BERLINALE 2023 İZLENİMLERİ 1-ANA YARIŞMA
Ülkemizde geçtiğimiz bir ay boyunca ne yazık ki, bambaşka bir gündem yaşamak zorunda kaldığımız için sinemaya yer ayıracak, hakkında yazı yazacak ruh halini yakalayamadık. Bu arada, Berlin Film Festivali de gerçekleşti. Önceden yapılmış bir plan çerçevesinde, festivalin bir kısmını takip etme şansını buldum. Berlinale dünyadaki gündeme duyarlı olması ile bilinen bir festival ama çoğunlukla Ukrayna ve İran ile ilgili açıklamalar duyuldu. Türkiye ve Suriye’deki depremden çok az bahsedildi, en azından benim kulağıma çok az geldi notunu düşmeden geçmeyelim.
Berlinale’de çok fazla bölüm ve film var. Bunların hepsini takip etmek mümkün değil. Yine de 32 uzun metrajlı, 15 de kısa metrajlı film izlemişim. Bu hafta ana yarışma filmlerinden başlayarak, birkaç haftaya yayılmış bir Berlinale izlenimleri serisi yapalım. Ana yarışmada, 19 film yer alıyordu. Bunlardan, 9 tanesini izleyebildim. Altın Ayı alan film olan Sur l’Adamant (On the Adamant) ve en iyi yönetmen ödülünü alan Le grand chariot (The Plough), bunların arasında olmadı ne yazık ki. Çok da ilgimi çeken filmler olmamışlardı açıkçası. Yine de izlediğim 9 filmin büyük çoğunluğu, önümüzdeki aylarda vizyonda ve / veya festivallerde karşımıza çıkacaktır. Onlara, alfabetik sırayla, bir göz atalım.
20.000 especies de Abejas (20,000 Species of Bees):
Sekiz yaşındaki bir çocuğun kendisini arayışını ve çevresine bunu kabul ettirme çabasını anlatan bir İspanyol filmi. Aitor adıyla ve erkek kimliği ile doğan bu çocuk, yıllar geçtikçe kendisini kız çocuğu olarak hissetmeye başlıyor ve ona Lucía olarak hitap edilmesini istiyor. Ailesi de bunu bir geçiş dönemi olarak düşünüp, pek de müdahale etmiyorlar. Ama Lucía’nın kafasında sorular olmasına rağmen, kendisini nasıl hissettiği konusunda çok net aslında. İlk uzun metraj kurmaca filmini yazıp yöneten Estibaliz Urresola Solaguren, sağlam bir senaryo ile yola çıkmış öncelikle. Başta küçük çocuk olmak üzere, tüm karakterlere özen gösterip, onları anlamaya çalışan bir senaryo. İkincisi, çok iyi bir oyuncu seçimi var. Lucía’yı canlandıracak oyuncu filmin başarısı için çok kritikmiş. Kendisi de sekiz yaşında olan Sofía Otero, çok iyi bir seçim. Bu yaştaki oyuncular hep, umut veren oyuncu ödülü ile geçiştirilir. Filmi izledikten hemen sonra, acaba jüri yaşına bakmadan, en iyi oyuncu ödülü verir mi diye düşünmüştüm. Nitekim öyle yaptılar. Sofía, basın toplantısında oyunculuğa devam etmek istediğini söyledi. İlk adımı çok sağlam attı. Umarım önünde uzun ve başarılı bir kariyer olur.
Film, hikayesini kurma ve seyirciye adım adım açma konusunda da başarılıydı. Filmin kısa özetinden, cinsel kimliklerle ilgili olduğu pek anlaşılmıyordu. Özellikle ödül sonrasında, hikâyenin bir trans kız çocuğu ile ilgili olduğu çokça yazıldığı için, ben de saklamak ihtiyacı hissetmedim ama bu bilgi olmadan filmi izlemek, film deneyimini zenginleştirdi.
Art College 1994:
Bu yıl ana yarışmada, iki animasyon yer alıyordu. Liu Jian, Have a Nice Day filminden sonra gelen bu filmde görsel olarak aynı tarzı sürdürüyor. Filmi, yönetmenin kim olduğuna dikkat etmeden izlemeye başlamıştım ama önceki filmini biliyorsanız, daha ilk birkaç dakikasından anlaşılıyor. Ama bu kez şiddet yüklü bir hikâye değil, 1994 yılında Çin’de bir sanat okulundaki öğrencilerin kendi aralarındaki ilişkiler ve sanata bakış açıları üzerinden ilerleyen bir hikayesi var. Kuvvetle muhtemel ki, yönetmenin kendi öğrencilik döneminden izler taşıyan bir film. Bu anlamda yönetmen için kişisel ve önemli bir film olduğu belli oluyor. Ancak çoğu stereotip’lerden oluşan karakterler, çok ilgi çekici değiller. Sanat nedir, ne değildir gibi tartışmalar ise, üzerine oturup konuşulabilecek konular ama filmde izlerken zaman zaman sıkıcı hale geldiğini itiraf etmeliyim. Yönetmenin görsel tarzı ile, animasyon ve gerçekliği çok iyi bütünleştirdiğini söyleyebiliriz. Seslendirme kadrosunda Jia Zhangke ve Bi Gan gibi, Çin sinemasının başka önemli yönetmenleri de var ama seslerini ayırt edemeyince, işin o tarafı da benim için çok ilgi çekici olmadı. Animasyon sevenler için yine de önerilebilir ama beklentiyi çok da yükseltmemek lazım.
Disco Boy:
İtalyan yönetmen Giacomo Abbruzzese, bu ilk uzun metraj kurmacasında, kamera önü ve arkasıyla, uluslararası bir projeye imza atmış. Belarus’lu iki arkadaşın, Fransa’ya iltica etme çabası sonrasında, birinin ölmesi, diğerinin de Fransız Lejyonuna katılması (çünkü Fransa, buraya başvuranları çok sorgulamadan kabul ediyor ve sonrasında Fransız pasaportu veriyor) ve Nijerya’daki gerillalara karşı savaşmasını anlatıyor. Görsel açıdan güçlü bir film olduğunu kabul etmek lazım. Özellikle gerçekle rüya arasında bir yerlerde kalan disco sahneleri ile. Zaten jüriden de görüntü yönetimi ödülü aldı. Ancak hikayesinin beni çok tatmin edebildiğini söyleyemeyeceğim. Açıkçası filmde önemli bir yer kaplayan müzikleri de iyi olmakla beraber, benim müzik zevkime çok hitap etmiyordu. Filmi, Beau Travail ile karşılaştıran yazılar gördüm. Doğrudur, anımsatıyor ama onun atmosferini yakalayamıyor bence.
Bu arada Franz Rogowski rolüne yakışmış, oyunculuğuna da bir lafım yok ama yine de son zamanlarda çok fazla filmde rol aldığını ve yüzünü biraz eskittiğini düşünüyorum. Ayrıca, bir Belarus’u oynayacak Belarus bir aktör bulunabilirdi sanırım.
Limbo:
Berlinale gibi festivallerde, ana yarışmada polisiye filmlere çok fazla rastlamıyoruz. Avustralya’dan gelen bu film, bir tür filmi ama ana akım numaralarına girmeden, hikayesini sakin ve sessizce anlatmayı seçiyor. Üstelik, siyah-beyaz görselliği, özellikle Avustralya’nın geniş boşluklarını gösterdiği sahnelerde çok başarılı. Çoğunlukla The Mentalist dizisi ile tanıdığımız Simon Baker’ın tipini epey değiştirip, adeta bir Walter White edasıyla başrolü üstlendiği film, uyuşturucu bağımlısı beyaz bir polisin, 20 yıl önce Aborjin bir genç kadının öldürülmesi olayını tekrar soruşturması üzerinden ilerliyor. Film, geçmişin sırlarını ortaya çıkarırken, hikayesini de yavaş yavaş açıyor. Ana akım bir polisiyeden beklenebilecek aksiyon sahneleri yerine, karakter gelişimleri üzerinden kurulmuş bir hikayesi var. Türün çok iyi örneklerinden biri değil belki ama çok da aklımda yokken, programına uygun saate denk geldiği için izledim ve memnun da kaldım diyebilirim. Bazı şeyleri fazla gözümüze sokmasa daha da iyi olabilirdi. Mesela başkarakterimizin kaldığı otelin adının Limbo olması ve bunun defalarca gösterilmesi, biraz fazlaydı.
Mal Viver (Bad Living):
Bu yıl festivalde şöyle ilginç bir durum vardı. Yönetmen João Canijo’nun Mal Viver filmi ana yarışmadayken, Viver Mal filmi ise Encounters bölümündeydi ve bu iki film, bir otelde aynı zaman diliminde geçen hikayeleri anlatıyordu. İlk film, oteli işleten kadınlara, ikinci film ise otelde kalan müşterilere odaklanıyordu. İki film de ayrı ayrı ayakta durabilen filmlerdi ama beraber izlenince, etkisi artıyordu. Aslında uzun süreli tek bir film de olabilirmiş. Ama João Canijo, otelin sahibi ve işletmecisi kadınların hikayesini, diğerlerinden ayıracak ve iki saatlik tek bir filme dönüştürecek kadar güçlü bulmuş belli ki. Finali de diğer öykülere göre, dramatik olarak da daha güçlü gerçekten. Ama özellikle üç kuşaktan kadınlar arasındaki anne-kız ilişkisine odaklanan ve bu ilişkinin sağlıklı kurulmadığı takdirde, ne kadar yaralayıcı olduğunu gösteren filmin, zaman zaman biraz sarktığı söylenebilir. Ama yine de güçlü hikayesi, başarılı oyunculukları ve yönetmenlik tercihleri ile, yarışmanın güçlü filmlerinden biriydi.
Music:
En baştan söylemeli, Angela Schanelec sinema anlayışı bana yakın bir yönetmen değil. Belirgin bir hikâye anlatımı ile ilgilenmeyen, filmin seyirci üzerinde yarattığı his üzerinden ilerleyen bir yönetmen. Evet, bu tarzda da sevdiğim filmler olabiliyor ama Schanelec’in sineması, onlardan değil. Festival sayfasındaki özete göre, film Oedipus mitini merkezine alıyor. Açıkçası, bu özeti okumamış olsam, filmden bu sonucu çıkartabilir miydim, emin değilim. Filmin konusu ile ilgili, elbette biraz abartarak, şöyle bir yorum yapabilirim: Filmde bir takım şeyler oluyor! Jürinin bu filme senaryo ödülü vermiş olması da ilginç. Muhtemelen, filme beğenilerini göstermek ve farklı bir senaryo anlayışının mümkün olduğunu dile getirmek için vermiş olmalılar. Ki ödülü veren Radu Jude da bu yönde bir konuşma yapmış zaten. Yine de kendi adıma, eğer filmi çok sevmişlerse, jüri özel ödülü vermelerini, tercih ederdim.
Past Lives:
Sundance’de gösterildiğinde övgülerle karşılan bu film, Berlinale’de de ana yarışmada olunca, bu kez izlemeliyim demiştim. İyi ki de izlemişim, festivalin en sevdiğim filmlerinden biri oldu. Güney Kore’li iki karakterin, hayatlarının çeşitli dönemlerine bakan film, yolculuğuna Nora ve Hae Sung’u iki çocukluk aşkı olarak karşımıza çıkararak başlıyor. Nora’nın ailesinin Kanada’ya göçmesi ile ayrı düşüyorlar. 12 yıl sonra, tam da sosyal medyanın, eski arkadaşları bulmak için kullanıldığı yıllarda, biri Amerika’da, biri Güney Kore’de olmak üzere tekrar görüşüyorlar, birbirleri ile iletişimde olmaktan hoşlanıyorlar ama bu online yakınlık da uzun süre devam etmiyor. Aradan bir 12 yıl daha geçtiğinde, ikisi de kendi hayatlarını kurmuş, üstelik Nora, Amerikalı bir erkek ile evlenmişken, yolları bu kez fiziksel olarak, New York’da kesişiyor. Elbette bu kez devreye bir de Amerikalı koca olarak, Arthur giriyor.
Yönetmen Celine Song, yıllara yayılan bu hikâyeyi anlatırken, dengeli, doğal ve duygusallığı abartmayan bir anlatım kurmuş. Duygular daha dipten ve derinden ilerliyor. Böyle olunca final, daha da etkili oluyor. Klişelere de başvurmamış. Hatta bunu da Arthur üzerinden, “şimdi ben kaderlerinde bir araya gelmek olan, iki çocukluk aşkını ayırmaya çalışan, kötü Amerikalı koca değilim, değil mi” şeklinde dile getiriyor. Celine Song, bu hikâyeyi Uzakdoğu felsefesi ile harmanlayıp, belki de geçmiş ya da gelecek hayatlara bağlamayı, gerçeklikten uzaklaşmadan, farklı bir alt metin koymayı da başarıyor. Hepsini daha önce farklı projelerde izlediğimiz ama bir anda tanıyamadığımız oyuculardan oluşan kadro da gayet iyi. Her ne kadar festivalde bir ödül alamasa da, senenin konuşulacak filmlerinden biri olacağını tahmin ediyorum.
Roter Himmel (Afire):
Christian Petzold’un yeni filmi, festivalin en merak edilen filmlerinden biriydi elbette. Festival sonunda aldığı ödül ve iyi eleştirilerle merak katsayısını arttırdı ama benim için orta karar Petzold filmlerinden biri oldu açıkçası. Yaz aylarını sessiz ve huzurlu bir yerde geçirmek isteyen iki arkadaş olan Leon ve Felix, Felix’in annesinin ormanlar içinde ve deniz kenarına da yakın bir bölgedeki evlerine giderler. Kafalarını dinlerken bir yandan da Leon, yazmakta olduğu kitabı tamamlamak, Felix de fotoğraf portfolyosunu hazırlamak istemektedir. Ancak onlardan habersiz olarak, evin bir odası da Nadja’ya kiralanmıştır. Bu üçlünün arasına Nadja’nın erkek arkadaşı olan Devid de girince olaylar karışır.
Filmi izlerken, Petzold diğer filmlerinin aksine bu kez daha hafif bir film yapmak istemiş diye düşünmüştüm. Dört kişi arasında geçen bir ilişki ve değişim filmi ya da hiç büyümeyen erkeklerin, büyüme filmi olarak bakabiliriz. Ama çoğunlukla romantik bir yaz filmi havasında gidiyor. Ama bir yere kadar. Filmin adından ve ilk bölümlerinden anlaşıldığı üzere, bir yerden sonra orman yangınları da ciddi bir şekilde hikâyenin parçası oluyor. Ancak Petzold’un burada yaptığı numaranın, daha önce çok kullanılmış, seyirciyi etkilemeye yönelik, ucuz bir numara olduğunu düşünüyorum. Hikâye anlatıcılığı üzerine söylediği bir şeyler var ama o da bana François Ozon filmlerini hatırlattı ve Ozon’un bu işi daha iyi yaptığını düşünüyorum.
Film bittiğinde, bu sefer en koyu Petzold hayranları bile çok fazla övemeyecek diye düşünmüştüm ama belli ki yanılmışım. Neticede, anladığım kadarıyla Petzold sevenler yine sevecek ama benim için uzun zamandır Barbara ve Phoenix seviyesine çıkamıyor.
Suzume:
Festivalin ana yarışmasından izlediğim son film Suzume oldu. Hatta tam da bu filmi izlediğim saatlerde, ödüller veriliyordu. Filmden çıktığımda, Suzume’ye ödül verilmediğini gördüm ama benim ana yarışmada en sevdiğim film oldu. Animelere karşı bir zayıf noktamın olması da bunda etken olabilir. Zaten hiç unutmadık ama Suzume bir yanıyla, Türkiye’de yaşadığımız depremi de tekrar hatırlatan bir filmdi. Çünkü konusu Japonya’da gerçekleşen depremlerle, doğrudan ilgiliydi. Hatta yönetmen Makoto Shinkai, 2011’deki 9.1 şiddetindeki depremi de filmin hikayesine dahil ediyordu. Ama burada anime geleneğine uygun olarak, deprem doğaüstü ve engellenebilir bir olay olarak tasvir ediliyordu. Film, 17 yaşındaki lise öğrencisi Suzume’nin gizemli ve karizmatik bir genç adamla birlikte, Japonya’daki depremleri engelleme çabasını anlatıyor. Ama işin içine konuşan kediler, canlanan üç ayaklı sandalyeler vs. de giriyor. Filmi aynı zamanda bir yol filmi olarak değerlendirmek de mümkün. Karakterlerimiz, farklı yerlerdeki depremleri önlemek için seyahat ettikçe yeni insanlarla karşılaşıyorlar. En temelde ise, yine bir büyüme filmi aslında ve finalde Suzume’nin hayatındaki bir gizem çözüldüğünde, onun hayatının en büyük travmalarından birinin üstesinden geldiğini görürken, bizim de seyirci olarak tüylerimiz diken diken oluyor.
Makoto Shinkai, önceki filmlerindeki animasyon tarzını devam ettiriyor. Zaten Japon animelerinin büyük kısmından da alışık olduğumuz bir tarz. Hemen de adapte oluyoruz zaten. Animasyon tekniği açısından son derecek başarılı olmasının yanında, senaryosu da başarılı bir film. Keşke jüri, filmi bir şekilde görseydi. Festivallerde karşımıza çıkacağına eminim. Vizyon da düşük ihtimal değil. Anime sevenler kaçırmasın derim.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN