NE VARSA ESKİLERDE VAR
Vizyon filmleri zaten bir süredir zayıf gidiyordu. Yazla birlikte iyice zayıfladı. Neyse ki, kimi sinemalar ve kurumlar, farklı gösterimler de yaparak biz sinema severleri memnun ediyorlar. Geçtiğimiz hafta, sinema tarihinden bazı filmler izleme fırsatımız oldu. Öncelikle onlardan bahsedelim, sonra da vizyondan birkaç filme bakalım.
Star Wars - Original Trilogy:
Ankara’da CineDerin Bilkent sinemaları, zaman zaman, sabaha kadar film izleme etkinlikleri düzenliyor. Geçtiğimiz hafta sonunda Star Wars’un orijinal üçlemesini, yani 1977, 1980 ve 1983 yıllarında çekilmiş, ilk filmler gösterildi. Eskiden bu filmlerin neden, Bölüm IV, V ve VI olarak adlandırıldığını sürekli anlatırdık, artık sadece Star Wars fanları değil, herkes biliyor sanırım.
Şimdi tutup, uzun uzun seriyi neden sevdiğimi yazmaya gerek yok ama her şeyi başlatan ilk üçlemeyi tekrar ve arka arkaya sinemada izlemek güzeldi. Star Wars'a nasıl tutulup bağlandığımızı bir kez daha hatırlattı, ne varsa eskilerde var dedirtti. Kendi kişisel Star Wars serüvenim, Return of the Jedi'ı sinemada izlemekle başlamıştı. Daha ilk sahnesinde, perdeye giren dev uzay gemisinden ne kadar etkilendiğimi halen hatırlıyorum. Öncesindeki filmlerin hikayesini bilmiyordum ama yine de filmden çok keyif almıştım. Sonrasında ilk üçlemeyi, hem evde, hem sinemada (Special Edition'lar yapıldığında tekrar sinemalara gelmişti) defalarca izledim. Tekrar izleyince, karakterleri bize tanıtmak, sevdirmek için harcadıkları zamanı daha iyi görüyoruz. Bu sayede, onlar için endişeleniyor, başlarına gelecekleri önemsiyoruz. Aradan geçen yıllarda, bu ilk filmlerin en ufak ayrıntısının, bir mitoloji ögesi haline dönüştüğünü görmek de mümkün.
Tahmin ettiğim gibi, sinemada Special Edition'lar gösterildi. O zaman çok eleştirilmişti. Aradan geçen yıllar, eleştirilerin haklılığını göstermiş. 45 yıl önceki mekanik efektler, kimi aksayan yerlerine karşın, daha gerçek dururken, 25 yıl önceki bilgisayar efektleri, daha yapay duruyor.
The Outsiders:
Hafta içi, Başka Çarşamba'da izlediğimiz Francis Ford Coppola’nın 1983 yapımı bu filmi hakkında da 1-2 şey yazmadan geçmeyeyim. Doğruya doğru, farklı sınıflardan gelen, iki gençlik çetesi arasındaki kapışmayı anlatan film, bugün bazı yönleri ile biraz eskimiş. Ama afişte görülen kadro için, defalarca izlenir gerçekten. Kimler kimler yok ki: Matt Dillon, Patrick Swayze, Rob Lowe, Ralph Macchio, Emilio Estevez ve Tom Cruise. Üstelik fotoğrafta olmayan bir de Diane Lane var. Francis Ford Coppola ve o zamanki kast direktörü, nasıl bir kadro kurmuşlarsa, hemen hepsi belli dönemlerde star oldular, biri hala star. Gerçekten müthiş bir kadro. 2-3 yıl sonra aynı ekibi, servet döksen, toplayamazdın.
Tıplı Lucas gibi, Coppola da filmlerine sonradan müdahale etmeyi seven yönetmenlerden. Eski arkadaş olduklarına göre, bu konuda birbirlerini etkiliyor da olabilirler. Sinemada, 2005 yılındaki, orijinalinden 22 dakika uzun olan yeni kurguyu izledik. Ben orijinal filmi önceden izledim sanıyordum ama sanırım, hafızam beni yanıltıyormuş. Film, hiç tanıdık gelmedi. Ama, İnternet’ten farklara baktım, gerçekten eski versiyonu tamamlayan ekler yapılmış. Bu kez 2005 yapımı versiyonu tercih etmek gerek sanırım. Yine de, özellikle bu iki çetenin düşman olma nedenlerinin altı çok dolmamış. Karakterlerin bazılarının hikayeleri de biraz havada kalmış.
O dev kadrodan bazı isimlerin rolleri de biraz küçük aslında. Mesela Tom Cruise. Ama bu filmde bile akrobatik bir hareket yapmaktan geri durmuyor. O yıllarda bile içinde varmış demek. Gerçi çok da başarılı değildi. Bir not da Ralph Macchio için. Karate Kid'den bir yıl önceki bu filmde, ekibin en tıfıl üyesi gibi duruyordu. Hikâyede de öyleydi zaten ama meğerse, en büyüklerinden biri oymuş. Aslında yine iyi bir kast tercihi örneği.
Star Wars'u izlerken, arada seyirciler arasında, Han Solo ve Prenses Leia arasındaki bazı atışmalar için "eskinin flörtü, şimdinin tacizi" gibi bir cümle duymuştum. Valla, bu film için de geçerli hatta daha da kötü. Matt Dillon ve Diane Lane arasındaki muhabbet, bugün bariz taciz sayılır, o zaman sevimli bir flörtleşme gibi bakılmış.
Son olarak Başka Sinema'ya Outsiders için teşekkür edip, Rumble Fish'i de bekliyoruz o zaman diyelim.
Elvis:
Vizyon filmlerine geri dönelim. Ama ilk bahsedeceğimiz film, yine “ne varsa eskilerde var” cümlemizi kullanabileceğimiz bir film. Yepyeni bir film olsa da bize Elvis’in görkemini yaşatmayı başarıyor. Baz Luhrmann, 9 yıl aradan sonra çektiği yeni filmiyle belki başyapıtları seviyesine çıkamamış ama yine de gayet iyi bir film. Tam kendisinden bekleyebileceğimiz gibi büyük, abartılı, görkemli, yoğun ve biraz da yorucu. Tıpkı, Elvis gibi.
Aslında yapı olarak çok tipik bir biyografi. Elvis'in doğumundan ölümüne, yaşamının her aşamasını anlatmaya soyunmuş. Onun hayatıyla beraber Amerika’nın değişimi de at başı gidiyor. Her ne kadar Elvis'in yaşamı 42 yıl gibi, görece kısa bir süreyi kapsasa da, filmin anlattığı çok fazla şey var. Filmin süresi 2 saat 40 dakika olsa da bazı olaylar, çok hızlı bir şekilde geçiyor. Belki de dizi ya da Elvis Part 1 ve Part 2 olarak iki büyük film olmalıydı. Aslında süreden kısacak başka bir şey de vardı. Tom Hanks'in karakteri. Onun canlandırdığı Tom Parker, filmin zayıf karnı. Belli ki, Baz Luhrmann film içinde bir anlatıcıya ihtiyaç duymuş. Onu da önemli bir karakter olarak konumlamak istemiş ama ne başına gelenler, ne geçmişi, ne de hayatının sonunda yaşadıkları beni hiç ilgilendirmedi açıkçası.
Austin Butler, harika bir Elvis olmuş. Çok yeni bir oyuncu değil belki ama herkesin tanıdığı bir isim de değildi. Herhalde patlamasını bu rolle yapacak. Son yıllarda müzisyen biyografilerinde çokça gördüğümüz gibi, bir Oscar adaylığı gelir muhtemelen. Alır mı? Yorum yapmak için, daha çok erken.
Film, Türkiye'de çok izlenmedi ama tavsiye ederim. Elbette iyi bir ses sistemi olan ve mümkünse büyük bir perdede izlenmeli. Luhrmann'ın, tabii ki yine perdenin her yerini dolu dolu kullanan bir tarzı var. Ben IMAX'de izledim. Zaruri değil ama iyi salon standardını sağlıyor.
I Met a Girl (Bir Kızla Tanıştım):
Karşımızda, Avustralya'dan gelen bir romantik komedi var ama beklediğim, tipik bir örneğinden farklı yanları ile ilgimi çekti. Baş karakterimiz Devon, tanıştığı kızın ardından Sydney'e doğru yola çıkıyor. Ama önemli bir detay var. Karakterimiz, şizofren. Olmayan sesler duyuyor, kişiler görüyor. Böyle olunca da bu kızla tanıştığına, başta yıllardır kendisine kol kanat geren abisi olmak üzere, kimseyi inandıramıyor. Film, seyirciyi de bu kızın gerçek olup olmadığı konusunda şüphede bırakmayı becerebilmiş. Finalde gizem çözüldüğünde de ilk akla gelen çözümlerden birini sunmuyor aslında. O da zekice olmuş. Bir yanıyla, bir yol filmi olarak, karakterin yolcuğunu ve bu yolculuktaki gelişimi de önemli olduğundan, bir noktada gizemin nasıl çözüleceği de çok önemli olmuyor zaten.
Filmin en ilginç bulduğum noktalarından biri ise, korku filmleri ile ettiği flört. Şizofreni nöbetlerinde film, kısa sürelerle de olsa, neredeyse bir korku filmine dönüşüyor. Elbette çok sert sahneler değil, neticede bir romantik komedi izliyoruz ama şöyle diyeyim, bizim standart yerli korkularından herhangi birinden daha korkutucu sahneler var. Genelde olumlu bulduğum yanlarını yazdım ama öyle çok müthiş bir film de beklemeyin. Bahsettiğim farklılıkları nedeniyle beğendim çoğunlukla.
Gizemli Köy:
Evet, yine geldik yerli korkulardan birine. Aslında bu filmlerle ilgili kötü bir şey yazmayayım, izlemeye devam ediyor olsam da hiç bahsetmeyeyim diyorum, müsaade etmiyorlar. Ed Wood ve Bunuel'e rahmet okutacak muhteşem(!) bir olay var filmde. Konusuna hiç girmeyip (zaten farklı bir konusu yok), direkt bu olaydan bahsedelim.
Filmdeki muhtar karakterini, iki farklı oyuncu oynuyor ve bunu kimse tuhaf karşılamıyor. Hikâyede bunu açıklayan hiçbir şey de yok. Bazı sahnelerde biri, bazı sahnelerde diğeri oynamış karakteri.
Aslında, bunun nedeni üzücü bir olay. Filmin başında gösterilen kamera arkası görüntülerden anladığımız kadarıyla, Toygun Ateş sahnelerin bir kısmını çektikten sonra vefat ediyor (bu arada, vefat bir oyuncuyu anmak için, filmin başına kamera arkası sahneleri koyulan, izlediğim ilk film olabilir). Kalan sahneleri Selahattin Taşdöğen bitirmiş. Ama oyuncu değiştikçe, karakter de değişiyor. Biri bastonla yürürken, diğeri fıldır fıldır koşturuyor. Hadi, çekilen sahneleri, tekrar çekmeye bütçe yoktu, mecbur kaldılar diyelim. Bu durumu kabul edelim. Ama fantastik film çekiyorsun arkadaş, bu olayı cinlere bağlayacak ufak bir açıklama yazsan, ne kadar saçma olsa da, bir sebep sunmuş olacaksın. Yok, böyle kabul edin, geçin denmiş.
Filmin inanılmayacak kadar kötü ses tasarımına hiç girmiyorum (girdim bile). İki karakter konuşurken, birinin sesi ortalığı inletiyor, diğeri fısıltı gibi çıkıyor. Mikrofon, bir yerlere sürtünüp cızırtı yapıyor vs. vs.
Bu korku filmi furyası başladığında, bu filmin hikâyesi zayıf, efektleri kötü, oyunculuklar başarısız falan derdik ama en azından ortada, kötü de olsa bir film oluyordu. Gerçekten, şu ara ayda 10 yerli korku filmi vizyona giriyorsa, 6'sına film demek bile zor. Türü seven biri olarak üzgünüm.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN