süresi en az 200 dakika. Altına uzun uzun müzik döşenen sahneler (ki genelde, aynı müzik) ve ağır çekimler arka arkaya geldikçe film de bir türlü bitmek bilmiyor. Bir de tüm final sekansı, seyirciyi nasıl ağlatırım üzerine kurulmuş ama ağlamaktan çok, şu film bitsin artık hissiyle izledim ben. İşin daha da tuhafı, bazı yerler anlamsızca uzunken, aslında tüm filmdeki en büyük çatışmanın yaşanabileceği olay olan (fragmanda olduğu için spoiler sayılamaz), "Hollanda'da senden gizlediğim bir oğlum var" meselesi, yaklaşık 2-3 dakikada çözülüyor. Her nedense, Hollanda'dan gelen oğlan ve çiftin kendi kızlarının, filmde göründükleri toplam süre de 2-3 dakika kadar. Filmin zaten çok büyük bir potansiyeli yokmuş ama bu haliyle, ortalamayı bile tutturamamış maalesef.
Ankara’dan Etkinlikler:
Yazın nihayet gelmesi ile birlikte Ankara’daki açık hava gösterimleri de geri döndü. Geçtiğimiz haftalarda, Cermodern ve Mülkiyeliler Birliği’nde açık hava gösterimleri başladı.
Bayram haftasında, akşamları 20.30’da Cernodern’deki gösterimler devam edecek. Haftanın programı şöyle:
12 Temmuz Salı: Les Indes Galantes
13 Temmuz Çarşamba: Rouge
14 Temmuz Perşembe: Adieu Les Cons / Bye Bye Morons
Haftaya görüşmek üzere, iyi bayramlar.
HASAN NADİR DERİN